Marksist teoriye bir katkı: Rusya’da devlet kapitalizmi teorisi

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Adrian Budd  

Stalinist devletlerin yıkılması üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Bu dönemde Tony Cliff ’in klasik çalışması, yeni bir kuşak aktiviste Marksist metodun güçlü bir uygulama örneğini sunuyor. Kitabın yazıldığı dönem Stalinizmin tepede olduğu, Sovyet iktidarının Doğu Avrupa’ya doğru genişlediği bir dönemdi. Stalinist rejim; Cliff ’in bu rejimi anlamakta anahtar görevi göreceğini ifade edip önceden tahmin ettiği, kapitalizmin genel kriz eğiliminin devlet kapitalizmi özelinde bir gösterimi olacak olan uzun durgunluk evresine (kitabın 7. bölümüne bakınız) daha girmemişti.

İşte bu koşullar altında yazılmış olan Rusya’da Devlet Kapitalizmi, Marksizmin muhteşem izahat gücünü bize hatırlatır. 1947-8’de Cliff, ortodoks Troçkistlerin SSCB’yi “dejenere işçi devleti” olarak ele alan bakışını savunmak üzere çalışmaya başladı. Ancak araştırması onu tamamen farklı bir sonuca doğru götürdü. İlk kez 1948’de Stalinist Rusya’nın Doğası ismiyle yayınlanan kitabının temel argümanı, Rusya’da Stalinist rejimin tahkim edilmesine yarayan ve 1928’de devreye giren Birinci Beş Yıllık Plan’ın uygulanmaya başlanmasının bir karşı-devrimi ve devlet kapitalizminin kuruluşunu ifade ettiği idi.

Marksizmin “somut durumun somut tahlili” yöntemiyle ilerlediğine dönük Lenin’in argümanıyla uyumlu olarak Cliff ’in devlet kapitalizmi teorisi, Sovyet Rusya’da alışılmışın dışında gelişen olayları açıklamak için Marksist teorinin ayrıntılı kavranışının seferber edilmesinin sonucuydu. Kapitalist toplumsal ilişkilerin yeni bir şekle sahip olduğundan bahsederken Cliff, ortaya çıkabilecek iki tehlikenin farkındaydı:

İlki, miadını çoktan doldurmuş bazı formülasyonların sadece tekrar edilmesinden başka bir şey olmayan, kaskatı Ortodoksluğun yarattığı tehlike; ikincisi ise yeni bir olguyu analiz ederken Marksist düşünce zincirinden tümüyle uzaklaşmanın yarattığı tehlike. İlk yaklaşım dinamik olmamasından ve gerçekliğin karmaşıklığının ayırtına varamamasından dolayı bizim gerçekliğin labirentine ulaşmamızı sağlayamaz; ikinci yaklaşım ise o labirentin içinde kaybolmamıza neden olur.1

İtalyan Marksist Antonio Gramsci’nin sosyalizmin kesin zaferine olan kaderci inanışı ele alırken belirttiği gibi “katı Ortodoksluk”, yenilgi dönemlerinde solun hayatta kalmasına yardımcı olabilir. Fakat kritik anlarda etkili müdahaleyi engelleyebilecek “patlamaya hazır tehlike” halini alır.2 Ortodoksluğun dinsel tarzlı duruşu, ilk işi dosdoğru gerçeği aramak olan (tıpkı Troçki’nin faşizmin yükselişini de dikkate alarak Stalinizmin yıkıcı hatalarına karşı tartışmasında olduğu gibi) devrimci Marksizme yabancıdır. Var olan toplumsal gerçekliği kendisine çıkış noktası yapan Cliff ancak bu sayede Stalinist Rusya’nın doğasını açıklama başarısı gösterebildi. 

Cliff ’e göre Stalinist bürokrasi, yeni bir egemen sınıfa dönüştü. Gücünü, kamulaştırılmış mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkından (efektif kontrol) alan bu sınıf, işçilerin ve köylülerin sömürüsü üzerinden elde edilen toplumsal artı-değeri kontrol ediyordu. Stalin’in Rusyası biçimsel olarak kapitalist standartlardan bir sapmaydı ve genellikle kapitalizmle ilişkilendirilen belli başlı olguları sergilemiyordu. Özellikle fiyatlar, ücretler ve sanayinin farklı dallarındaki ürün düzeyleri, anarşik ve kişiler-üstü rekabetçi piyasaların plansız işleyişi ile değil, planlamacıların kararları dahilinde belirleniyordu (her ne kadar bu kararlar da sık sık tutarsız ve gelişigüzel olsa da). Ekonominin politik kontrol altında olması, kapitalizmden biçimsel bir sapmayı temsil ediyordu; fakat bu süreç, kapitalist dünya ekonomisinin ve dünyanın lider kapitalist devletlerinin yarattığı basınç yüzünden sınırlıydı ve tamamlanmamıştı. Stalin’in SSCB’sinin buna cevabı, kapitalizmin esas itici gücü olan rekabetçi birikime uyum sağlamak oldu. SSCB üstündeki baskı ekonomik olmaktan ziyade askeri rekabet şeklini aldı. Ancak kapitalizmi silah rekabeti ile değil, sadece saf iktisadi rekabet ile tanımlamak için geçerli bir sebep yok; hele hele silah üretimi kapitalist şirketlere ve devletlere bağlıyken. 1917’nin üstünden on yıldan biraz daha uzun bir zaman geçmişti ki SSCB, uluslararası kapitalist sisteme alternatif olmaktan çıkarak onun bir unsuru haline geldi.

Bu kaçınılmaz bir sonuç değildi. Bolşeviklerin amansız eleştirmeni menşevik Martov, Ekim Devrimi için “proletaryanın başarılı ayaklanması – neredeyse tüm proletarya Lenin’i destekliyor ve toplumsal kurtuluşu ayaklanmadan bekliyor” diyordu.3  Fakat her ne kadar kapitalist devleti devirmek, sosyalist devrimin önemli ve gerekli unsurlarından birisi olsa da onun sadece ilk adımıdır ve toplumsal ilişkilerin daha köklü dönüşümü ve işbirliğine dayalı yeni bir üretim şeklinin inşası için tek başına yetersiz bir önkoşuldur. Rusya’da devrimin başarısı; biri ulusal, diğeri uluslararası iki önemli şarta bağlıydı. Ülke içinde kapitalist devletin yıkılması, ivedi çıkarları (Bolşevikler bunları “ekmek, barış, toprak” sloganıyla özetlemişti) örtüşen, ama uzun vadede birbirlerine karşı dönebilecek iki sınıf – proletarya ve köylülük - arasında bir ittifak kurulmasını gerektiriyordu. Eğer köylüleri ağır iş yükünden ve yoksulluktan kurtaracak kaynaklar bulunabilmiş olsaydı, o zaman devrimci sınıf ittifakı devam ettirilebilir ve köylülerin sosyalist rejimle olan mutabakatları genişletilebilirdi. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın, devrim sonrası işgallerin ve iç savaşın katmerlendirdiği Rusya’nın geri kalmışlığı yüzünden bu kaynakları ülke içinden temin etmek mümkün değildi. Bolşeviklerin liderliği – özellikle Lenin ve Troçki – bu nedenle devrimi sadece “Alman ve Avrupa devrimlerinin öncü kolu” olarak değil, aynı zamanda o daha geniş devrimlere tamamen bağımlı olarak değerlendirdiler.4 Lenin’in Mart 1918’de söylediği gibi “Alman Devrimi gerçekleşmezse hepimizin mahvolacağı tartışmasız bir gerçektir.”5 Ekim’in hızla tetiklediği, Avrupa’yı sallayan devrim dalgası, devrimin en azından birkaç gelişmiş ülkeye yayılmasına dönük bolşeviklerin enternasyonalist perspektiflerinin gerçekçi olduğunu gösterdi. Bu devrimlerin nihai yenilgisi uluslararası güçlerin sosyalizmin inşasına destek olmak bir yana, yeni filizlenmeye başlayan sosyalist toplum üzerinde yıkıcı bir etki yaratmalarına neden oldu. 

Devrimci iradeyle birleşen kırdaki gıda mallarına zorla el koyma dâhil “savaş komünizmi”nin sert tedbirleri, Bolşevik rejimin 1918-20 arasında ülkeyi kırıp geçiren iç savaş ve emperyalist işgal döneminde ayakta kalmasını sağladı. Fakat rejimin sosyal tabanında bir değişim yaşandı. Üretim 1913 öncesi rakamlarının da gerisine düşerken işçi sınıfı hem sayısal hem de niteliksel olarak daraldı. 1917-20 arasında St. Petersburg ve Moskova’nın işçi nüfusu neredeyse yarı yarıya azaldı; sınıf bilincine sahip işçilerin çoğu devrimi savunmak için ya cepheye ya da yeni devletin hizmetine koşarken, pek çok işçi ise işyerlerini terk edip sadece hayatta kalabilmek için kıra geri döndü. Bu işçilerden boşalan yerler genellikle 1917’nin devrimci bilincine sahip olmayan, kırdan yeni göçmüş, deneyimsiz işçiler tarafından dolduruldu.6 Sovyet Devleti ayakta kalmış olsa da devrimi yapan sınıf örgütsel ve ideolojik olarak imha oldu. 1917’de işçi sınıfı, onun kurduğu Sovyetler ve Bolşevik Parti arasında organik bir bağ vardı. Ancak 1920’ye gelindiğinde Lenin SSCB’den “bürokratik çarpıklıklara sahip işçi devleti” olarak bahsediyordu.7

1921’e gelindiğinde uluslararası devrimci dalganın kısa vadede başarılı olamayacağı aşikâr hale geldi. Bolşevikler, bu geriye çekilişin geçici olduğunu biliyorlardı. Ama yine de uluslararası düzeyde oluşan yeni sınıf dengesinde komünist hareketin saldırı pozisyonundan savunma mücadelesine geçmesi gerektiğini gördüler. Sovyetler Birliği açısından 1917’nin kazanımlarının genişletilmesi değil mevcut kazanımların korunması söz konusuydu. Dolayısıyla köylülerin Bolşevik düzene rızalarını devam ettirebilmek için Lenin’in tabiriyle “proletarya ile köylülük arasındaki ekonomik ilişkileri düzeltmek için dönüşüm”8 zorunluluğu ortaya çıktı. Gıda maddelerine zorla el koyma son buldu ve rejim, pazar ilişkilerini ve üretim teşviklerini tarıma yeniden sokan Yeni Ekonomi Politikası’nı (NEP) benimsedi.

Tarımsal üretimin artmasını sağlayan NEP; savaş, devrim ve karşı-devrimle geçen yedi yılın ardından rejimin biraz nefes almasına imkân tanıdı. Ama piyasa ile devlet sanayisi, köylünün çıkarları ile kolektivizm arasındaki denge sallantılı durumunu devam ettirdi. 1922’de Lenin SSCB’nin “kendini izole edemediği” dünya piyasasına “tabiyet”inin sürdüğünün ve NEP’in uluslararası piyasa güçlerinin, onların yerli temsilcilerinin, zengin köylülerin ve tüccarların SSCB’nin altını oymasına neden olabilecek, sürekli bir tehdidi barındırdığının altını çiziyordu.9 Köylülüğün rejime bağlılığının temel mekanizması olan gıda mallarına karşılık hafif sanayi ürünlerinin ticareti, sanayinin göreli yavaş gelişimi yüzünden sekteye uğramasıyla 1927’ye gelindiğinde bu tehdit keskin bir hale geldi. Köylülerin 1927-8 mahsulü tahılları piyasaya çıkarmayıp ellerinde tutması, köylülükle rejimin arasındaki ilişkileri tekrar krize soktu. Bürokrasinin buna karşı tepkisi SSCB’nin karşı konulmaz bir şekilde devlet kapitalizmine doğru ilerlemesiyle sonuçlandı.

1922-3 kışında Lenin, partinin ve devletin yavaş yavaş bürokratikleşmesi problemini tekrar ele aldı; özellikle onun son “Kongreye Mektup”u10 olacak olan yazısında. Devlet organlarında işçi ve köylü temsiliyetini artırmaya ve İşçi ve Köylü Müfettişliği’ni (Rabkrin – bürokratikleşmeyi dizginlemek üzere kurulmuş olan, özel yetkili komiserlik) güçlendirmeyi  de kapsayacak şekilde bürokratikleşmenin önünü kesmeye dönük bir dizi önlem almayı teklif etti. Fakat o zamana kadar problemler çoktan ağırlaşmıştı. 1920’nin sonlarında devlet memurlarının sayısı, sanayi işçilerininkinin beş katına ulaşmıştı. Bunların çoğu çarcı rejimden (mecbur kalınarak) devşirilmişti. Lenin partinin Mart 1922 Kongresi’nde komünistlerin mi onları, yoksa onların mı komünistleri yönettiğini sorar hale geldi. Stalin, bürokraside kilit noktadaydı ve her ne kadar Lenin “Kongreye Mektup” unda onun partinin genel sekreterliği görevinden alınmasını istemiş olsa da Stalin’in güçlü konumu onun yara almadan kurtulmasını sağladı. Tehlikenin baş gösterdiği, NEP’in ilk kabul edildiği dönemde Bolşevikler, acil (ama geçici) bir tedbir olarak parti içi hizipleri yasaklamıştı. Dolayısıyla Stalinist bürokrasi, önceden Leninizm’in temel özelliklerinden biri olan parti içi demokrasinin kontrolünden her geçen gün daha bağımsız hale geldi.

Michal Reiman’ın önemli kitabı Stalinizmin Doğuşu, Cliff ’in analiziyle paralel bir şekilde bürokrasinin 1927-8 krizine karşı gösterdiği gittikçe artan güç kullanımını içeren tepkiyi son derece iyi bir şekilde izah eder. Kırda tahıla el koyma geri döndü. Devlet baskısı, işçilerin artan sıkıntılarının ifadesi olan grev dalgasını (o zamanlar grev yapmak hala yasal bir haktı!) da hedef alacak şekilde genişledi. Bu şikâyetleri gerçek politik hedeflerinden saptırmak için yeni bir olgu ortaya çıktı – tekniker ve mühendislerin “karşı-devrimci bozguncular” olarak günah keçisi yapılması. Bunun bir sonucu, kömür madenlerinde çalışan bir dizi mühendisin yargılanması (Haziran 1928’deki ünlü Şakhti Davası) oldu. Bu davada uyduruk yöntemler kullanılması yeni sorunlara yol açtı – davalı mühendisler, işkenceyle suçlarını itiraf etmeye zorlandı, GPU onlara karşı gayrimeşru yöntemlerle “kanıtlar” topladı. Üstelik bunların bir kısmı Alman vatandaşıydı. Davalıların böylesi kötü muamelelerle karşılaşması rejimin ekonomik krizle baş etmek için başvurduğu çarelerden birisinin son bulmasına neden oldu: Alman hükümeti, vatandaşlarının karşılaştığı keyfi saldırılar karşısında SSCB’yle yürüttüğü ekonomik müzakereleri durdurdu. Diğer batılı devletler de SSCB’yle birlikte verimli bir şekilde çalışamayacaklarına kanaat getirdiler.

Şakhti Davası, SSCB’nin uluslararası ilişkilerinde sorunlara yol açtı, ama bunun aynı zamanda yurt içinde de öngörülmemiş sonuçları oldu. Reiman’ın ortaya koyduğu gibi:

  ... endüstriyi tamamen kargaşaya iten, çalışma disiplininde bir çözülüş [yaşandı]. İşçiler; yöneticilerin, mühendislerin ve teknikerlerin emir ve taleplerini yerine getirmeyi reddediyorlardı. Üretimin ve emek yoğunluğunun artırılmasına dönük tedbirler, karşı-devrimci damgası yiyordu. Dolayısıyla iki ateş (bir yanda işçiler, diğer yanda yöneticiler) arasında kalan ve sürekli enselerinde GPU’nun nefesini hisseden uzmanlar inisiyatif göstermekten çekinmeye başladılar ve sarf ettikleri çabayı minimuma düşürdüler. Düzensizlik arttı.11

Bu arada tahıla zorla el koyma politikası da başarısızlığa uğradı; köylülerin direnişi yüzünden yıl sonunda toplanan tahıl miktarı (her ne kadar bir önceki seneden fazla olsa da) yıl başında belirlenen hedefin sadece yüzde 61’i düzeyindeydi.12 Fakat uyguladığı politikalar başarısızlığa uğrayıp 1928 boyunca yaşanan krizi daha da derinleştirmiş olsa da bürokrasi yapısal olarak güçlendi. Parti ve devlet üzerindeki egemenliği arttı (bu artışın bir göstergesi Troçki’nin Ocak 1928’de Alma Ata’ya sürgün edilmesidir) ve kendisine baskı araçları üzerinde tekel kurma hakkı sağlayan polis ve yargı aygıtını eline geçirdi. Ayrıca kendisine “bozguncular”a karşı kampanya sırasında bir “linç atmosferi” yaratma olanağı sağlayan ideolojik üretim araçlarının kontrolü sayesinde Stalin’in etrafında kümelenmiş bürokrasi artık hem toplumdan daha bağımsız hareket edebilir hem de onu yeniden organize edebilir hale geldi.13

Reiman, bürokrasinin artan bağımsızlığının “keyfi ve baskıcı bir yönetim kurmak için daha fazla olanak” olduğu anlamına geldiğini tartışır.14 Her ne kadar Stalinist rejim büyük bir keyfiyet ve baskı rejimi olsa da aynı zamanda SSCB’yi uluslararası rekabete uyumlu hale getirmeye dönük, sistemli bir çabayı da ifade eder. Stalin’in kendisi 1928’de “kendimizi savunmaya yetecek bir sınai temele kavuşmadan ülkemizin bağımsızlığını savunmak mümkün değildir”15 derken bunu açıkça anladığını gösteriyordu. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi NEP’in karma ekonomik yapısının ortaya koyduğu, yavaş organik büyüme bunu sağlamaya yetemezdi. Sanayi ile tarım arasındaki ilişkilerde gittikçe artan sorunlar karşısında bürokrasinin gücü artık varolan toplumsal güç dengesini temelden dönüştürmek için seferber edilecekti (Reiman buna Stalin’in “ileriye sıçrayış”ı der).16

Reiman’ın arşiv çalışması, Stalin’in iktidarının pekiştiği 1929’un başlarında rejimin yönünün aniden ve köklü bir şekilde değiştiğini açığa çıkardı.17 Ocak ile Mart arasında uygulamaya konan bir dizi baskıcı tedbir, işçi iktidarının son kalıntılarını da ortadan kaldırdı. 1928’e kadar bir ölçüde bağımsız kalabilen ve [üretim] yönetiminin karar mekanizmasında az da olsa kontrol gücüne sahip olan sendikal sistem dâhilindeki troika rejimi yerine işletmelerde tek adam yönetimi tesis edildi; işletme yönetimine disiplini artırma ve işçileri kovma hakkı tanındı; mahkemelerin işçilerin disiplin ve atılma kararlarına dönük şikâyetlerini kabul etmesi ve soruşturması yasaklandı ve sendikalar o andan itibaren üyelerini mahkemelerde savunmayı reddetmeye başladılar. Aynı dönemde pazar günü tatil günü olmaktan çıkarıldı, karne uygulaması devreye sokuldu ve işçi sınıfının atomize olmasına yol açan parça başı iş rejimi büyük çapta devreye sokuldu; öyle ki 1932’ye gelindiğinde işçilerin yüzde 68’i parça başı ücret alır hale gelmişti (1. bölüme bakınız). 

SSCB’de 1928’den itibaren sınıf ilişkilerinde köklü değişimler yaşandığı, anti-Stalinist Marksistler arasında geniş kabul görür. Troçki bunu devrime bir “ihanet” olarak nitelendirir; Reiman “sosyalizmin toplumsal doktrininin özünden ve anlamından kopma” derken, Rosmer ise sosyalist devrimin “mutlak reddi” olarak ifade eder.18 Fakat bu görüşlerle SSCB’yi bir çeşit işçi devleti olarak tanımlamak uyumlu değildir; özellikle Troçki bir yandan Stalinist bürokrasiyi “Sovyet toplumunda tek imtiyazlı ve yönetim hakkına sahip tabaka” olarak değerlendirip yerden yere vururken, diğer yandan onu, devlet mülkiyetini devam ettirmesinden dolayı “proletarya diktatörlüğünün bir silahı” olarak görür.19 Ancak Cliff 1928-9’un üretim ilişkilerinde niteliksel bir dönüşümü temsil ettiğini söyler. Ona göre bir karşı-devrim yaşanmış ve SSCB devlet kapitalisti bir sisteme dönüşürken Stalinist bürokrasi de yeni bir egemen sınıf haline gelmiştir.

Bu betimleme üç temele dayanağa sahiptir: Öncelikle Cliff, Marx’ın Proudhon’u eleştirirken ifade ettiği, mülkiyetin hukuksal biçimini (özel, devlet, vs.) üretim ilişkilerinden bağımsız olarak ele almanın “metafizik bir soyutlama” yapmak olduğu tezini kullanır. Nitekim feodal Avrupa’da lordun özel mülkü ile üyelerinden hiçbirinin özel mülkiyet hakkına sahip olmadığı Katolik Kilisesi’nin ortak mülkü yan yana varolmuştu. Benzer şekilde günümüzün piyasa kapitalizminde devletleştirilmiş sanayi, özel mülkiyet altındakilerle birlikte yer alıyor. Öyleyse mülkiyet biçimleri, temel üretim ilişkileriyle kıyaslandığında ikinci plandadır. Rusya’daki üretim ilişkilerinin sömürüye dayalı karakteri yüzünden Stalinist Rusya devlet kapitalisti bir rejimdi. Bununla birlikte bu sömürü, SSCB’nin dünya kapitalizmiyle ilişkileri dikkate alındığında açıklanabilir. Bu ilişkileri merkezine yerleştiren bir analizde ikinci bir argüman da önem kazanır: “özel mülkiyet” konseptinin anlamı. Özel mülkiyet kavramı genellikle kişisel (bireysel) mülkiyet fikriyle ilişkilendirilir. Bu açıdan yaklaşıldığında SSCB’de neredeyse tüm üretim araçları devlet mülkiyetinde olduğundan sermayenin özel mülkiyetinin söz konusu olmadığı doğrudur. Ancak bir bütün olarak dünya ele alındığında (ister devlet mülkiyetinde olsun ister özel sektörde) tüm sermaye farklı aktörlerin “özel” ellerindedir. Sovyet devlet mülkiyeti de bu anlamıyla “özel”di; çünkü Sovyet vatandaşı olmayan hiç kimsenin (gerçi ideolojik alan bir kenara bırakıldığında gerçekte Sovyet vatandaşlarının çoğunun da) o mülkiyet üzerinde herhangi bir kullanım hakkı yoktu.

Üçüncü dayanak, kapitalizm altında rekabetçi birikimin sistematik mantığı tarafından yönlendirilen sermayeler arası ilişkilerin doğasıyla alakalıdır.

Bu ilişkilerden azade olmayan Stalinist egemen sınıf, kapitalist dünya ekonomisinin yapısına eklemlenme özelliği yüzünden kapitalist bir sınıf olarak tanımlanır. Zorla kolektivizasyon ve sanayileşme sayesinde üretim araçlarının tüm kontrolünün Stalinist bürokrasinin eline geçmesi ile birlikte Sovyet vatandaşı işçilerin tüketimi yoğun bir şekilde birikime tabi oldu (kitabın 1. bölümüne bakınız). SSCB’yi etkisi altına alan rekabetçi tahakküme Stalinist bürokrasinin verdiği tepkinin önünde hiçbir gücün durmasına izin verilmedi: Stalin Şubat 1931’de fabrika müdürlerine şunları söylüyordu: “Gelişmiş ülkelerin elli veya yüz yıl gerisindeyiz. Bu açığı on yılda kapatmalıyız. Ya bunu başarırız ya da onlar bizi ezer”.20

SSCB’nin klasik piyasa kapitalizminin ekonomik rekabet mekanizmalarına karşı sosyalist bir duvar olduğunu savunanlar, onun dünyanın geri kalanıyla ilişkilerini ele almaktan sakındılar. Gerçekten SSCB’nin dış ticaret rakamları 1930’larda hızla geriledi. Fakat Buharin’in de belirttiği gibi genel olarak tüm kapitalist dünyada aynı şey yaşandı. 20. yüzyılın ilk yarısında iki tane dünya savaşının çıkmasından da görülebileceği üzere o dönemki kapitalist rekabet gittikçe askeri bir biçim kazanmıştı. Kapitalist rekabeti sadece ekonomik düzeye indirgeme anlayışı Marksist anlayışa yabancıdır. Ekonomik rekabet, genel kapitalist rekabetin temel biçimlerinden biridir. Ama yine de genel bir olgunun bir unsurudur. Farklı tarihsel dönemlerde rekabetin farklı biçimlerinin ağır basabileceğini kavramak zorundayız. Dolayısıyla SSCB’nin gelişmiş ülkelerle giriştiği rekabette öne çıkan unsur, ağır sanayi ve savaş hazırlığı (silahlanma) oldu; ülkedeki birikim süreci de bunlara tabi idi.

Devlet kapitalizmi çağı

Marx, kapitalizmin doğuşunda devletlerin oynadığı yaşamsal role (“feodalizmden kapitalizme doğru ilerlerken devletlerin süreci ‘hızlandırma, sera görevi görme’” rolü) işaret etmişti.21 Buna ilkel sermaye birikimi sürecine katılım – örneğin dünyanın daha az gelişmiş bölgelerinin yağmalanması gibi yöntemlerle –da dahildi. Daha genel düzeyde Marx “semayenin varoluş koşulları”nı yaratanın devlet olduğunu, her ne kadar şekilsel olarak devletin gücü, mülkiyet haklarının yadsınması olsa da mülkiyet haklarının devlet olmadan etkin işlerlik kazanmasının riskli olacağını belirtmişti.22 Başlangıçta devletin faaliyet alanı sınırlıydı ve ulusal piyasaları (genellikle yönetilen sınıfların iradesinin hilafına olmak üzere emek piyasası da dahil) oluşturma ve rakip sermayeler arasında hakemlik yapma odaklıydı. Fakat 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde devletler, ekonomiye ve topluma sistematik müdahalelerde bulunur hale gelmişti. Rosa Luxemburg’un belirttiği gibi:

“Kapitalist gelişim, devletlerin doğasını kökten değiştirir; onun faaliyet alanını genişletir, ona durmadan yeni işlevler kazandırır [...] ve onun topluma dönük müdahale ve kontrolünü günden güne daha gerekli hale getirir. Bu anlamda kapitalist gelişim, devlet ile toplumun müstakbel kaynaşmasını yavaş yavaş hazırlar.”23

Bu “günden güne gerekli” olma durumu neden ortaya çıkar? Gelişmiş ülkelerdeki kapitalist sanayileşme, toplumun sınıfsal yapısını değiştirdi: Şehirlerde yoğunlaşan, gittikçe daha eğitimli hale gelen ve sendika ve sosyalist partilerde örgütlenen yeni bir emekçi sınıfı – kapitalizmin “mezar kazıcısı” – ortaya çıkardı ve onu hızla büyüttü. Ulusal çapta emek hareketlerinin yarattığı baskı, devlet-toplum ilişkilerinde bir dönüşümü ortaya çıkartan, devletin koruyucu hukuki tedbirler alması ve sosyal reform yapılmasına dönük uygulamaların kabul edilmesini beraberinde getirdi. Karl Polanyi, devlet düzenlemelerindeki artışı bir “ikili eylem”in ikinci unsuru (ilk unsur olan ve toplumu “yok eden” piyasalaşmaya tepki) olarak ele alır. Ona göre bu ikinci unsur piyasalaşmanın “kendi kendini imha mekanizmasının etkilerini törpülemeye dönük, koruyucu karşı hamle”dir.24 Önceden toplumu “piyasanın bir eklentisi” haline getiren aynı devlet, artık ekonomiyi daha geniş toplumsal ilişkilerin içine yerleştirme ve emek gücünün ve daha geniş düzeyde toplumsal bağların yeniden üretiminin altyapısını sağlama sürecine kendini adamıştı.25 Avrupa’daki değişik politik rejimlerde piyasa koşulları dâhilinde refah devleti işyerlerini, toplum sağlığını, sosyal sigortayı vb. kapsayan uygulamaları ortaya çıktı.

Devletin artan rolünü tam olarak kavrayabilmek için “ulusal sınırlar” alanının ötesine geçmemiz gerek. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da kapitalizmi doğduğu topraklar olan Batı Avrupa’dan hızla yayılıp tüm dünyayı saracak bir düzen olarak ele almaları son derece doğruydu. Ancak onların, kapitalizmin yarattığı dinamizmin “tüm Çin Setlerini alaşağı edeceği” ve “ulusal farklılıkların ve halklar arasındaki düşmanlıkların gün geçtikçe yok olacağı” argümanları ilerleyen yıllarda yarı-doğrulandı.26 Kapitalizmin küresel yayılması ulusal ekonomileri ve firmaları korumaya dönük tedbirleri bir yandan ortadan kaldırırken bir yandan da yeniden devreye soktu.

İlk gelişmiş kapitalist toplum olan Britanya 1860’da küresel endüstriyel çıktının yüzde 40’ından fazlasını üreterek dünyanın geri kalanına kapitalizmin önceki üretim tarzlarından daha üstün olduğunu ispatladı. Britanya’nın liderliğinin ve yayılmacı politikalarının tehdidi altında kalan kapitalist gelişme yoluna daha sonra giren Almanya, Rusya ve Meiji sonrası Japonya gibi ülkeler, dünyanın liderini taklit etmeye başladı. Fakat Britanya’nın kapitalist kalkınmada izlediği yol – organik, tedrici kalkınma – ona yetişmek isteyenler için uygun değildi. O yüzden sonradan kalkınanlar, toplumsal ve ekonomik değişimi organize etmek üzere devleti işe koştular. Böylece devlet, kapitalist kalkınmanın çok sıcak bir “sera”sı haline geldi. Devletler, bir yandan Britanya’nın daha önceden yaptığı gibi ulusal piyasalar (emek ve diğer mallar için) inşa ederken diğer yandan da sermaye birikimini hızlandırmaya dönük bir sürü tedbir uyguladı: Dış borçlanma, tasarrufları artırmaya dönük kamu tasarruf bankaları kurma, büyük altyapı yatırımları ve teknik eğitim programlarını geliştirme, vb.

Kapitalist dönüşümün rekabetçi baskısı dolayısıyla devletin liderliğinde kalkınan Britanya’nın rakipleri, klasik kapitalist liberal modeli altüst etmek zorunda kaldı. Kapitalizmin gittikçe küreselleşmesinin basıncı altında devletler dönüşüme uğradılar. Fakat güçsüz duruma düşmediler; varolan toplumsal yapılar, kültürler, kurumsal düzenlemeler ve politik koşullar ile bu baskılar arasında aracılık yaptılar ve bu baskıları da dönüştürdüler. Bolşevik liderlerden Nikolai Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi isimli kitabında dünya ekonomisinde karşılıklı bağımlılığın arttığına işaret eder; ama aynı zamanda uluslararasılaşmanın “kapitalist çıkarların ulusallaşması yoluyla ortaya çıkan karşı bir akım”ı tetiklediğini belirtir.27 Sermayeler gittikçe yoğunlaşırken kendi devletlerinden sömürgeler için girişilen rekabet, pazara ve hammadde kaynaklarına erişim ve dış yatırım fırsatları konularında yardım aldılar. Liberal kapitalizm, devletleşmiş versiyonu karşısında sürekli kan kaybederken ekonomik rekabet, devletler arası husumetle arasındaki bağları kuvvetlendirdi. Kapitalist rekabet her geçen gün askeri bir biçim kazandı. Bu durum kendisini en açık şekilde büyük güçler arasında 1914’te savaşın patlak vermesine yol açan askeri rekabette ortaya koydu. Marksizmin yeniliğe kapalı ve basmakalıp kimi versiyonları devletle kapitalizmin birbirine bağlı, aynı toplumsal iktidarın farklılaştırılmış şekilleri ve aynı kapitalist mantığın ürünü olduğunu reddeden modeller ortaya koyar. Tersine, Marksist coğrafyacı David Harvey, üretim biçiminin sadece ekonomiyle alakalı olmadığını tartışır. Ona göre üretim şekli aynı zamanda;

... üretimin her çeşidi, ticaret, dağıtım ve tüketim ilişkileri ile birlikte kurumsal, yargısal ve yönetimsel düzenlemeler, politik örgütlenme ve devlet aygıtı, ideoloji ve toplumsal (sınıfsal) yeniden üretimin karakteristik biçimleri [ile de bağlantılıdır]. Biz “kapitalist”, “feodal”, “asyatik”, vb. üretim biçimleri arasında bu sayede karşılaştırma yapabiliriz.28 

Kapitalist üretim tarzı altında çeşitli ulusal kapitalizmler kendi özelliklerini koruyorlar. Bunun sebepleri arasında ülkenin iç sınıf dengeleri ve önceki sınıf mücadelelerinin bıraktığı kurumsal, kültürel ve iktisadi miras var. Yine de David Coates’in ifade ettiği gibi bu gerçekler dünyada “indirgenemez çoklu ve kompleks bir görünüm yaratsa da bu yüzeysel çeşitliliğinin kendi yapısal mantığı var. Bu mantık kapitalizmin zaman içinde bir dünya sistemi olarak, eşitsiz bir şekilde gelişmesine bağlı”.29 Küresel birikim rekabeti ve onunla beraber gelişen askeri rekabet 1928 sonrasındaki Stalinist rejimin gelişmesi için vazgeçilmez analiz kılavuzumuz olmalı.

Günümüzde devletler ve kapitalizm

Kapitalizmin dinamizmi, Cliff ’in “kaskatı ortodoksluk” hakkındaki uyarısının tüm Marksist öngörüler için de geçerli olması sonucunu doğurur. Neo-liberal yeniden yapılandırma ve küreselleşmenin 40 yılı, yaklaşık 75 yıl varlığını sürdüren devlet kapitalizmi modellerinin aşınmasına veya (Sovyet stili biçimi özelinde) çökmesine yol açtı. Bunun devletler ve devlet-sermaye ilişkisindeki etkileri şunlar oldu:

Dünya ekonomisinin unsurlarının bağları kuvvetlendi ve ulusal ekonomiler daha açık hale geldi: Örneğin Türkiye’de dış ticaretin GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) içindeki payı 1960’ta yüzde 6 iken 2016’da yüzde 47’ye çıktı.30 Kamusal politikalar, küresel düzeyde faaliyet gösteren özel sektör tarafından yönlendirilir ve onun menfaatine çalışır hale geldi. Bu politikalar uluslararası sermaye piyasaları, küresel derecelendirme kurumları ve Dünya Bankası gibi uluslararası finansal kurumlar tarafından yönetiliyor. Devletin sahip olduğu firmaların (KİT) üretimlerinin milli gelir içindeki payı genel olarak düştü ve devletlerin elindeki pek çok varlığın mülkiyeti özel firmaların eline geçti. Kamusal iktisadi planlama (özellikle sendikaların da dahil olduğu yerlerde) kaybolup gitti. Devletin sağladığı refah hizmetleri on yıllardır kemer sıkma politikaları yüzünden azalma eğiliminde. Birçok refah hizmeti artık özel şirketler tarafından sunuluyor.

Peki, bütün bunlar devlet kapitalizmi döneminin sona erdiğini mi gösteriyor? Bazı marksistler şu anda “ulus ötesi” çağda yaşadığımızı iddia ediyor; fakat bu noktada çok dikkatli olmamız lazım.31 Kamu harcama düzeylerini gösteren aşağıdaki tablo hem 20. yüzyılın başından itibaren devletin ekonomi içindeki rolünün artma eğiliminde olduğunu, hem de bu eğilimin toplam kamu harcamalarında herhangi bir azalmanın olmadığı neo-liberal dönemde de aynen devam ettiğini gösteriyor:

GSYH içinde kamu harcamalarının payı (14 gelişmiş ülkenin ortalaması - %)32

1913 1920 1960 1980 1990 1996
9,1 15,4 28,5 43,3 46,1 47,1 

 

Neo-liberal küreselleşmenin direksiyonundaki ülke olan ABD’ye ait yakın dönem rakamları aynı gerçeği doğruluyor: Kamu harcamalarının GSYH içindeki payı, yaklaşık olarak neo-liberal dönemin başlangıcı kabul edilebilecek 1979 yılında yüzde 33’tü ve ilerleyen yıllarda bu rakamın altına hiç düşmedi. 2008 krizi ertesinde, 2009’da yüzde 43’e tırmanan bu oran 2015’te yüzde 38’e geriledi.33 Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) oranları, dünyanın en gelişmiş 35 ülkesinin ezici çoğunluğunda aynı genel eğilimin yaşandığını gösteriyor.34

2012’de İngiliz burjuva dergisi The Economist, Çin’in artan gücü ve SSCB yıkıldıktan sonra Putin yönetimdeki “kamulaşmış” Rusya’nın toparlanmasına odaklanarak “devlet kapitalizminin yükselişi” uyarısında bulundu (dergi, batı kapitalist ülkelerini görmezden geldi).35 Derginin yayınladığı rakamlar, menkul kıymetler borsasındaki varlıkların yüzde 80’inin Çin’de devlet işletmelerinin elinde olduğunu gösteriyordu. Rusya’da bu oran yüzde 62’ydi. Bunun anlamı Çin ekonomisinin yüzde 80’inin devletin kontrolünde olduğu değil (gerçekte kamu sektörü sanayi varlıklarının yüzde 40’ına sahip olmasına rağmen toplam üretimin yüzde 20’sinden azını gerçekleştiriyor), Çin’de büyük şirketlerin çoğunluğunun devletin elinde olduğudur.

Devletin etkisi başka mekanizmalar vasıtasıyla da ortaya çıkıyor. Devlet, Çin’in en büyük 150 şirketinin en büyük hissedarı. Ayrıca çok sayıda firmada stratejik hissedar pozisyonunda. Bu sayede Çin’de devlet, ekonominin kilit sektörlerini kontrol altında tutabiliyor. KİT’lerde ve çok sayıda büyük özel şirkette faaliyette bulunan komünist parti hücreleri, devletin ekonomideki kontrolüne yardımcı oluyor. Devlet, ayrıca şirketlerin yönetim kurulu üyelerinin belirlenmesi ve işçi ücretlerinin kontrolü süreçlerine müdahil oluyor. Bunun yanında finansal sektörde de önemli bir nüfuzu var. Dünyanın en büyük bankacılık sektörü – ve dünyanın en büyük dört bankası – Çin’de (ve dördü de devlet bankası).36 2008 krizi sırasında devletin ekonomiyi canlandırma programının bir parçası olarak Çin bankaları firmalara inanılmaz miktarlarda borç para – Çin GSYH’ının yüzde 14’üne varan düzeylerde – akıttı. 2009’da verilen borçların yüzde 85’i devletin mali kurumlarıyla yakın ilişkilerinden fayda sağlamaya devam eden KİT’lere gitti. Onların bu borçlar için ödedikleri faiz, özel sektör firmaları için açılan kredi faizlerinin üçte birini ancak buluyordu. Ekonominin krediye boğulmasından beri ne zaman batık kredi, bankalara hücum, sermaye kaçışı ve borsada ani düşüş yaşansa ve bunların kaçınılmaz sonuçları ortaya çıksa, devlet hemen tekrar sahneye adım attı. Çin devleti son derece güçlü, ama 2008’de ABD’de başlayan kriz, en güçlü devletin bile kapitalist krizi tamamen bertaraf edemeyeceğini gösterdi. Bugün Çin’de Cliff ’in durgunluk krizi öngörüsünün esintileri hissediliyor.

Sovyetler sonrası Rusya’da devletin üretken varlıklarının özelleştirilmesinde aslan payını kapanlar bürokratlar ve onların çocukları (bunların çoğu Sovyet Devleti’nin Konsomol - Genç Komünist - hareketinin lider kadrolarıydı) oldu. Devlet kapitalisti rejiminin egemen sınıfının kendisini sermayenin bireysel sahipleri haline getirmesi sırasında bunların işgal ettikleri makamların önemi Tony Wood tarafından ortaya kondu. Wood şunları yazdı: “Bu elitin ortaya çıkması ve güçlenmesi, devletin belirleyici müdahalesi olmadan mümkün olamazdı”.37 Yakın zamanda Putin, oligarkların sahip olduğu firmaları birleşmeye ve belli ölçüde merkezi koordinasyona itaat etmeye zorlayarak merkezi devlet otoritesini yeniden güçlendirdi. Kilit sanayileri ve büyük firmaları devletleştirdi. Devletin milli gelir içindeki payı 2005 ile 2017 arasında yüzde 35’ten yüzde 70’e yükseldi. Devlet, Rus ekonomisinin kaptan köşküne yeniden çıktı; Sovyet zamanındaki doğrudan sahiplik yerine bu sefer büyük hissedar olarak orada. İşçi sınıfı için bu iki durum arasında fazla bir farklılık söz konusu değil.

Küresel ekonomide devletlerin önemlerinin değişmeden kaldığının bir başka işareti, devletlere bağlı ulusal varlık fonlarının artan ağırlıklarıdır. Bu fonlar genellikle Körfez Ülkeleri ile birlikte anılırlar, ama böylesi fonlara sahip başka pek çok ülke (örneğin şu anda fonların en büyüğüne sahip Norveç gibi) var. Dolayısıyla devlet ile sermayeyi karşılıklı bağımlı hale getiren bağlar, The Economist’in endişelerinin odağındaki Rusya ve Çin’le sınırlı değil. Daha “piyasacı” bir ülke olan ABD’de uzun zamandır devlet, savunma harcamaları vasıtasıyla uzay-havacılık, bilişim, mühendislik ve elektronik gibi sektörlerde yer alan firmalara destek sağlıyor. 1980’lerin ortalarındaki Stratejik Savunma Girişimi (“Yıldız Savaşları”) programı dahilinde araştırma ve diğer alanlardaki ihalelerin ezici çoğunluğu Amerikan şirketlerine verildi. “Yıldız Savaşları”, silahlanma merkezli, kocaman bir endüstri politikasıydı; John Palmer’a göre program, ABD’nin “Avrupalılar ve Japonlara karşı dünya yüksek teknoloji liderliğinde rakip tanımaz üstünlüğü”nü yeniden kazanma amacıyla oluşturulmuştu. 1986’nın sonuna gelindiğinde program için yapılan toplam harcama yaklaşık 14 milyar dolardı ve bunun sadece 100 milyon dolarlık (yüzde 0,7) kısmından Avrupalı firmalar istifade etti.38 Bu programdan istifade etmiş dönemin küçük firmaları, içinde faaliyet gösterdikleri sektörlere hükmeder haldeler ve artık küçük değiller. Onlar, The Economist’in canını sıkacak, biz Marksistler için ise hiç de sürpriz olmayacak şekilde “genellikle yöneticilik pozisyonlarına Washington’la içli-dışlı olanları getiriyor, lobici ordusu besliyor” ve devletin vergi indirimlerine bel bağlıyorlar.39 Avrupa Birliği, ABD’nin savunma harcamaları vasıtasıyla ileri teknoloji sektörlerindeki Amerikan şirketlerine verdiği muazzam destek yüzünden derin bir endişe duyuyor ve Microsoft, Apple ve Google gibi firmalar yüzünden sürekli hale gelen transatlantik çekişmeler, “ulusal şampiyonlar”a verilen devlet desteğinin uzun vadeli müttefikler arasında bile sorun kaynağı oluşturduğunu gösteriyor.40

Dünyanın çeşitli kapitalist ülkeleri arasındaki bir başka (ve daha ileri düzeydeki) benzerlik, devlet-sermaye- emek ilişkisine dair. Neo-liberal küreselleşme hiçbir zaman sadece ekonomik bir olgu olmadı; ekonomik krizlerin geri dönüşünden ve 1960’lı- 70’li yıllardaki yüksek işçi militanlığı döneminden sonra karlılığı artırmak ve sermayeyi güçlendirmek için batılı güçlü devletler tarafından oluşturulan bir strateji idi. Önceden verilmiş sınıfsal tavizleri (kilit öneme sahip ülkelerde 1970’lerin sonu ve 80’lerin başında sendikaların elde ettiği bir dizi başarı da dahil olmak üzere) ortadan kaldırmaya dönük neo-liberal yeniden yapılandırmaya uygun koşulları yaratmaya yardım etmek için devletler, zor aracına başvurdu. Yenilgi yaşayan işçiler arasında Amerikan hava trafik kontrolörleri, İngiliz çelik ve maden işçileri ve İtalyan Fiat işçileri vardı. Bunun peşinden sosyal refah, politikanın büyük şirketler çıkarına belirlenmesi ve emek üzerinde piyasa baskısı oluşturma konularında sermayenin kendine güveni gittikçe arttı. Devletin ağırlığının daha fazla olduğu ülkelerde devlet, emek gücünün düzenlenmesine daha fazla karışır hale geldi (genellikle devlet güdümlü sendikalar veya aktivistlere baskı kurma ve onları tutuklama vasıtasıyla). Her ne kadar geçtiğimiz yıllarda Çin’de belli sektörlerde ücret düzeyi artmış olsa da 2010’da işçilerin baskısıyla karşılaşan, genelde uysal bir tutum içinde olan, devlet güdümlü Tüm Çin Sendikalar Federasyonu 1983’te yüzde 56,5 olan ücretlerin milli gelir içindeki payının takip eden 22 yıl boyunca sürekli düşmesi sonucu 2005’te yüzde 36,7’ye gerilediğinden şikayet ediyordu.41

Yine de sınıflı toplumlarda işçi sınıfının devlete ve onun meşruluğuna karşı (tüm vatandaşlar adına yürütüldüğünü söyleme hakkıyla birlikte) mücadele etme potansiyeli her zaman vardır. Bu mücadelelerin yükseldiği yerde devletler, baskı araçlarına başvurur. Ama aynı zamanda milliyetçi ideoloji ve söylevler vasıtasıyla yönetilen sınıfları “kendi” ulus-devletleriyle birlikte hareket etmeye çağırır. Immanuel Wallerstein’a göre burada devletlerin amacı “açık sınıfsal engellerin yerine ulusal - veya gizli sınıfsal – engeller” kullanmaktır.42 Kriz ve toplumsal alt-üst oluş dönemlerinde egemen sınıf, bu aracı sürekli kullanır. Stalin’in devlet kapitalizmini inşa etmeye dönük karşı-devrimi sırasında Lenin’in enternasyonalizmini bir kenara bırakıp Büyük Rus milliyetçiliğine yeniden hayat vermesi ve ilk kez 1924’te ortaya atılan tek ülkede sosyalizm saçmalığına sarılması ne şaşırtıcıdır ne de tesadüf. 

Bolşevik liderlerin önce reddettiği, sonra alaya aldığı Stalin’in projesi, bürokrat katmanlarında desteğini yavaş yavaş artırdı. Bu katmanlar 1928’den itibaren kendilerini yeni devlet kapitalisti rejimin egemen sınıfı haline getirecekti. Bu sınıf için enternasyonalizm sadece yabancı bir görüş değil, aynı zamanda kendi iktidarlarına yönelmiş bir tehditti: İç politikada Stalinizmin, Leninizm’in haklı mirasçısı olduğu iddiası üzerinde şüpheler uyandırıyordu. Dış politika alanında ise Stalinizmin artık devrimci “maceracılık” olarak nitelendirdiği enternasyonalizm, dış ülkelerle ilişkilerde sağlanan göreli istikrarı (ki gelişmiş ülkeleri hızla yakalama iddiasında olan Stalinizmin buna ihtiyacı vardı) bozma riski taşıyordu. Stalin’in Sovyet Birliği dünyada egemen düzen ve güçlerle uyumunu artırıp proleter enternasyonalizmden vazgeçti ve dünya komünist partilerinin bu çizgiye çekilmesi için parti liderliklerinde (özellikle Moskova’da olan liderler) büyük bir temizlik yapıldı. Eski liderlerin yerine geçenler, ulusal politikalar ve ulusal gelişme merkezli fikirlerle (ve savaş sırasında faşizme karşı “ulusal birlik” düşünceleriyle) donatılmışlardı. Yeni politika; mekanik, devrimci liderliği nesnel güçlere teslim olmaya zorlayan bir “Marksist” ideoloji ile tahkim edildi. Bu “Marksizm”e göre sosyalizm için “nesnel koşullar olgun değil”di. Fakat tüm bunlar, Sovyet egemen sınıfın çıkarlarını korumaya dönük bahanelerdi ve Stalinistler, batılı müttefiklerinin baskısıyla 1943’te Komintern’i (hem de göstermelik bir kongre dahi düzenlemeden) dağıttılar. 

Tüm dünyadaki komünist partiler, 1943’ten çok daha önce sosyalizm yerine ulusal kalkınma hedefini ikame etmişlerdi. Bu, reforme edilmiş kapitalizme bağlılığı ve ulusal burjuvazinin sözde “ilerici kanat”ı ile ittifak kurmayı beraberinde getirdi. “İlerici kanat”, ikiyüzlü bir müttefik olduğunu hemen ispatladı ve savaşın ertesinde bunun yıkıcı etkileri görüldü: 

Fransız ve İtalyan komünist partileri, anti-faşist direniş hareketini sosyalist mücadeleye dönüştürmek yerine kapitalizmin yeniden istikrar kazanmasına yardımcı olurken, aynı anda dünyanın pek çok koloni ve azgelişmiş ülkenin “ilerici burjuvazi”si kendisine güveni geldiği anda ulusal çıkarlar uğruna politik bağımsızlıklarından gönüllü olarak feragat eden komünistlere silahını doğrulttu (bilhassa Ortadoğu’da; ama bu durum başka yerler de ortaya çıktı). Milliyetçilik belki bazen emperyalist güçlerin durdurulmasında (örneğin Vietnam’da veya Nasır’ın Mısırı’nda ve islamcı İran’da) işe yarayabilir. Ama solun milliyetçilikle uzlaşması, işçi sınıfının bağımsız çıkarları ve sosyalizm mücadelesi için ölümcül sonuçlar doğurur.

Günümüz dünyasına geri dönersek; sınıf güçleri ve uluslararası sistemin dengesindeki değişimler, milliyetçiliğin yoğunluğunun sabit kalmaması anlamına geliyor. Fakat çeşitli alanlardaki (ekonomik, politik, askeri, vs.) krizler, kapitalizmin değişmez özelliklerinden biridir. Devletlerin milliyetçiliği yardıma koşmaları, kapitalist dünya sisteminin en büyük özelliklerinden birisidir. Dahası emek mücadelesi milliyetçilikle baş edemezse, bağımsız işçi sınıfı hareketi kurma ve uluslararası dayanışma inşa etmekte de başarısız olur. Bu, Lenin’in zamanında olduğu kadar şimdi de dünya işçi sınıfı için zaruri bir meseledir: Trump’ın Amerikası, Brexit oyu veren Britanya, Abe’nin Japonyası, Modi’nin Hindistanı ve milyonların faşist Le Pen’e oy verdiği bir Fransa sosyalizmin veya işçi sınıfının dostu olamaz; ha keza milliyetçiliği azdıran Xi Jinping ve Putin iktidarı da. Cliff ’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi kitabı kayda değer bir kazanımdır. Kitabın ilk yazıldığı dönemde neredeyse tüm dünya – hatta Marksist cepheden Stalin’i eleştirenler bile – Sovyetler Birliği’nin (öyle ya da böyle) sosyalist olduğuna inanıyordu. Bu kitap, “ortodoksluk”un engelleyici etkisine rağmen Cliff ’in gerçeklikle dimdik yüzleşme inatçılığını ortaya serer; gerçeklik, Cliff ’in o zamana kadarki fikirlerine meydan okumasına rağmen o, bu inatçılığından taviz vermez. Onun sağlam karakteri olmasaydı bu kitap yazılmayacak ve Stalinizmin devrimci cepheden eleştirisi, bir dizi izole Marksistin ve militanının kişisel görüşü olarak kalacaktı. Fakat kitap daha nesnel bir önem taşıyor. Öncelikle Stalinist yazarlar tarafından resmi ideoloji olarak üretilen, basmakalıp ve mekanik “Marksizm”e karşı, gerçek Marksist metodun dünyayı açıklama kapasitesini ortaya koyuyor ve böylece kendi kurtuluşunu arayan emek hareketinin karşısına çıkan görevleri netleştiriyor. İkinci olarak “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” fikrini tekrar Marksizmin merkezine yerleştiriyor. Zira işçi sınıfının devrimci öz-faaliyeti ve örgütlülüğü dışında hiçbir yöntem (Stalinist veya sosyal demokratik tepeden inmeci projeler dahil) sosyalizmi getiremez. Bu, bugün için olduğu kadar 1947-48 dönemi için de doğruydu. İşçi devrimine giden yolda pek çok engel var, ancak Cliff ’in devlet kapitalizmi teorisi, SSCB’nin (devlet formunu almış Stalinizmin) bu engellerden biri olmadığını gösteriyor.

Bugün devrimci sosyalizmden etkilenen herkes, Marksizmin bu klasikleşmiş eserini okuyarak çok büyük fayda sağlayacaktır.

Çeviri: Mesut Çelebioğlu  

Enternasyonal Sosyalizm - Mayıs 2018

Dipnotlar

1 Bkz. Chris Harman’ın 1988 baskısı için yazdığı önsöz

2 A. Gramsci, Selections from the Prison Notebooks (Q. Hoare and G. Nowell-Smith (eds)), Londra, Lawrence and Wishart, 1971, s. 336.

3 L. Martov, “Letter to Axelrod, 19 November 1917“ - I. Getzler, Martov, London, Cambridge University Press, 1967, s. 172.

4 A. Rosmer, Lenin’s Moscow, London, Bookmarks, 1987, s. 247.

5 V.I. Lenin, On the Great October Socialist Revolution, Moscow, Progress Publishers, 1967, s. 76

6 A. Harman, “Rusya: Devrim Nasıl Kaybedildi” - Ekim Devrimi kitabı içinde; Marx21 Yayınları, 2017, s. 249.

7 Alıntılayan Harman, A.g.e.. s. 255

8 V.I. Lenin, Theses for a Report on the Tactics of the RCP, A. Adler (ed.), Theses, Resolutions and Manifestos of the First Four Congresses of the Third International London, Pluto Press içinde, s. 206.

9 Alıntılayan L. Trotsky, The Permanent Revolution and Results and Prospects, New York Pathfinder Press, 1969, s. 154.

10 V.I. Lenin, “Letter to the Congress”, G. Fyson (ed.) Lenin’s Final Fight 1922-23. Speeches and Writings, London, Pathfinder Press, 1995 içinde, s. 179-200

11 M. Reiman, The Birth of Stalinism (Stalinizmin Doğuşu), London: I.B. Tauris & Co. Ltd., 1987, s. 82.

12 A.g.e., s. 81.

13 A.g.e., s. 61.

14 A.g.e., s. 66.

15 A.g.e., s. 86.

16 A.g.e., s. 86.

17 A.g.e., s. 99-114.

18 L. Trotsky, The Revolution Betrayed: what is the Soviet Union and where is it going?, New York, Pathfinder Press, 1972; M. Reiman, The Birth of Stalinism, London: I.B. Tauris & Co. Ltd., 1987, s. 86; A. Rosmer, Lenin’s Moscow, London, Bookmarks, 1987, s.

254.

19 L. Trotsky, The Revolution Betrayed: what is the Soviet Union and where is it going?, s. 249.

21 K. Marx, Capital cilt 1, Moscow, Foreign Languages Publishing House, 1954, s. 751.

22 K. Marx, Grundrisse, Harmondsworth, Penguin, 1973, s. 507.

23 R. Luxemburg, Reform or Revolution, London, Bookmarks, 1989, s. 43.

24 K. Polanyi, The Great Transformation, Boston Mass., Beacon Press, 1957, s. 76.

25 A.g.e., s. 57.

26 K. Marx ve F. Engels, ‘Manifesto of the Communist Party’ (Komünist Manifesto), Karl Marx, Selected Works volume 1 içinde, London, Lawrence and Wishart, 1942 , s. 209, s. 225

27 N. Bukharin, Imperialism and World Economy, London, Merlin Press, 1987, s. 62.

28 Harvey, The Limits to Capital, new edition, London, Verso, 1999, s. 25, fn.12

29 Coates, Models of Capitalism: Growth and Stagnation in the Modern Era, Cambridge, Polity Press, 2000, s. 226.

30 Dünya Bankası verisi için bkz. http://data.worldbank.org/indicator/ NE.TRD.GNFS.ZS? locations=TR

31 Bir eleştiri için bkz. A. Budd, ‘Transnational Marxism: a critique’, Contemporary Politics, 13 (4), 2007.

32 The Economist‘ten uyarlandı, 1997, s. 11.

33 OECD verisi için bkz. https://data.oecd.org/gga/general-government-spending.htm.

34 Bkz. http://www.oecd-ilibrary.org/governance/government- at-a-glance-2015/  general-government- expenditures-asa-  percentage-of-gdp-2007-2009-2013 -and-2014_gov_glance- 2015-graph35-en

35 ‘State Capitalism’; The Economist, 21 January 2012 içindeki özel rapor

36 ‘Finance in China’; The Economist, 7 May, 2016 içindeki özel rapor. Hindistan’da da benzer bir durum vardır: Devlet bankaları bankacılık sektöründeki tüm varlıkların üçte ikiden fazlasını kontrol etmektedir.

37 T. Wood, ‘Collapse as Crucible: the reforging of Russian society’, New Left Review 74, Mar-Apr 2012, s. 17

38 J. Palmer, Europe Without America? The Crisis in Atlantic Relations, Oxford, Oxford University Press, 1988, s. 72; s. 197, dn.26)

39 ‘The Rise of the Superstars’; The Economist, 17 September 2016 içindeki özel rapor

40 Avrupa’nın endişelerine bir örnek için bkz., A. James, U.S. Defence R&D Spending: An Analysis of the Impacts - Rapporteur’s report for the EURAB Working Group ERA Scope and Vision, Manchester, Manchester University Press, 2004

41 Hou Lei, ‘Official: wage share decreases 22 years in a row”, China Daily (12 May, 2010); www.chinadaily.com.cn/china/ 2010-05/12/content_9841109.htm.

42 I. Wallerstein, Utopistics: or, Historical Choices of the Twenty-first Century, New York, The New Press, 1998, s. 21.

SON SAYI