Tony Cliff - Endonezya'da patlak veren devrim, canalıcı teorik meseleleri de yeniden gündeme getirdi. Bir devrimin zafere ulaşmasının önkoşulları nelerdir? Devrim ve karşı devrim arasındaki dengede zaferi belirleyecek olan nedir? Devrimci partinin sendikalarda oynadığı rol nedir? İşçi sınıfı kapitalistlere ve burjuva entellektüellerine karşı nasıl bir tavır almalıdır? Bu makale bu canalıcı konular üzerine Marksist geleneğin dayandığı deneyimleri ele alacak.

Marksizmin kavranmasının güç olduğuna ilişkin kanı toplumda hayli yaygın. Bu kanıyı Marksizmin düşmanları yayıyorlar –İngiliz İşçi Partisi’nin eski liderlerinden Harold Wilson, Marks’ın Kapital başlıklı yapıtının ancak bir sayfasını okuyabildiğini söyler, bununla övünç duyardı. ‘Marksist’ olduklarını söyleyen bazı akademisyenler de bu yanlış kanının oluşmasında pay sahibidirler: Bunlar, diğer pek çok insanın yoksun olduğu özel bir bilgi ve kavrayışa sahip oldukları izlenimi uyandırabilmek için, kasıtlı olarak kavranması güç, gizemli ifadeler kullanırlar.

İngiltere siyasal sistemi birkaç aydır, giderek artan bir krizin içinde. Muhafazakar Partili Başbakan Boris Johnson, göreve geldikten kısa bir süre sonra, İngiltere Parlamentosu’nun alt meclisi olan Avam Kamarısı’ndaki çoğunluğunu kaybetti. Parlamentodaki önemli bütün oylamaları kaybetti. Önde gelen Avrupa yanlısı Muhafazakar Parti milletvekilleri bilfiil partiden uzaklaştırıldı. 

John Molyneux - Marksistler milliyetçi değil, enternasyonalisttir. Milliyetçilik, burjuva ideolojisinin ana unsurlarından biridir. Tüm ulusların kapitalist sınıflarının, işçi sınıfının ve ezilen ulusların rızasını ve hatta desteğini elde etmesini sağlayan ideolojik araçlardan biri, bugünün dünyasında muhtemelen temel ideolojik araçtır. Benzer ideolojik fenomenlerin çoğu gibi, milliyetçilik de sabit bir "şey" ya da bir doktrin değil, daha ziyade bazen açıkça söylenen, bazen doğal karşılanan ve çoğu zaman ise "bariz" ve "sağduyu" olarak kabul edilen bir tutumlar ve ifadeler toplamıdır.

Bir süredir nafaka hakkına karşı bir kampanya yürütülüyor. Kadın düşmanı ifadelerle, nafaka hakkının erkekler için zulüm olduğu ve kadınlar tarafından suistimal edildiği iddia ediliyor. Zaten Cumhurbaşkanlığı’nın 100 günlük eylem planında ‘nafakanın daha adil olması için düzenleme yapılacağından’ bahsedili­yordu. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı nafaka çalıştayları düzenliyor. Adalet Bakanlığı ‘nafaka bekleyeceklerine çalışsınlar’ diyerek yasayı değiştirmek için gerekli hazırlıkların başladığını açıkladı. Son olarak faşist MHP, nafaka hakkını sınırlayan bir yasa teklifi hazırladı.

Devrimci Marksistler, kadınların özgürlüğünü savunan birçoklarından çok önemli bir noktada ayrılır. Bizler kadının ezilmesinin cinsler arasındaki biyolojik farklılıklardan veya erkek ruhunun doğasına özgü herhangi bir nedenden ötürü her zaman var olan bir olgu olduğuna inanmıyoruz. Kadının ezilmesinin tarihin belli bir anında, toplumun sınıflara bölünmeye başlamasıyla ortaya çıktığını savunuyoruz...

Günümüz kadın hareketi içerisinde herhalde en uzun soluklu ve yaygın teori ataerkillik teorisidir. Bu teori birçok farklı şekle bürünse de arkasındaki temel fikirler, yani erkek egemenliğin ve cinsiyetçiliğin yalnızca kapitalizmin bir ürünü olmadıkları, kapitalist üretim biçiminden bağımsız oldukları ve kapitalizmden sonra da devam edeceklerine dair fikirler o kadar geniş kabul görüyor ki, teoriyi toptan reddetmek katıksız ve gerçek bir şaşkınlıkla karşılanıyor.

Eğer ABD küresel kapitalizmin kumanda merkezi olmaya devam ediyorsa, geçtiğimiz birkaç ayda bu kumanda merkezinin ekranlarında birden fazla kriz göründü. Şimdi bu krizleri, ABD karar vericileri açısından önem sırasına göre ele alalım. En önemsizden en önemliye doğru, bunların arasında; İsrail’in Gazze’ye açtığı son savaş vardı –aslında bu, Washington için bir krizden ziyade dengenin yeniden kurulduğu bir şiddet patlaması, dünya çapında çok sayıda insan için ise zulüm ve suçtu. Kiev’deki Batı yanlısı hükümet ile Ukrayna’nın güneydoğusunda Rusya’nın desteklediği güçler arasındaki savaş vardı. Irak ve Suriye’de kendisini İslami Devlet olarak adlandıran (ancak bizim IŞİD olarak adlandırmaya devam edeceğimiz) cihatçı grubun ilerleyişini durdurmak için yapılan ABD bombardımanıydı. Ve en önemlisi de –henüz bir kriz değil ama en ciddi çatışma olma potansiyeline sahip– Çin’in giderek büyüyen gücüne karşı Doğu Asya’daki devletler arası artan rekabet var.

Troçki’nin marksizme en büyük ve en özgün katkısı Sürekli Devrim teorisiydi. Bu çalışmada, bu teori ilk olarak yeniden ifade edilecek. Daha sonra ise geçtiğimiz yaklaşık on yıllık süreçte yaşanan sömürge devrimlerinin ışığında düşünülecek. Teorinin büyük bir bölümünü reddetmeye mecbur kalacağız. Ancak varılan sonuçlar Troçki’nin düşüncelerinden oldukça farklı çıksa dahi, çalışma ağırlıklı olarak onun düşüncelerine yaslanmaktadır...

Rus Devrimi’nin önde gelen liderlerinden biri olarak yüklendiği sorumluluklardan sonra (hem 1905’de hem 1907’de Petersburg Sovyeti Başkanı, Bolşevikleri iktidara getiren Ekim ayaklanmasının örgütleyicisi, Kızıl Ordu’nun kurucusu, 1918-21 arasındaki iç savaş zaferinin mimarı) Troçki’nin bu olayları takip eden kaderi (1924’de Lenin’in ölümünden sonra Stalin ve yandaşları tarafından yönetimden uzaklaştırılması, 1929’da Sovyetler Birliği’nden sürgün edilmesi ve 1940’da KGB olarak adlandırılan kurumun bir ajanı tarafından öldürülmesi) 20. yüzyılın en belirleyici olayıyla bu kadar bütünleşmiş bir yaşama trajik bir anlam vermiştir. Troçki’nin, belki en açık biçimde ve Rus Devrimi Tarihi’nde (Troçki 1967) sergilenen toplumsal teorisyen, siyasal yorumcu ve yazar olarak sahip olduğu olağanüstü entelektüel yetenekler kendi politikasına tamamen muhalif olan birçok insanın bile beğenisini kazanmasına neden olmuştur... 

Uluslararası sosyalizmin kitle grevi sorunu üzerine şimdiye kadar yaptığı neredeyse tüm yazıları ve açıklamaları, mücadele araçlarının en geniş çapta kullanıldığı ilk tarihsel deney olan Rus devriminden öncesine dayanır...

SON SAYI