İşçi demokrasisi nasıl bir şeydir?

MARKSİST.ORG
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Günümüzde demokrasi kavramı çoğunlukla burjuva devrimi ile eşanlamlı olarak kullanılıyor. Tarihi kanlı diktatörlüklerle dolu kapitalizmin, sözcüğü kendisiyle neredeyse eşanlamlı hâle getirmesi en büyük ideolojik başarılarından biri olsa gerek. Kapitalizm açısından ideolojik başarı iki şeyi aynı anda sağlıyor: 

Birincisi, “devlet” adı verilen mekanizmanın sınıf doğasını gizliyor. Kapitalistlerin çıkarları etrafında şekillenmiş ulus devletleri ve ulusal sınırları doğalmış gibi göstererek, “aynı gemideyiz” diyerek milliyetçiliğe işçi sınıfı içinden rıza üretimini örgütlüyor. 

İkincisi, bununla bağlantılı olarak kapitalizm altında tek rejim biçimi demokrasiymiş gibi gösteriyor ve diktatörlükler ancak kapitalizmin yeterince gelişmediği ülkelerde ayakta kalıyormuş gibi bir imaj yaratıyor. Oysa dünyanın dört bir yanında en ileri kapitalist ülkelerin, askeri darbeleri, diktatörlükleri desteklediği biliniyor. Bunun sebebi aslında emperyalizm koşullarında kapitalizmin eşitsiz ama bileşik gelişmesi, dolayısıyla kapitalizm her zaman “demokratik” olmak durumunda değil. En büyük kapitalist ülkelerdeki “rızaya dayalı” kapitalizmler, başka ülkelerde kimi zaman “zora dayalı” iktidarlarla aynı anda ve birbirlerine bağımlı olarak var olabilirler.

“Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünü” 

Lenin, Devlet ve Devrim isimli broşürünü yazarken işçi sınıfı “bambaşka türden bir devlet” ve kendi demokrasisi için ayağa kalkmış durumdaydı. 1917 Şubat’ında Rusya’da işçilerin öncülüğünde gerçekleşen devrim 350 yıllık Çarlık rejimine son vermişti ancak rejimin sonu işçilerin önüne yeni sorunlar koymuştu: İktidar kimin elinde olacaktı? 

Çarlığın yıkılmasının ardından burjuvazi önderliğinde Geçici Hükümet kurulmuştu ancak öte yandan devrimin gerçek örgütleyeni olan ve tarihte daha önce görülmemiş derecede demokratik bir biçim yaratmış olan işçi, köylü ve asker sovyetleri vardı. Lenin, bu durumu “ikili iktidar” olarak tanımlıyordu. Dolayısıyla iktidar ya Sovyetlerde kendini kolektif olarak örgütlemiş sıradan insanların eline geçecekti ya da onlar için sömürünün devam edeceği Geçici İktidar’ın. Lenin’in soruya yanıtı netti: “Bütün iktidar Sovyetlere.” 

Tam bu tartışmanın ortasında, 1917 yaz aylarında -iki devrim arası- yazdığı ve yayımladığı broşürde, Lenin tartışmanın ana hatlarını ortaya koyuyor ve devletin sınıfsal olarak nereye oturduğunu tartışıyordu. Bu tartışma için Marksizmin iki kurucusundan Friedrich Engels’in yazılarına dönen Lenin, onu izleyerek devletin her zaman var olan bir olgu olmadığını ve tarihin belirli bir aşamasında sınıf çatışmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığını hatırlatıyordu: 

“Devlet sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar.”

Dolayısıyla burjuva devleti de burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yapılanmış bir mekanizmadır. Marx ve Engels’in Paris Komünü’nün yenilgisi ardından belirttikleri gibi bu mekanizma işçi sınıfı tarafından devralınamaz çünkü sınıfların varlığına son verecek olan işçi sınıfının bu amaca uygun tamamen farklı türden bir devlet kurması gerekir. Marx’ın yazdığı gibi: 

“Paris Komünü, özellikle bir şeyi, işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kullanmakla yetinemeyeceğini ispat etmiştir”.

Nasıl bir devlet? 

Lenin’e göre devletin olduğu yerde özgürlük yoktur, dolayısıyla bir sınıfın baskı aracı olarak örgütlenmiş devlet belli bir ölçüde özgürlüklerin kısıtlanmasını içerir. Peki, devlet uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ürünü ve bir sınıf üzerinde baskı kurmanın aygıtıysa özgürlüğü kazanmanın yolu niye bir devlet kurmaktan geçsin ki? 

Lenin, yine Engels’i izleyerek buna şu yanıtı veriyor: 

“Proletaryaya karşı burjuvazi tarafından, milyonlarca emekçiye karşı bir avuç zengin tarafından kullanılan bu ‘özel baskı gücünün’ yerine, burjuvaziye karşı proletarya tarafından uygulanan bir ‘özel baskı gücünün’ geçmesi gerekir.”

Dolayısıyla işçi sınıfının devleti gerçekten bir baskı gücüdür ancak toplumun çoğunluğunun lehine, mülkiyeti elinde toplamak isteyen bir azınlığın “mülk edinme hakkı”na dönük bir baskı gücüdür. Böylesi bir “baskı gücü”, burjuvazinin baskı gücü olan devletten yüzlerce kat demokratiktir. 

Sovyet adı verilen konseylerde örgütlü olan işçiler bunu açıkça ortaya koydu. Sovyette seçilen temsilciler 4 veya 5 yılda bir sandık başına giderek seçilmiyor, kendilerini seçenler tarafından her an görevden alınabiliyordu. Bir temsilcinin ortalama işçi ücretinden fazlasını alması yasaklanmıştı. Bürokrasiye yol açabilecek görevler, kura ve rotasyon yöntemleriyle belirleniyordu. 

Böylesi bir devlet mekanizması, Engels’in deyimiyle toplumu “devletin sönümlenmesine” götürecek olan bir devletti. 

Lenin de bu konuda şöyle söylüyordu: “Sosyalist rejimde herkes sırayla yönetecek ve kimsenin yönetmemesine kolayca alışacaktır.”

Günümüzde Devlet ve Devrim’in önemi 

Lenin’in yazdığı broşür, 107 yıl sonra hâlâ güncelliğini koruyor çünkü kapitalist devlet hâlen burjuvazinin baskı aygıtı. Devletlerin üzerini kazıdığımızda karşımıza hâlâ “özel silahlı adam müfrezeleri” çıkıyor. Üstelik günümüzde devletler, bu müfrezelerin yapısını son derece karmaşıklaştırmış durumda. Devletlerle, mafyanın, paramiliter grupların, devlet içinde kendilerine has örgütlenmeler kurmuş kliklerin ilişkisine baktığımızda bu karmaşık yapı kendini gösteriyor ancak temeldeki çelişki değişmiş değil. Burjuva devleti, ister burjuva demokrasisiyle yönetilsin ister farklı baskıcı rejim biçimlerini alsın en temelde işçi sınıfına karşı örgütlenmiş bir yapı. Dolayısıyla parlamento, darbe, gerilla ayaklanması gibi yöntemlerle ele geçirilmesi mümkün olmadığı gibi işçi sınıfının çoğunluğunun eylemine dayanmayan bir sosyalist devrim de mümkün değil.

Bütün bunlar, burjuva devlet içindeki sorunların bizi ilgilendirmediğini göstermiyor. Sosyalistler, burjuva devlet içinde işçi sınıfının en küçük kazanımını dahi korumayı görev sayarlar ancak ufkumuzu burjuva demokrasisiyle sınırlandırmamak, Paris Komünü’nden 1917 Ekim Devrimi’ne işçi sınıfının kendi iktidar aygıtlarını oluşturduğu, yönettiği zamanları hatırlamak zorundayız.  

Can Irmak Özinanır

(Sosyalist İşçi)

SON SAYI