Bolşevik Partisi müzelik bir deneyim midir?

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Yıldız Önen, Şenol Karakaş

Parti tartışmaları sınıf mücadelesinin her evresinde ateşli bir şekilde sürüyor. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinde belirleyici bir rol oynayan Bolşevik Partisi’nin deneyleri, bu ateşli tartışmalarda genellikle merkezde oluyor. 1917 Ekim devrimi dışında başarılı başka bir deneyim yaşanmadı. Sayısız parti, sayısız ülkede, sayısız girişimde bulundu ama işçi sınıfının kendi demokratik özyönetim organları üzerinde yükselen bir iktidarın şekillenmesinde işçilere liderlik eden biricik parti deneyimi Bolşevik Partisi’nin mücadelesinde açığa çıktı.1

Bu yazıda, başarılı bir devrime önderlik etmiş olan Bolşevik Partisi etrafında süren tartışmalara değinip, tartışmayı sürdürenlerin ezici çoğunluğunun sorunu bulandırmaktan, önyargılarını teorik yaklaşım gibi sunmaktan öteye geçemediğini göstermeye çalışacağız.

Kuşkusuz Bolşevik Partisi, Rus devrim tarihinin zirvesi olan Ekim Devrimi’nden; Ekim Devrimi, Rus işçi sınıfının içinde şekillendiği ve eylemiyle şekillendirdiği tarihinden ve Lenin’in mücadelesinden; devrimci girişkenliği, teorik-politik yaklaşımlarından kopartılamaz. Lenin’in fikirleri ve mücadelesini ele alan ve alanında benzersiz bir bakış açısına sahip olan Lenin biyografisinin yazarı Tony Cliff, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1917 yılında devrimin gerçekleştiği güne kadar olan bölümü incelediği ikinci ciltte şunları söylüyor:

“Lenin ‘in Nisan’da partiyi silahlandırmada, Nisan, Haziran, Temmuz aylarının beklenmedik gelişmeleri sırasında, Kornilov darbesi ve nihayet ayaklanma boyunca partiye rehberlik etmede gösterdiği başarı, şu yalın gerçeğin ürünüydü: Lenin’in Bolşevizm geleneğini kendi kişiliğinde cisimleştirmiş olması ve uzun yılları bulan zorlu devrimci mücadelenin sonucu olarak, parti kadrolarına güven duyması. Lenin partiyi etkiledi; parti ile sınıf karşılıklı olarak birbirlerini etkilediler. Aynı şekilde, proletarya partiyi yarattı ve parti Lenin’i biçimlendirdi.”2

Devrimin, Bolşevik Partisi’nin ve Lenin’in kaderi

Bu karşılıklı biçimlendirme, partinin, Lenin’in ve Ekim Devrimi’nin tek başına, birisi diğerleri tartışmanın merkezine katılmadan ele alınamayacağını söylemek demektir. Nitekim, Lenin eleştirmeni olup da Ekim Devrimi’ni savunan ya da Ekim Devrimi’ni eleştirip ama Bolşevik Partisi’ni savunana pek sık rastlanmaz. Daha çok Lenin, Ekim Devrimi ve Bolşevik Partisi’ni aynı anda eleştirmek, damgalamak, suçlamaktır hâkim entelektüel eğilim.

1989-1991 yıllarında Doğu Bloku rejimlerinin yıkılması, aynı anda devrimi, Lenin’i ve Bolşevik Partisi’ni eleştirenlerin tarihsel haklılığının kanıtı gibi görüldü. Hem kapitalizm komünizme galebe çalmıştı hem de bir daha leninizmden övgüyle söz etmek cesaret gösterisi olarak algılanacak hale gelmişti. John Rees müthiş makalesi Ekim’in Savusunu’nda 1989-91 yıllarında Doğu Bloku rejimlerinin arka arkaya yaşadığı çöküşlerin ardından başlayan leninizmi ve Ekim Devrimi’ni aşağılama korosuna bir dizi örnek veriyor. Örneğin Marxizm Today editörü Martin Jaques, gelişmeleri “Stalinizm ve büyük ölçüde de leninizm için yolun sonu bu. Halk otoriterliği reddetmiştir.”3 Komünist Parti Genel Sekreteri Nina Temple, “Devrimden bu yana Rusya’ya bakarsanız, işler başından beri bozuk gitmiştir.”4 Bu iki örnek, 1990’lı yılların başında hızla çöken Doğu Bloku rejimlerinin dayandığı stalinizmin, leninizmin devamı olduğunu ve Ekim Devrimi’nin en başından itibaren ‘bozuk’ olduğunu iddia ediyor. Daha acıklı iki örnek ise New Left Review’ün editörü Robin Blacburn’ün yazdıkları: “Marksizm Rus devriminin kaderine ortak olmaktan kurtulamaz.”5 John Rees’in bir zamanların marksisti dediği Paul Hirst ise bütün bir sağcı entelektüel geleneğin içinden geçenleri özetliyor ve Lenin’in daha iyi bir toplum kurma girişiminin “Bolşevik Partisi’nin iktidar tekeline, gizli polis denetimine dayalı sisteme ve özü gereği otoriter olan demokratik merkeziyetçilik uygulamasına” yol açtığını iddia ediyordu.6 Son iki alıntı Ekim Devrimi’nin 1989-91’de yenildiğini ve bu yenilginin marksizmin yenilgisi anlamına geldiğini tartışmasız bir gerçek olarak sunarken, aynı zamanda, gelişmelerin Bolşevik Partisi’nin örgütlenme ilkesinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia ediyor.

Daha eski bir tartışma

Devrimin kaderinin marksizmin yenilgisi olduğu değil fakat Lenin’in savunduğu örgütlenme önerisinin, yenilgisi olduğu sıkça tekrarlanır. Bu demokratik-merkeziyetçilik ilkesinin parti yönetiminin demir yumruğunun otoritesi anlamına geldiği iddiasıyla özetlenebilecek eski bir tartışma. Rusya’da dönemin sosyalistleri, 1903 yılında bir parti kurmak için kongre örgütlediklerinde, ortaya çıkan sonuç tek bir parti değil iki parti, sonuçları 1917 yılında gerçekleşen işçi devrimine de etki edecek olan aşılmaz bir bölünme olmuştu. Birbirinden kopuk işçi örgütlerinin ortak bir devrimci program etrafında bir araya gelmesi ve merkezi bir parti yapısı altında örgütlenmesi için düzenlenen kongre sadece Bolşevik-Menşevik bölünmesiyle sonuçlanmamış, Lenin’in adı etrafında aşırı merkeziyetçi bir parti modelini savunduğu algısının oluşmasına da neden olmuştu. 1904 yılında kaleme aldığı Siyasi Görevlerimiz broşüründe, Lenin’in yığınların gücüne güvenmediğini, dışarıdan ve kafalara zorla kazınan bir marksizmi savunduğunu iddia eden Troçki meşhur tanımını yapar: “Lenin’in metodu şuraya gider: Parti örgütü (kongre) önce tüm olarak partinin yerine geçer; sonra Merkez Komitesi örgütün yerine geçer; sonunda bir tek ‘diktatör’ Merkez Komitesinin yerine geçer…”7

Lenin’in üzerine yapışan, 100 sene sonra hala leninizm tartışmasında, devrimin kaderini çizen güçlerin ele alındığı polemiklerde ve Doğu Bloku’nun çöküşünün kökenlerini araştıran analizlerde akla ilk gelen suçlama, 100 küsur sene önce ilk kez Troçki tarafından dile getirilen bu eleştiri olmuştur. Oysa, parti tartışmasında Lenin’in dile getirdiği görüşün, Troçki’nin dile getirdiği eleştirilerle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu konu o kadar yanlış anlaşıla gelmiştir ki, Deutscher bile olağanüstü bir çalışma olan Troçki biyografisinde hem Lenin’in gerçekten ne yapmaya çalıştığını fark ettiğini gösteren bir anlatımı tercih ederken8 Troçki’nin Lenin eleştirilerinin 40 yıl sonra iktidara çöreklenecek Stalin’i sezgisel olarak işaret ettiğini ve bu yüzden çok anlamlı olduğunu yazdığında Lenin’in örgütlenme anlayışıyla 1930’ların tek parti diktatörlüğü arasında bağ kurduğunu da kanıtlamış oluyor:

“Kısacası, Troçki’nin, Lenin’i partisi ile dünya arasında duvar çeken bir Rus Robespierre’ine benzetmesi için elinde ne eylem, ne de kuram bakımından, her hangi önemli bir dayanak yoktur… Böyle olduğu halde yazı yine de geleceğin doğru bir aynasıdır. Yazıda gösterilen Rus Robespierre’i Lenin değil, o sırada adı bilinmeyen Kafkasyalı bir Sosyal Demokrat’tır.”9

Lenin’in örgütlenme anlayışı, 1903 kongresinde dile getirildiğinde demir yumruklu parti diktatörlüğü suçlamasıyla yüz yüze kalmanın yanı sıra, Ekim Devrimi’nin bir aşamada yenilgisinin üzerinde yükselen Stalin’in, ‘Kafkasyalı bir sosyal demokratın’ uygulamalarıyla genetik bir bağa sahipmiş gibi düşünülebiliyor.

Troçki gibi ya da onun bu tartışmada hiçbir somut bilgi, belge ve delile dayanmadan Lenin’i işçi sınıfının yerine geçmeyi amaçlayan bir diktatör olduğu iddiasını çürüten Deutscher gibi, Ekim Devrimi’nden yana tutum alan devrimciler ve tarihçiler değil sadece, tartışmanın başladığı dönemde uluslararası sosyalist hareketin önde gelen temsilcilerinin hatta ‘kanaat önderleri’nin çoğu, Lenin’e karşı tutum aldılar. Polonyalı devrimci Rosa Luxemburg, tıpkı Troçki gibi Lenin’e çok ağır eleştiriler yöneltti. Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları başlıklı broşüründe şunları yazdı:

Bir Merkez Komite’nin parti üyelerine, eğitim kamplarındaki askeri birlikler gibi öğretebileceği ayrıntılı taktik setleri olamaz… Bu yüzden sosyal demokrat merkeziyetçilik, parti üyelerinin öncü parti merkezine mekanik biçimde boyun eğmesini ve körü körüne itaat etmesini temel alamaz. Bu yüzden sosyal demokratik hareket, proletaryanın partisinin içinde bulunan sınıf bilinçli çekirdeği ile doğrudan popüler çevresi ve proletaryanın partili olmayan seksiyonları arasına sızdırmaz bir engel dikilmesine izin veremez.10

Rosa Luxemburg tartışmada daha da keskin bir tonla partinin siyasi tehditlere karşı tüzük yöntemleriyle korunamayacağını ilan ederek işçi hareketinin yalpalamasına neden olacak fikirlerin, kararnamelerle engellenemeyeceğini söylüyordu. Lenin, yine aynı suçlamayla yüz yüzeydi: “Gerçekten devrimci bir işçi hareketinin yanılgıları, tarihsel açıdan en iyi ‘merkez komitesinin’ kusursuzluğundan çok daha verimli ve değerlidir.”11 Tartışmaya kuşkusuz dünyanın o günlerdeki en kitlesel partisinin ve aslında dünya sosyalist hareketinin en önemli teorisyeni, bir açıdan çeşitli ülkelerdeki sosyalistlerin arasında devam eden tartışmaların karar vericisi olan Karl Kautsky de katıldı.12

Tartışmaya Lenin hakkında yazılmış en başarılı biyografiyi kaleme alan Tony Cliff ’in bile hatalı bir tutumla katıldığını düşünürsek, sol liberalllerin, ‘eski solcuların’ ya da doğrudan sağ kanat ideologların, leninizme saldırırken daha şevkli olmaları işçi sınıfının öncülerinin örgütlenme şevkine saldırma, sosyalizmin, devrimci bir örgütlenmenin hızla bir parti bürokrasisinin cehennemi iktidarına yol açmak zorunda olduğu fikrini gönül rahatlığıyla işlemelerindeki kolaylaştırıcı iklimi görürüz. Cliff, Rosa Luxemburg’un parti konusundaki fikirlerini ele aldığı biyografi çalışmasında, şu yorumu yapıyor: “Lenin’in 1902-1904’teki durumu, devrimci hareketin yaşamsal, gelişmenin ilk aşamasında, geri, yarı feodal ve otokratik bir rejim altında şekilsizleşmesinin, bozulmasının sonucuydu”.“İleri ölçüde sanayileşmiş ülkelerin Marksistlerine, Lenin’in bu tutumu, bir rehber olarak, Rosa Luxemburg’un tutumundan (kendiliğinden oluş konusundaki aşırı ifadelerine rağmen) çok daha az hizmet edebilir”13.

Tarihsel olaylar Tony Cliff önermesini yaptığında onu çoktan çürütmüştü. 1919-1923 yılları arasında Almanya’da yaşananlar, ileri ölçüde sanayileşmiş ülkelerde de işçi sınıfının günlük mücadelesinin içinde yer alan bir devrimci partinin inşa edilmesinin ne kadar yaşamsal önemi olduğunu gösterdi. 1968 dönemi özellikle Fransa’da genel grev hareketi, devrimci bir partinin varlığı ve yokluğu tartışmasının, tarihin bazı anlarında devrimin varlığı yokluğu tartışmasıyla özdeşleştiğini gösterdi. Lenin’in parti konusundaki fikirlerinde iki özellik iç içedir. Lenin bir yandan dönemin ihtiyaçlarına göre parti örgütlenmesinde özel bir yönü öne çıkartırken, diğer yandan partinin işçi sınıfının eşitsizliğini görerek, sınıfın bütününden farklı bir organizma olduğu konusundaki daha evrensel, dönemin ihtiyaçlarından bağımsız olan ve bir parti teorisinin evrensel ilkesi diyebileceğimiz yanını sürekli aklında tutarak tartışıyor. Öncü parti kavramı, işçilerden dolayısıyla işyerlerinden ayrı, görevi işçilere dışarıdan bilinç taşımak olan bir örgütlenmeyi değil, işçi sınıfının daha aktif, daha tartışmacı, daha mücadeleci, daha isyankar, daha öfkeli, daha çok önde duran kesimlerinin politik birliği olarak kullanılıyor. Aydınlanmış bireylerin, fedakar aydınların işçi sınıfına bilinç götürmesi gibi mekanik gariplikler Lenin’in parti anlayışından bütünüyle uzak eğilimler. 1903’te yaşanan ve ardında bambaşka teorik ayrımların saklı olduğu Rusya’da sınıf mücadelesinin her bir dönemecinde açığa çıkan bölünme, parti üyesi tanımı etrafında ve hiç beklenmedik bir şekilde yaşandı. Lenin’in önerdiği ve etrafında fırtınalar kopartılan, stalinizmin kodlarının gizli olduğu iddia edilen parti üyesi tanımı şöyleydi:

“Parti programını kabul eden ve Partiyi hem maddi, hem de parti örgütlerinden birinin çalışmasına şahsen katılarak destekleyen herkes Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin üyesidir.”14

Lenin, bölünmenin gerçekleştiği kongreden sonra arkadaşlarına yazdığı raporda, Martov’un bu önerideki altı çizilen bölüm yerine şu tanımı önerdiğini yazar:

“Parti örgütlerinden birinin denetimi ve yönetimi altında çalışarak.”15

Bu tanımlar arasındaki farkın bu kadar derin bir bölünmeyi nasıl tetiklediği ayrı bir tartışma konusu ama bu bölünmeden Lenin’in sorumlu tutulması, bu sorumluluğun da nihayet yıllar sonra gerçekleşen Rus devriminin dejenere olmasının temeli olarak görülmesi ilginç. İlginç zira bu tartışmada Lenin’in pozisyonunun bir ülkedeki işçi sınıfı hareketinin partileşme ihtiyacına o ülkenin koşullarından yola çıkarak yanıt üretmeye çalıştığı çok açık. Lenin, daha Sibirya’da sürgündeyken yazdığı bir makalede şunları vurguluyordu:

“İşçileri örgütleyerek, onlar arasında propaganda ve ajitasyon yürüterek, onların kendilerini ezenlere karşı kendiliğinden mücadelelerini bütün bir sınıfın mücadelesi haline, belirli bir siyasal partinin, belirli siyasal ve sosyalist idealler uğruna mücadelesine dönüştürmek Sosyal Demokratların görevidir. Bu, tek başına yerel faaliyet ile erişilemeyecek olan bir şeydir…”

“Şimdi olmayan tek şey, bütün bu yerel faaliyetin tek bir partinin faaliyeti olarak birleştirilmesidir. Bizim başlıca geriliğimiz, yenmek için bütün enerjimizi hasretmemiz gereken şey, yerel faaliyetin dar ‘amatörce’ karakteridir. Bu amatörce karakterden ötürü, Rusya’daki işçi hareketinin birçok görünümü, salt yerel olaylar olarak kalmakta ve Rus Sosyal Demokrasisinin bütününün birer örneği, bütün Rus işçi sınıfı hareketinin bir aşaması olarak önemlerinden pek çok şey yitirmektedirler. Bu amatörlük yüzünden, bütün Rusya’da çıkarlarının ortak olduğu bilinci, işçilere yeterince aşılanamamakta, onlar mücadelelerini, Rus sosyalizmi ve Rus demokrasisi ülküsü ile yeterince bağlayamamaktadırlar. Bu amatörlük yüzünden yoldaşların teorik ve pratik sorunlar üzerine sahip oldukları değişik görüşler merkezi bir yayın organında açıkça tartışılamamakta, bu tartışmalar ortak bir program ortaya çıkarma ve Parti için ortak taktikler yaratma amacına hizmet etmemekte, dar inceleme çerçevesi içinde kaybolmakta ya da yerel ve rastlantısal özgüllüklerin aşırı ölçüde abartılmasına yol açmaktadır. Amatörlüğümüze son vermeliyiz ! Ortak eyleme girişmek, ortak bir Parti programının ortaya çıkarılmasını sağlamak, Parti taktiklerimizi ortaklaşa tartışmak için yeterince olgunlaşmış bulunuyoruz.”16

Bu kadar. Çarlık rejiminin ağır baskı koşullarında Lenin, hem bu baskıya direnebilecek hem de yerel faaliyetleri örgütleyen aktivistlerin polis baskısına karşı korunmasına yardımcı olacak, kabaca özetlemek gerekirse laf değil iş üreten, örgütlenmeye çalışan aktivistlerin birleşik bir parti çatısı altında birleşik bir parti programı kapsamında çalışması için ısrar ediyordu. Bu ısrarın birinci parti kongresi sırasında17 tutuklu bulunan Lenin’in anti demokrat siyasi karakterinin bir özelliği olarak sunulması ve Bolşevik Partisi anlayışının içerdiği evrensel öğelerin silikleşmesi, kuşkusuz sadece o günlerde yaşanan tartışmalardan değil, Bolşevik Partisi’nin akıbetinden bağımsız düşünülemez. Bolşevizmin stalinist mistifikasyonu, bu mistifaksyonla uğraşmak istemeyenlerin işine geldi. Stalinist tarih yazımı kendi siyasal pozisyonunu haklı çıkartmak için, her bir teorik ve pratik adımını leninizmin prestijine (o günlerde leninizm dünyanın en prestijli siyasi akımıydı) yaslamak zorundaydı.

Stalinizm tek parti diktatörlüğüne ihtiyaç duyuyordu, öyleyse Lenin’in örgütlenme anlayışında bu ihtiyacı haklı çıkartacak öğeler antropolojik bir çalışmayla devreye sokulmalıydı. Bu çabanın çok başarılı bir örneğinde şunlar yazıyor örneğin:

“Devrimci deha Lenin, zamanı delerek tarihin gelecekte gideceği yolları gördü. Devrimin lideri; emperyalistlerin iktidarını, kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğini yıktıktan ve emekçilerin iktidarını kurduktan sonra ülkede geri kalmışlığın ortadan kaldırılabileceğini ve ilerlemiş devletlerin, onlara salt yetişmekle kalmayıp geçilebileceğini tahmin etmişti. Tahminleri gerçek oldu.”18

Aynı değerlendirme, Lenin’in uzun süre ne yapacağını bilmeden araştırma ve okuma süreçlerine yoğunlaştığı bilinmesine rağmen şu klişeleri savunabiliyordu:

“Lenin ilk gençlik yıllarından itibaren tamamen devrim davasına, işçi sınıfı davasına yönelmiştir. Tek bir büyük amaca, emekçilerin mutluluğu için mücadeleye hizmet ederek geçirdiği hayatı, her zaman, daimi bir efsanedir.”19

Bu efsaneler, 1920’lerin sonlarında bütünüyle tek bir partinin çatısı altında birleşen bürokrasinin azınlık diktatörlüğünün uygulamalarına güç katmak üzere anlatılırken, bu partinin demokrasi, çoğulculuk, liderlik, uluslararası işçi mücadelelerine yaklaşım gibi bir dizi alanda uyguladığı rejim, 1917 öncesinin Bolşevik Partisi’nin eyleminde zaten içkin olan davranış kalıpları olarak görüldü. Görülmesi gereken, Lenin’in üyelik tanımından bu türden sonuçlar çıkartmanın mümkün olmamasıdır. Bu üyelik tartışmasını, dönemin siyasi baskı koşullarından soyutladığımızda yine de karşımıza monolotik, parti liderliğinin sınırsız yetkilerle donatıldığı bir örgütlnme modeli çıkmaz.

Lenin’in örgütlenmeye yönelik yaklaşımının özünü, yukarıda da değindiğimiz gibi, partinin, işçi sınıfının farklı örgütlenme düzeylerinden birisi olması gerçeği oluşturur. İşçi sınıfı, şekillenmesinin derecesine göre farklı düzeylerde örgütlenme biçimleri geliştirir. Bir kooperatif, bir işçi derneği, bir sendika girişimi, bir devlet tipi ya da küçük bir parti veya kitlesel bir parti. Bu örgütlenme biçimlerinin her biri sınıf mücadelesinin farklı düzeylerini ya da aynı sınıf mücadelesinin farklı bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeylerini ifade eder. Parti, işçi sınıfının bir örgütlenmesidir ama bütün işçi sınıfının bir örgütlenmesi değildir. İşçilerin, burjuvaziden ve onun fikir ve alışkanlıklarından bütünüyle kopmuş olan kesimleri, işçilerin geri kalan kesimlerini birleşik sınıf mücadelesi fikrine kazanmak için bir araya gelen kesimleri, devrimci bir partinin omurgasını oluşturur. Lenin 1903 yılında Ne Yapmalı eseriyle tam da bu omurganın inşa edilmesi için ısrar ediyordu. Bolşevizm’de diktatörlük görenler Lenin’in disiplin, profesyonellik, kararlılık gibi konularda yaptığı vurguların bağlamını hiçbir zaman anlamadılar:

“Lenin’in … disiplin ve örgütlenme konusundaki ısrarı, o zamanlar devrimci harekete egemen olan kaos ve anarşinin ürünüydü. … [Lenin’in vurguları-y.n-] Durmadan birbiriyle ilişkisiz yerel gruplar çıkıyordu ortaya. İlkel ve amatör yapılarıyla polis ajanlarına yem oluyor, çoğu zaman daha ilk broşürlerini çıkarmadan tutuklanıyorlardı. Köken buldukları grev dalgası, onlara mücadeleye katılmak gibi sağlıklı bir istek kazandırmış, ama aynı zamanda bu mücadeleyi toplum içinde sosyalist değişim gibi daha kapsamlı konularla birleştirme konusunda belirgin bir isteksizlikle donatmıştı.”

“Ne Yapmalı’nın ünlü temaları bu zaafları ele almıştı. Yalnızca broşürlerin olduğu bir ortamda Lenin, bir parti matbaası talep etti. Amatörlüğün olduğu yerde profesyonellik talep etti. Sendikalizm ve ekonomizm olan yerde politika talep etti. Yerellik olan yerde koordinasyon ve merkez talep etti. Bütün bunlarda pasif değil, aktif bir üyelik istiyordu.”20

Bu, hem işçi sınıfının mücadele etmeye istekli kesimlerinin politik ve örgütsel birliğini sağlamak hem de bu kesimlerin işçi sınıfı kitlelerini harekete kazanmak için başladıkları hareketlenmenin sürekliliğini sağlamak için yapılan bir öneriydi. Devrimci bir partinin, neden öncü işçilere yaslanmak zorunda olduğu, önemli bir tartışmadır ve sanıldığını tersine, sadece bu eğilim bir partinin iç işleyişinde demokrasinin güvencesi olabilir.

Bolşevik Partisi monolotik miydi?

Lenin’i tarihin efsanevi kişiliklerinden birisi olarak ele alan stalinist tarih anlayışıyla stalinizmi eleştiren ama tarih anlayışını eleştirmeden aynen kopyalan sol liberal, demokratik sol ya da özgürlükçü sol/sosyalizm geleneği içinde yer alanlar ‘çoğulcu parti’ kavramına özel bir vurgu yaparlar. Çoğulcu parti, esas olarak ideolojik bir parti olarak kodlanan leninist parti anlayışının karşısına konumlandırılır. İdeolojik, dar ve sekter! İşte leninist parti! Çoğulcu, esnek, hatta neredeyse plastik olduğu düşünülen partiler daima Lenin’in parti anlayışından kopmak gerektiği fikriyle birlikte tartışıldı.

1990’ların başında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyalist sol, sosyalizmin sorunlarını tartışmaya başladı. Bu kaçınılmazdı zira sosyalizm duvarın altında kalmıştı. Duvarın altından çıkış için akla gelen ilk formül, çoğulculuk olmuştu, çoğulculuk tartışması, giderek, demokrasiye, demokrasi de sosyalist demokrasi tartışmasına bürünmüştü. Sosyalist demokrasi tartışmalarıyla Doğu Bloku rejimlerinin yıkılışını açıklamaya çalışmak, iki yanlışı aynı anda yapmaya neden oldu. Yanlışlardan birisi, 1960’ların sonu ve 1970’ler, 1980’ler boyunca mücadele eden örgütlü sol güçlerin örgütlenme modeli, leninist parti anlayışının bir ürünü olarak kavranmış, kodlanmış ve bu örgütlerin ezici çoğunluğunun sahip olduğu monolotik yapıdan Bolşevik Partisi’nin örgütlenme anlayışının sorumlu tutulmuş olmasıydı. İkincisi ise Doğu Bloku rejimlerinin tek parti diktatörlüğü yerine çoğulcu bir

sosyalizmi tercih etselerdi, çökmekten kurtulma şansı taşıdıklarının düşünülmesiydi. Bu, aynı zamanda, çöken rejimlerin şu ya da bu derecede leninist partilerin diktatörlüğü altında hareket eden şu ya da bu derecede sosyalist toplumlar olduğunu da kabul etmek anlamına geliyordu.

Ufuk Uras yenilenmiş bir sosyalizm arayışına katkı yapmak için kaleme aldığı kendi hayat hikayesi ‘Velhasıl’da bu iki hatanın aynı anda işlendiğini gösteren noktaları anlatıyor:

“ÖDP, program ve tüzüğünde tanımladığı sosyalizm ile kendini şimdiye kadar yaşanmış ve başarısız olmuş sosyalizm modellerinden/deneylerinden ayırmış ve bunlara eleştirel bir tutum almıştı. Ama bu pozisyon hızla unutuldu ve başlangıç noktasına dönüldü. Mahkum edilmiş siyasi anlayışları sürdürme ısrarının hiçbir karşılığı yoktu. İnternet kapitalizmi karşısında, orak-çekiç sosyalizmi arkaik kalıyordu.”21

Bu, sadece arayış içindeki Türkiye solunun bir tepkisi değildi kuşkusuz. Tony Cliff bir yazısında, “İngiliz Komünist Partisi’nin yaşadığı kafa karışıklığını, duvarların yıkılmasının ardından yapılan merkez komite toplantılarının tutanaklarında görmek mümkün. Genel Sekreter Nina Temple ‘Troçkistler Doğu Avrupa’da sosyalizm olmadığı konusunda haklıydılar. Bunu çok daha önce söylememiz gerekiyordu’” dediğini aktarıp, “İnsan Nina Temple’in açıklamasını okuyunca, Papa çıkıp ‘allah yoktur’ dese Katolik Kilisesi ayakta kalabilir mi?”22 diye soruyor. Polonya’da Dayanışma hareketinin iktidar için mücadele etmek gerektiğini tartışan yoldaşlarında ‘totaliter sapma’ görmeleri23 ve giderek bir çok ülkede hareket içindeki aktif insanların, çeşitli partilerde mücadele veren siyasi figürlerin, sürgünlerde yaşayan devrimci militanların sosyalizmde, sosyalizm teorisinin özellikle Lenin tarafından yorumlanan ve kaçınılmaz bir şekilde Stalinizme yol açan yorumunda görmeleri, demokrasi kavramının başına yerleştirildiği her sürecin kutsanmasıyla sonuçlandı. Bu özellikle örgütlenme anlayışı ve demokrasi ilişkisi tartışmasını öne çıkarttı.

Bolşevik Partisi’nin ve dolaysız bir şekilde demokratik-merkeziyetçilik ilkesinin, şeflerin bir dediğinin iki edilmediği bir örgütlenme olduğu konusundaki fikir partiler tarihi hakkındaki ciddi bir bilgi eksikliğine dayanır. O zamanlar Recep Gökırmak adıyla yazan Doğan Tarkan, 1980’lerin ortalarında illegal yayınlanan Sosyalist Tartışma adlı derginin 4. sayısında Bolşeviklerin 1917 yılı içinde nasıl kendilerini geliştirdiklerini anlatırken, sosyalizm konusunda kafası karışan solcuların zaman zaman burjuva ideologlarıyla aynı kavramları kullandığını görmemize de yardımcı oluyor:

“…Bolşeviklerin işçi sınıfının giderek muazzam bir çoğunluğuna sahip olduklarını görmek, Bolşeviklere ve Lenin’e yöneltilen burjuva eleştirisinin nasıl çürük olduğunu kavramaya yarar. Burjuva eleştirisi Leninizmi ‘Blankist’, darbeci olarak tanımlar. Şubat-Ekim arasının gelişmeleri çıplak bir biçimde bu eleştirinin tamamen bir iftira olduğunu kanıtlar. Bolşevikler burjuva tarihçilerinin dahi reddedemediği kadar açık bir biçimde işçi sınıfının büyük çoğunluğunu kazanmışlardır. Büyümeleri ay be ay, giderek gün be gün hızlanmıştır.”24

Bir partinin ayaklanma halindeki büyük kitleleri kazanabilmesinin tek yılı, eğer bu kitlelerin kendi kaderlerini ellerine alma yeteneği sergileyen, Çarlık rejimi gibi sadece Rusya’nın değil tüm Avrupa’nın üzerine gerici bir dev gibi çöken bir devlet yapısını kendi eylemiyle yıkabilen kitleler olduğunu kavrayabilirsek, görürüz ki, bu kitlelerden öğrenme yeteneği sergileyebilmesidir. Sorun bir konjonktür çakışmasından ibaret olsaydı ve bir partinin bir seçimlerde halk kitlelerinin oyunu alması olsaydı, kitlelerden öğrenme yeteneğinden söz etmek gerekli olmayabilirdi. Geniş kitlelere seslenen, bu kitlelerin seçimler düzleminde bile olsa oyunu almayı başarabilen partilerin en burjuva karakterlisi bile kitlelerin nabzını tutmak zorundadır. Fakat burjuva karakterli bir parti halî, hazırda egemen olan gerici fikirlere seslendiği için, kitlelerden öğrenmek değil, bu insanların nabzını yoklamak zorundadır.

Oysa olağan zamanlardan değil üstüne üstlük devrimci bir dönemden söz ediyorsak, devrimci bir işçi partisinin kitlesel destek kazanmasının biricik yolu, harekete geçen kitlelerden öğrenme yeteneği sergileyebilmesidir. İşte devrimci bir parti açısından demokrasi, kitlelerden öğrenmenin başka hiçbir aracı olmadığı, henüz böyle bir yöntem icat edilmemiş olduğu için yaşamsal bir öneme sahiptir. İşyerinde, sokakta, barikatta, ayaklanmanın ışık hızıyla geçip giden her bir haftasında önderlik eden işçilerin değişen ruh hallerini, siyasi taleplerin değişim hızını, yeni politik eğilimleri kavramanın demokrasiden başka hiçbir aracı yoktur. Devrimci bir parti, her yeni duruma uygun reçetelere sahip olamaz. Gerçekten yeni bir durum, hazırlıksız yakalanılan, tahmin edilemeyen bir hızla gerçekleşen çalkantılı siyasi durumlar, geniş kitlelerde, bu kitlelerin her bir katmanında değişik politik eğilimlerin şekillenmesine neden olur. Bir parti, ancak, bu kitlelerin en aktif militanlarıyla bağa sahip olduğu ve kitlelerin ruh halini kavramaya yarayacak demokratik mekanizmalara titizce sahip çıktığı koşullarda, yine bu kitlelerin liderliğini yapabilmek için bir şansa sahip olabilir.

Demokratik-merkeziyetçilik partinin temel işleyiş mekanizması olarak, üyelerin her birinin canlı tartışmalara katılmasını, partinin politikalarını belirleme şansını elde etmesini, her bir konuda azınlık-çoğunluk ilişkilerinin bütünüyle açığa çıkmasını, farklı görüşlere sahip her grubun ve bireyin tartışma özgürlüğünün garanti altına alınmasını, sadece tartışma özgürlüğünün değil farklı fikirlerin açığa çıkması ve tartışmaların tüm üyelerin, sadece üyelerin değil tüm kamuoyunun görebileceği, katılabileceği şekilde yapılabilmesini sağlayabilecek bulunabilmiş tek yöntemidir.

Fakat demokratik-merkeziyetçilik, yeni durumu kavrayıp mücadelenin öncüsü olan kitlelerin birlikte tartışmasıyla devrimci politikaların belirlenmesi için değil sadece, bu politikalar bir kez belirlendiğinde hep birlikte, eylem içinde birliği zedelemeden mücadele edilmesi anlamını da taşır. Bu ikinci yanın vurgulanması çok önemli değil, zira zaten bir partide bir araya gelmenin amacı, dünyayı birlikte, eylem içinde değiştirmek için örgütlenmeye yardımcı olmaktır.

Parti içinde tartışma özgürlüğü, zenginliği ve sürekli bir tartışma hali açısından bakıldığında hiçbir abartıya kaçmaksızın, Bolşevik Partisi’nin partiler tarihinde ortaya çıkan en demokratik ve çoğulcu parti olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Stalinist tarihçilerin iddia ettiği ve leninizmde otoriter eğilimlerin toplamını görenlerin kolayca kabul ettiğinin tam tersine, bırakalım Bolşeviklerin Lenin’e körü körüne bağlı oldukları ve önerilerini tartışmasız kabul ettikleri yalanını, Lenin’in tarihi neredeyse hemen her tartışmada acıklı bir yalnızlık, tecrit yaşaması ama tartışma süreci içinde, parti içinde çoğunluğu kazanma yeteneği sergilemesinin tarihidir. Burnundan kıl aldırmayan şef tiplemesi, Ekim Devrimi’nin ardından tüm Bolşevik liderliğin ve Ekim Devrimi’nin liderliğini yapan öncü işçilerin tasfiyesinin ardından iktidara çöreklenen stalinist bürokrasinin yönetici memurlarına özgü davranış kalıbı olarak egemen oldu. Bolşeviklerin çoğulculuğu ve işçi sınıfından öğrenme yeteneği, Lenin’in de ayrıca işçi sınıfından öğrenme yeteneğiyle birleştiğinde, ortaya benzersiz bir tartışma-öğrenme-öğretme süreci çıkar. Lenin 1903’te Ne Yapmalı adlı eserinde profesyonel bir devrimciler ağının kurulmasını savunur ve işçi sınıfının ancak bu müdahaleyle kendisi için bilinç kazanabileceğini söylerken, hemen iki sene sonra patlayan 1905 devriminde bambaşka bir politik çizgi izledi.

1905 yılında devrimin patlamasından sonra sendikalar tartışmasında, Lenin Bolşevikler arasında azınlıktaydı.25 Daha önemli olan tartışma ise Sovyetlerin değerlendirmesi üzerine yaşandı. Partinin St. Petersburg Komitesi Çarlığa karşı ayaklanan işçilerin kurduğu Sovyet tipi örgütlenmeye şüpheyle yaklaştı. Hatta bazı Bolşevikler şüpheden öteye geçip, bunun bir ‘Menşevik tezgahı’ olduğunu iddia ettiler. Yerel Bolşevik liderler daha da ileri gidip Sovyetlerin ya sendikaya dönüşmesini ya da parti programını benimseyip Bolşeviklerle bütünleşmesini talep etti. Lenin’in Bolşeviklerin çoğunluğuna başlangıçta garip gelen tutumu yine azınlıkta kalmasına neden oldu. Lenin, Bolşeviklerin dergisine yazdığı yazıda Sovyetler mi parti mi sorusunu sormanın yanlış olduğunu, her ikisinin de eşit derecede öneme sahip olduğunu savundu ve Sovyetlerin önemini ayırdedici bir şekilde açtı. Lenin Sovyetleri hem bir ayaklanma organı hem de geçici devrimci hükümetin embriyonu olarak görüyordu.26

Amacımız Rus devrim tarihinin her bir aşamasını burada alıntılamak ve tartışmak değil, fakat 1905 devrimi, devrim sırasında Bolşevik liderliğin tutuculuğuna karşı Lenin’in partinin kapılarının ayaklanan işçilere sonuna kadar açılması için başlattığı tartışma, devrim sürerken ilan edilen seçimlerde Bolşeviklerin bazıları seçime katılmaktan yanayken Lenin’in boykotu savunması, bir sonraki seçimlerde ise politik pozisyonların bütünüyle değişmesi gibi konularda, savaşa karşı tutumda, ulusların kendi kaderini tayin hakkı tartışmalarında Bolşeviklerin arasında neredeyse amansız bir tartışma sürmüştür.

Ama en önemli tartışma kesinlikle 1917 yılında patlayan Şubat devriminin ardından yaşandı. Bu, Lenin’in gerçekten de tek başına kaldığı ve partisinin çıkardığı yayında anarşist olmakla suçlandığı bir tartışmaydı. 1917 yılının Şubat-Ekim ayları arasındaki her bir önemli dönemeçte, örneğin Ekim ayında Bolşeviklerin ayaklanmaya hemen hazırlanması konusunda Lenin yine azınlıkta kalmıştı. Devrimden sonra işçi iktidarının ne kadar yaşayacağını tayin eden Brest-Litovks anlaşmasının hemen imzalanması konusunda Lenin’in önerisi kıl payı kazanmıştı. Başka hiçbir partide bu kadar köklü bir tartışma geleneği yoktur ve Bolşevik Partisi hiçbir zaman Ekim Devrimi’nin yenilgisinin ardından yükselen stalinist bürokrasinin hiyerarşik kurallarına göre örgütlenmemiştir.

Lenin, çoğunluğu, asla yukarıdan aşağıya parti kararnameleriyle kazanmamıştır, çoğunluğu eğer kazanabildiyse, bunu Bolşevik Partisi’nin demokratik-merkeziyetçilik ilkesi etrafında hareket eden binlerce işçinin canlılığının ifadesi olan disiplinli parti örgütlenmesinin sürekliliği sayesinde başarabilmiştir.

Tony Cliff yaklaşık 20 sene önce, “Biz, işçi sınıfı eylemliliğinden bağımsız bir sosyalizm olamayacağını biliyoruz. Sosyalizm yukardan getirilemez. Demokratik ya da demokratik olmayan kapitalizm olabilir. Ancak sosyalizm işçilerin kolektif kontrolü olduğu için demokrasisiz olamaz. Demokrasi sosyalizmin kalbidir.”27 demişti. Buna eklenecek tek cümle, devrimci bir işçi partisi de demokrasi olmadan olmaz. Öğrenmek, öğretmek ve işçi kitlelerinin mücadelesinin her bir düzeyinde birleştirici olmak için başka bir yol yok. Buna rağmen, Leninist partiyi savunmayı çağdışı bir darlığı savunmak olarak suçlayanlar, çoğulculuk tartışmasının arkasına gizlenen ve reformizle devrimci politikalar arasında savrulup duran merkezci partilerden başka bir model üretebilmiş değiller. Üstelik, bu modellerin tümünde kaçınılmaz bir bürokratik merkez baskısı hakimdir.

Lenin’in önerisi, bir parti içinde bürokrasisinin egemenliğine karşı gerçek bir panzehir sunmaktadır:

“Devrimci partinin varlığı, en bilinçli ve savaşkan işçilerle aydınların birleşik ve uyumlu eyleme hazırlıklı olarak, bilimsel tartışmalar yürütmelerini sağlamaya yöneliktir. Bu da, partinin eylemlerine genel katılım olmadan olamaz; bir yandan tartışmada kesin bir berraklık, bir yandan da örgütsel kararlılık gerektirir. Bunun alternatifi ‘bataklık’tır, yani bilimsel kesinliğe sahip unsurlar kafaları karmakarışık unsurlara karışır gider, kararlı eylem imkânsızlaşır, esas olarak en geri unsurların öncülüğüne izin verilmiş olur. Olumlu bir tartışmanın gerektirdiği disiplin, ‘özgürce verilmiş bir karar uyarınca birleşmiş’ insanların disiplinidir. Partinin sınırları belli değilse ve parti verdiği kararları uygulayacak uyumlu çalışmaya sahip değilse, o zaman partinin kararlarını tartışmak ‘özgürlük’ anlamına gelmediği gibi üstelik anlamsızdır da. Lenin için, merkeziyetçilik parti üyelerinin inisiyatif ve bağımsızlığının gelişmesini önlemek şöyle dursun, bu gelişmenin ön koşuludur.”28

Hem demokratik-merkeziyetçilik29 hem de parti üyeliğinin esas olarak öncü işçileri ve aktivistleri temel alması, alanlarında direnişlerin, eylemlerin liderliğini yapan aktivistler arasında bilinç düzeyindeki eşitlik ve tartışma düzeyinde ortaklaşmayla her hangi bir şeflik mekanizmasına izin vermeyen, deyim yerindeyse tüm üyeleri liderlerden oluşan bir partide lider kültü yaratılması imkansızdır. Bürokrasi, farklı bilinç düzeylerini en ileri bilinç düzeyi etrafında birleştirmek için tartışmalar yapmak yerine durumu idare eden, hem patronu hem işçiyi, hem milliyetçiyi hem enternasyonalisti, hem şiddeti savunanı hem şiddet karşıtını aynı parti içinde tutmak için tartışmaları sürekli erteleyen partilerin içinde şekillenir. Böyle bir partide deneyim ve bilgiye sahip olanların elinde isteseler de istemeseler de bir güç birikir ve ayrı fikirler etrafında kümelenen parti içi grupları harekete geçirmek için gerçekten güçlü bir bürokratik aygıt gerekli olur. Bürokrasinin engellenmesi, parti içinde bile bilinç düzeylerindeki farklılığı görmezden gelmeyerek en yeni üyesini en deneyimli üyelerinin düzeyine çekmek için sistematik olarak sergilenen çabanın ürünü olabilir.

Bu ısrarlı parti faaliyetinin içinde yıllarca birlikte sürdürülen mücadele kuşkusuz parti içinde ne dediğine daha çok dikkat edilen figürler yaratabilir. Ama dediğine daha çok dikkat edilen parti üyeleri bir şey, dediğim dedik parti şefleri başka bir şeydir. Troçki, bu tartışma bağlamında şu soruyu soruyor: “Lenin’in nisan başındaki istisnai derecedeki tecrit olmuşluğu neyle açıklanır öyleyse? Böyle bir durum nasıl olabilir? Ve Bolşevizm kadrolarının yeniden silahlandırılmasını nasıl sağladı?”30

İlerleyen sayfalarda bu soruya çok açıklayıcı bir yanıt veriyor Troçki: “Eski Bolşeviklere karşı, Lenin parti içinde daha genç ama yine de pişmiş ve kitlelerle daha fazla bağlantısı olan bir başka kesimden destek buldu. Şubat ayaklanmasında, Bolşevik işçiler, bildiğimiz gibi, belirleyici bir rol oynadılar… Lenin…ayağa dikilen bu işçi katmanına doğru yöneliyordu… Partinin kurmayları ve subay takımının kararsızlığıyla mücadele etmek için Lenin güvenle sıradan Bolşevik işçiyi daha iyi temsil eden aynı partinin astsubay takımına yaslanıyordu.”31

Lenin öyle bir diktatör ki devrimin kaderini belirleyecek strateji tartışmasında güçlü konuma gelmek için partinin tüm lider kadrosunun kendisine yönelik aforozuna ancak partinin tabanında yeni, genç işçi kitleleriyle politik bağ kurarak bir tartışmayı kazanma şansını deniyor!

Leninizme saplanıp kalmak mı?

2009 yılında Oya Baydar Ahmet Altan’la yaptığı bir tartışmada şunları yazmıştı: “Altan’ın yazısında kullandığı ‘sıkı’ sosyalist nitelemesinden ne kastettiğini anlayamadım. 1917’ye takılmış nostaljik beton kafalardan söz etmek istiyorsa, bir yayın yönetmeni olarak yazarlarının yazılarını okuyup okumadığı sorusu takılıyor kafama. (…) Bir gazeteyi, hele Taraf gibi bir gazeteyi yönetmenin ne belalı iş olduğunu bilirim; işlerinin yoğunluğundan olmalı, demek ki dikkatinden kaçmış: Yazdığım bütün yazılarda, 1917 veya 1923’te takılıp kalmanın yanlışlığını, bunun marksizmi de çağı da anlamamak olduğunu, proletarya diktatörlüğünün de diktatörlükler arasından bir diktatörlük türü olarak reddedilmesi gerektiğini, marksizmi bir nas (dogma) olarak değil toplumu değişimle açıklayan bir yöntem olarak kavramanın gereğini, karmaşık toplumsal gerçekliği emek-sermaye çelişkisine indirgemenin yanlışlığını ifade eden düşüncelerim Vicdan Yazıları’nda ifadesini buldu.”32

Oya Baydar hiç kuşku yok ki sadece kendisinin “beton kafalı” bir eski solcu olmadığını kanıtlamak istemekle yetinmemiş, aynı zamanda Ahmet Altan’ın hışmından marksizmi de kurtarmak istemiş. Bunu, artık bütün bu tartışmayı yapan leninizm eleştirmenlerine tartışmasız doğru görünen bir yöntemle, Stalinizm’in bütün günahlarını Lenin’e, 1917’ye, Ekim Devrimi’yle kurulan proletarya diktatörlüğüne yıkarak yapmayı tercih etmiş.

Sadece Oya Baydar değil, örneğin son yazılarından birisinde Murat Belge de devrim sonrası Rusya’nın gelişiminde bir doğrusal ilerleyiş görüyor. Belge, önce çok akıcı bir şekilde Birinci Dünya Savaşı’nın köylerden cepheye sürülen yoksulların hayatında yarattığı değişikliklerin nasıl devrimci bir birikim yarattığını anlatıyor: “Rusya, aynı zamanda, oldukça geri bir tarım toplumuydu – yani nüfus içinde köylülüğün çok büyük bir oranı vardı ve bu insanların büyük çoğunluğu da merkezlere uzak, izole bir hayat yaşıyordu. Savaş, bu köylüleri köylerinden alıp –bütün şikâyetleriyle– merkezlerde topladı. Böylece, koca ülkenin ucundan bucağından gelen emekçi köylüler yeni yerlerinde belki hayatlarında ilk kez sanayi işçileriyle tanışıp konuştular. ‘Solcular’la ve bu arada Bolşevikler’le tanışıp konuştular. ‘Sovyet’ler bu alışverişin içlerinde gerçekleştiği ‘yuvalar’ oldu. Buralarda, kendilerini bu belânın içine sokan ‘müesses nizam’a karşı bilendiler, bu ‘nizam’ın iç yüzünü bu koşullarda çok daha yakından görebildiler. Bunlar ve benzerleri önce Şubat, sonra Ekim Devrimi’ne giden yolun taşlarını döşedi.”33

Murat Belge, bu bölümün ardından ne yazık ki eski bir tezi tekrar ediyor; Rusya’nın içsel gelişiminin sosyalist bir devrim için yeterli olgunluğa ulaşmadığını söylüyor: “Ama bence en önemli etken, Rus toplumunda, ‘Komünizm’ gibi bir hayat tarzının kendine tutamak bulacağı herhangi bir ‘evrim’in olmamasıydı.”34

Tartışmamız açısından daha önemli olan nokta ise Belge’nin, 1917 yılıyla 1991’de Yeltsin’in iktidara gelişi arasındaki süreci devamlılığı olan bir tarihi olay olarak ele alması. Zaten Ekim Devrimi’nin vadettiği şeylerin olamayacağını gösteren bir son olarak Rusya’da rejimin çöküşünü örnek vermesiyle, Murat Belge farklı dönemler barındırsa da Ekim Devrimi’nin ardından esas olarak bir ve aynı siyasal ekonomik sistemde yaşandığını söylemiş oluyor. Bu da bizi ister istemez, leninizm, Ekim Devrimi ve Bolşevik Partisi tartışmalarının birbirine kopmaz bir şekilde bağlı olduğu gerçeğine ve aynı zamanda devrimin kaderini tartışmanın 1917’ye saplanıp kalmakla değil, bugün nasıl bir sosyalizmi savunduğumuzu ve bu sosyalizmin mümkün olup olmadığını tartışmakla ilgili olduğuna getiriyor.

Başka bir yerde leninizmi savunmanın zorluklarından söz ederken şunları yazmıştık: “Leninizmi savunmak açısından ikinci zorluk, 1920’lerin sonunda Rusya’da adım adım ve şiddetle inşa edilen bürokratik devlet kapitalisti rejimin devlet dairelerinin her bir köşesine dikilen Lenin heykellerinde ifadesini bulan soğuk “devlet adamı Lenin” algısının, Stalinizmin kendisini meşrulaştırmak, bir açıdan Ekim Devriminin ideallerine sahip çıktığına kamuoyunu ikna etmek için attığı sahtekar bir adım olduğunu açığa çıkartmak. 1917 yılının Sovyet iktidarının aşağıdan ve özgürlükçü niteliğiyle, 1930’ların bürokratik iktidarının tepeden inmeci, bir azınlığın iktidarını sürekli kılmanın zorbaca aracı olma niteliği arasındaki farkların silikleşmesi parti tartışmalarında Lenin’den, yoldaşlarından ve 1900’lü yılların başından itibaren mücadele eden kadın ve erkek Rus işçilerinin deneyimlerinden öğrenme yeteneğimizi zora sokuyor.”35

İnsan gerçekten de şaşırıyor. 1917 yılının Bolşevik Partisi’yle örneğin 1920’lerin ikinci yarısındaki Komünist Parti arasında bir benzerlik olmadığını, ikincisinin birinciyi imha ederek kurulduğunu görmek, üstelik artık neredeyse devasa bir külliyat varken, bu kadar mı zor? Belki de göremeyenlere ya da görmemekte ısrar edenlere kızmak yerine ısrarla anlatmaya devam etmek lazım.

1917 yılında işçi sınıfının, milyonlarca yoksul köylünün desteğiyle iktidarı almasının ardında devrimci Rusya, emperyalist sistem tarafından, “buyrun, siz orada sosyalizmi inşa ederken biz de kapitalizmi örgütlemeye devam edelim” demeyecekti elbette. 16 ülke işçi iktidarını yıkmak için dört bir yandan saldırdı Rusya’ya. Bu eski rejime güven verdi, zaman kazandırdı ve devrimden birkaç ay sonra korkunç bir iç savaş dalgası tüm Rusya’yı kapladı. İç savaşı atlatmak ve emperyalist ülkelerin işgalini savuşturmak için Bolşevikler direnmeye başladı. Kızıl Ordu’nun kurulması bu direnişin ilk adımı oldu. Bir ordunun adının başında kızıl olunca, o ordu ordu olmaktan çıkmıyor. 1917 yılının asker Sovyetleri, yerini giderek hiyerarşik orduya bıraktı. Çarlık döneminin subayları orduya yeniden çağrıldı. Uzun süren iç savaşı en sonunda Bolşevikler kazandı ama ödenen bedel çok büyük oldu. Rusya’da işçi iktidarının tecrit edilmişliği, yalnız bırakılmışlığı ve tüm kaynakları emen Kızıl Ordu’nun zorunlu idamesinin yarattığı ekonomik yıkım anlaşılmadan, iç savaşın bitmesinin ardından oluşan siyasi manzara anlaşılamaz.

Amacımız burada ‘Rusya’da Devlet Kapitalizmi Teorisi’ni yeni baştan ele almak değil. Fakat Bolşevik Partisi apaçık bir işçi partisiydi, aşağıdan yukarı, işyerlerinden ulusal çapta örgütlenmiş olan Sovyetler apaçık bir işçi iktidarıydı. Bolşevikler, işçi sınıfı iktidarı aldığında bunun tek bir ülkede sosyalizmin kuruluşu için bir fırsat olacağını hiçbir zaman düşünmediler. Tek bir ülkede işçi iktidarı ancak başka ülkelerde yeşerecek devrimlere ilham verebilir ve sadece bu devrimlerin imdada yetişmesiyle yaşamını sürdürebilir. 1924 yılına kadar Stalinist Rus bürokrasisinin politik ihtiyaçlarına yanıt veren milliyetçi bir ideoloji olarak ‘tek ülkede sosyalizm’ teorisi üretilene kadar, Bolşevikler arasında bu saçmalığı savunan kimseye rastlanmamıştı. Lenin sanıldığının aksine 1905 işçi devrimine kadar Rusya’da işçilerin iktidarı alabileceğini düşünmüyordu.

“Rus proletaryası artı Avrupa proletaryası devrimi örgütleyecekler. Böylesi koşullarda Rus proletaryası bir ikinci zafer kazanabilir. Dava hiç de umutsuz değildir. İkinci zafer Avrupa’da sosyalist devrim olacak. Avrupalı işçiler bize ‘nasıl yapılacağını’ gösterecekler ve sonra onlarla beraber sosyalist devrimi yapacağız.”36

Lenin Brest-Litovsk anlaşmasına karşı çıkan ve Alman emperyalizmiyle savaşın devamını devrimcilerin savunması gereken tek politika olarak öne sürenlere karşı neredeyse Rus devriminin başına gelecekleri birebir açıklayan şu sözlerle karşı çıkıyordu:

“Ancak, eğer, birkaç ay içinde Alman devrimi olmaz ve savaş devam ederse, olayların gidişi ölümcül yenilgilere yol açacak ve bu yenilgilerin sonucunda Rusya çok daha kötü koşullarda bir barış imzalamaya zorlanacaktır. Daha da öteye, bu barış bir sosyalist hükümet tarafından değil, başka bir hükümet tarafından imzalanacaktır. (…) Çünkü savaşın tükettiği köylü ordusu ilk yenilgilerinden sonra-ve büyük bir olasılıkla bu birkaç haftalık bir meseledir, birkaç aylık değil-sosyalist işçilerin hükümetini devirecektir.”37

Lenin devrimin kaderi konusunda sadece bir konuda yanıldı, sosyalist işçilerin hükümetini, sanki bu hükümetin bir devamcısıymış yanılsamasını yaratarak deviren, bürokrasi oldu.

Kızıl Ordu Rusya’da tüm öncü işçilerin ve tüm ekonominin yarısını emerken, bu sürece, salgın hastalıklar, sefalet ve açlık eklendi. Dünya devrimi Rus işçilerinin yardımına gelmeden geçen her gün, işçi demokrasisi zayıfladı. Giderek, devrimi yapan işçiler sınıf şekillenmesini yitirdi. Devrimin kalbinin attığı Petersburg şehrinin nüfusu 1917 yılında 2.5 milyondan 574 bine, Moskova’da ise 1.7 milyondan1.1 milyona düştü. 1913 yılında 3.5 milyonluk bir kitle olan işçilerin sayısı, iç savaşın ardından 1.118.000’e geriledi.38

Daha 1918 yılında, “Rusya’nın öncü ve politik bilinçli işçi kesiminin ne kadar ince olduğunu biliyoruz”39 diyen Lenin, 1921 yılında “Sanayi proletaryası savaş, sefalet ve yıkım sonucu deklase bir hale gelmiş, başka bir deyişle, proletarya olarak varlığı sona ermiştir”40 demek zorunda kalmıştı. Rusya’da sosyalist devrim, toplumun tüm ezilenlerini kendi politik eylemi etrafında toparlamayı başaran işçi sınıfının siyasi şekillenmesinin zirvesi olmuştu. Fakat şimdi sadece siyasi şekillenmesini değil, objektif ve subjektif tüm şekillenmesini kaybetmeye başlamış, yani sınıf olarak varlığını hemen hemen yitirmiş bir işçi sınıfıyla karşı karşıyaydık.

Bu durum kuşkusuz Bolşevik Partisi’ne de yansımak zorundaydı. İşçi sınıfının “inceldiği” tespitini yapan ve tüm siyasi yaşamında sorunların çözümünün garantisini kitlelerin eyleminde, işçi sınıfının en geniş kitlelerinin yaratıcı gücünde bulan Lenin, Doğan Tarkan’ın çok yerinde tespit ettiği gibi artık işçi sınıfının öncülerini gelişmelerin güvencesi olarak görmeye başlamıştı.41

İşçi sınıfının kitlesel eylemine yön vermeyi hedefleyen ve doğrudan işçi sınıfına dayanan Bolşevik Partisi, Lenin’in “Sovyet hükümeti, burjuva ya da yarı-burjuva olan . . . ve bizim hükümetimize kesinlikle güven duymayan yüzbinlerce büro işçisi çalıştırıyor.”42 dediği koşullarda, parti sosyolojik yapısının bütünüyle değiştiği gerçeğiyle yüzyüze kaldı. 1917 yılına kadar Bolşevik Partisi net bir işçi partisiydi. 1907 verilerine göre Bolşevik Partisi’nin üyelerinin yüzde 50’si fabrika ve büro işçisiydi. Fakat 1917 yılından sonra hem savaş ve iç savaşta ölen işçiler hem de yüz binlerce insanın partiye katılmasıyla birlikte üye oranları da üyelerin politik beklentileri de değişmeye başladı. 1919 yılında parti üyelerinin sadece yüzde 11’i fabrika işçisiydi. Yüzde 53’ü ise devlet memuruydu. 1921’de durum daha da vahim bir hal almıştı. Bolşevizmin temel güç merkezlerinden biri olan Petrograd metal işçileri arasında parti üyesi olan işçilerin oranının yüzde 2’den fazla olmadığı açıklandı. 43

Bolşevik Partisi, özetle, iç savaş koşulları, iç savaşta yaklaşık 200 bin komünistin yaşamını yitirmesi, eski rejimin bürokratlarının, kariyeristlerinin partiye doluşması, Kızıl Ordu memurlarının iç savaştan sonra partiye katılması ve esas olarak devrim tecrit edildiği için şekillenmesini yitiren işçi sınıfıyla birlikte şekillenmesini yitirdi. Bolşevik Partisi bambaşka bir partiye dönüşürken işçileri ve köylülüğü siyasi olarak tasfiye eden bürokrasi sonuçta bir karşı devrim gerçekleştirdi. Ekim Devrimi’nin idealleriyle ilgisi olmayan yeni bir kapitalist düzen kuruldu. Kurulan rejim 1917’nin devamı gibi görülüyor. Oysa buna itiraz eden çok etkili ve güçlü bir siyasi gelenek özellikle Troçki’nin eylem ve yazılarında zirvesine ulaşan birikim olsa da bu birikimin etrafından dolanılıyor ve leninizme eleştiriler aynı şekilde sürdürülüyor.

Saplantı değil, gereklilik

Leninizmin bir saplantı değil bir gereklilik, bugün sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt vermek için her gün bakılması gereken bir başvuru kaynağı olduğu çok açık. 100. yılında Ekim Devrimi, bu devrimi gerçekleştiren kadın ve erkek işçiler ve devrimin gerçekleşmesine yardımcı olan Bolşevik Partisi’nin deneyimlerinden sürekli öğrenmenin neden bir zorunluluk olduğu, 1999 yılında başlayan antikapitalist hareketin tartışmalarında, eylemlerinde ve bu eylemlerin ardından gelişen küresel politik iklimde bir kez daha açığa çıktı. 1990’lı yılların ortalarında Fransa’da büyük grev dalgasıyla başlayan, 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı mücadeleyle dönemin politik dengelerini tüm dünyada ezilenler adına değiştiren ve ABD’nin Irak saldırısını engellemek için örgütlenen dev savaş karşıtı hareket ve sosyal forumlarla emsalsiz bir meşruluk kazanan Antikapitalist hareket içinde “örgüt” tartışmasında yenilikçi gibi görünen fikirlerin üstünlük kurmasının yarattığı toplam etki eklendiğinde klasik devrimci parti vurgusu ikna edici olamadı.44

Hatta leninizmi hareketin tartışmasının içine davet eden Zizek’in başrol oynadığı tartışmalar, az sayıda leninistin katkıları dışında Lenin’i daha da şüpheli hale getirmeye yaradı. Slavoj Zizek’in Budgen ve Kouvelakis’le birlikte hazırladığı ‘Yeniden Lenin’ derlemesi buna iyi bir örnek. Derleme içindeki makaleler Lenin’e dönüş için kaleme alınmış olsalar da Lenin’in fikir ve eylemlerini belirsizleştiriyor, anlaşılmasını zorlaştırıyor ve kaba bir leninizm fikrini yeniden inşa ediyor. Chris Harman’ın da dikkat çektiği gibi, derlemenin sorumluluğunu alan üç yazar örneğin şöyle şeyler yazabilmektedir:

“Lenin’in kendi sesinin ilk kez açıkça işitildiği çalışmasının Ne Yapmalı? olması önemlidir. Bu metin Lenin’in, teorinin gerekli uzlaşılar yoluyla pratiğe uyarlanması gibi pragmatik bir anlamda değil, tersine tüm oportünist uzlaşıların yok edilmesi, yapılacak müdahalenin ancak durumun koordinatlarını değiştirecek bir müdahale olmasına izin veren açık bir radikal konumun benimsenmesi gibi bir anlamda duruma müdahale etme kararını ortaya koymaktadır.”45

Ne Yapmalı, Lenin’in ‘kendi sesinin ilk kez açıkça işitildiği’ bir tartışma veya dağınık işçi örgütlenmelerini bir

politik program ve merkezi bir parti faaliyeti etrafında birleştirmek üzere ekonomistlerle yapılan tartışmanın ötesinde mistik anlamlar taşıyan bir eser değildi. Kitapta bu türden karmaşık ve anmazsız Lenin tartışması yer alıyor.

Antikapitalist hareketin, radikal sol için yarattığı imkanlar ve sınırlamalarla ilgi bir dizi tartışma yapıldı.46Özellikle Seattle’da sınıf mücadelesine yepyeni bir soluk katan hareketin ardından ilerleyen mücadelelerde ve daha da önemlisi savaş karşıtı hareketin içinde devrimci örgütler belirleyici olsa da leninist bir partide kitlesel örgütlenme fikri öne fırlayan yüzbinlerce genç aktivistin kafasında yer edinmiş olan bireysel yaratıcılığı, yetenekleri, enerjiyi ve örgütlenmeyi öneren geleneklerin yarattığı bulanıklık aşılamadığı için hakim olamadı.

2000’li yıllar boyunca devrimcilerin yeni bir birleşik mücadele platformu olarak yeni sol partiler önerisi, hareket içinde daha reformcu olarak öne çıkan kanatların liderliğinde seçimlere endeksli partileri kuracak ittifakların şekillenmesine neden oldu.

Leninizmin önemini tartışmak ve kavratmak açısından önümüze dikilen zorluklardan da söz edebiliriz. Hepsinin bir ortak noktası var, bu ortak nokta nedeniyle leninizmde isteyenler bürokratik bir merkeziyetçi şeflik örgütü görebiliyorlar: 1917 Ekim Devrimi bir parti devrimi değil bir işçi devrimiydi! Lenin’in gizlilik koşulları içinde bundan tam 100 yıl önce “ayaklanma zamanının geldiğini” ve eğer ayaklanmaya liderlik karar vermezse partinin tüm iddialarını yitireceğini söylemesinin nedeni, her hangi bir parti liderlik yapmasa bile işçilerin ayaklanacağını biliyor olmasıdır. Sanıldığı gibi Ekim’de devrimin alternatifi sonsuz özgürlükleri tanıyan bir parlamenter demokrasi değil, askeri bir darbe ve hemen hemen ilk faşist örgütlenme sayılabilecek Kara Yüzlerin estireceği sonu gelmez katliamlar ve terördü. Bu yüzden, Ekim Devrimi’nin hikayesinin bir yanı Bolşevik Partisi’nin ayaklanmaya liderlik etmesi ise diğer yanı Rus işçilerinin Bolşeviklerden önce tüm partilere açık çek vermiş, kitleler halinde destek sunmuş ama hepsi tarafından ihanete uğrayarak en sonunda Bolşevikler etrafında örgütlenmeyi tercih etmiş olmasıdır. Diğer partiler işçi sınıfına liderlik etmekten, yani öncü işçilerin sınıfın geri kalanıyla “Ekmek, barış, toprak!” ve “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganları etrafında birleşmesinden özenle kaçındılar. Lenin ve arkadaşları ise mücadele dolu tüm yıllar içinde tam da bu ana hazırlanmışlardı.

1917 bir partinin, bir merkez komitesinin, bir liderin destanlaştığı bir yıl değildir. 1917 yılının Şubat ve Ekim ayında yaşananlar, Rusya’da yaşayan milyonlarca işçi, köylü, kadın, erkek ve askerin kaderlerini kendi ellerine aldığı yıldır. Bolşevik Partisi işçi sınıfının kaderini kendi ellerine almasını sağladığı, kendi geleceğini belirleme mücadelesine yardımcı olmayı başardığı, bunu başarmaya yaracak ve ancak mücadele dolu yıllar içinde şekillenen güven ilişkisini kurabildiği için işçilerin özyönetim organlarında, yani Sovyetlerde çoğunluğu kazanan parti olabildi. Bir parti bu adımı, sadece, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, militan, enternasyonalist ve aynı zamanda merkezi olmayı başarabildiği ölçüde atabilir. Bu dün böyleydi, bugün de böyle.

Enternasyonal Sosyalizm, Sayı 1, Ekim 2017

Dipnotlar:

  1. Şenol Karakaş, “Ekim Devrimi’nden bugüne partinin rolü”, Sosyalist İşçi, 603. sayı
  2. Tony Cliff, Lenin, Cilt 2, Bütün İktidar Sovyetlere, Z Yayınları, Ekim 1995, s. 8.
  3. John Rees, “Ekim’in Savunusu”, Dünyadan Yansıma Çeviri kitap dizisi, Mer yayıncılık, 1992, 10.
  4. a.g.e, s. 10.
  5. a.g.e, s. 11.
  6. a.g.e, s. 12.
  7. Isaac Deutscher, Troçki/Silahlı Sosyalist, Alfa Yayınlar, 2017, s.
  8. “Partinin verimli çalışması için kurucuların feda edilmesi gerekiyorsa (Lenin-yn-) onları feda edecekti. Çarlığı temelinden yıkmaya çalışan ve bu yüzden kanlı bir şekilde sovuşturulan gizli bir hareket, bu hareketi başlatanlara şeref maaşı bağlayacak değildi Elbet bağnazca ve bir anlamda da, insanlığa uymayan bir davranıştı bu. Böyle düşünen ve davranan bir adamın, devrimin hayati çıkarları için başkalarını ve başka sakıncaları feda etmekten çekinmeyeceği kesindi. Ama devrimci bir parti, oldukça esaslı bir bağnazlık göstermezse iş göremezdi. Plehanov’un ortaya attığı şu ilke ciddi bir şekilde uygulanmalıydı: Devrimin korunması en yüksek kanundur. Oysa Lenin’in muarızları, yalnızca bu kanuna bağlı kalacaklarına söz verdikleri halde, aynı ağırlığı kendi kişisel duygularına da vermişlerdi.” Isaac Deutscher, a.g.e, s. 109.
  9. Isaac Detscher, a.g.e., s. 122-123.
  10. Aktaran John Molyneux, Marksizm ve Partiçinde, Mart 1991, Belge Yayınları, 126-127.
  11. Aktaran Annelis Laschitza, Rosa Luxemburg/Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak, 2008, Yordam Kitap, 155.
  12. Isaac Detscher, a.g.e., s. 121.
  13. Tony Cliff, Rosa Luxsemburg, Mayıs 1998, Z Yayınları, s. 67
  14. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 2, İnter Yayınları, Kasım 1993, s.
  15. Lenin, a.g.e, 348
  16. Lenin, Rabochaya Gazeta’ya Makaleler, Yenigün Yayınları, 14-15
  17. Bu İkinci Kongre olarak anılıyor. Birinci Kongre’ye katılanların başına gelenler Lenin’in ısrarının önemini gösteri 1898 yılında Minsk’te toplanan kongrenin delegelerinin hemen hepsi kısa sürede tutuklandı. Bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Lenin ‘Acil görevlerimiz’ makalesini Sibirya’da sürgündeyken yazdı. Sayısız küçük işçi grubunun faaliyetleri polis baskısıyla hemen sona eriyordu ve harekete yeni atılan işçi grupları hep sil baştan yapmak zorunda kalıyordu.
  18. V. I. Lenin Biyografi, Şubat 2000, Sorun Yayınları, s.18.
  19. a.g.e, s.15.
  20. John Rees, a.g.e, s.27-28
  21. Ufuk Uras, Velhasıl, Mayıs 2017, Doğan Kitap, s.126
  22. https://tonycliffarsivi.wordpress.com/2014/06/14/stalinist-rejimler-ve-devlet-kapitalizmi-tony-cliff/
  23. John Rees, a.g.e, 8.
  24. Recep Gökırmak (Doğan Tarkan), “1917 Şubat-Ekim Rus Devrimleri”, Sosyalist Tarşma, Cilt 4, s.8.
  25. Tony Cliff, Lenin, Cilt 1, Partiniİnşası, Z Yayınları, 166-172
  26. Tony Cliff, a.g.e. s.177
  27. https://tonycliffarsivi.wordpress.com/2014/06/19/duvarlar-yikildiktan-on-yil-sonra-tony-cliff-ile-soylesi-rejimler-sosyalist-degildi/
  28. Chris Harman, Partve Sınıf, Z Yayınları, 28-29.
  29. Bu konuda John Molyneux tamamen katıldığımız keskin bir yargıya sahip: “Son olarak birileri karşı çıksa bile kararların uygulanması yükümlülüğünü içerdiğinden ‘bireysel özgürlüğü’ sınırlıyormuş gibi gözüktüğü için, soldaki pek çokları için bir umacı olan demokratik merkeziyetçilik sorunu Gerçekte her birey partiden ayrılabileceğinden bu her zaman gönüllüce ve özgür bir şekilde kabul edilmiş bir yükümlülüktür. Demokratik merkeziyetçilik aynı zamanda verimli olmasının yanı sıra hayli demokratik bir örgütlenme şeklidir çünkü çoğunluğun kararlarının gerçekten uygulanmasını sağlar. Bunun zıddı demokratik olmayan merkezci örgütlenmelerde özellikle reformist partilerde ‘özgürlük’ kılıfı altında çoğunluğun aldığı kararların liderler tarafından çoğunlukla görmezden gelinmesidir.” Leninizmin Savunusu, Sosyalist İşçi’nin özel eki, 2015, çev. Canan Şahin, OD, s.24
  30. Leon Troçki, Rus DevriminTarihiCilt 2, Ekim 1998, s. 315.
  31. Leon Troçki, g.e. s.325-326.
  32. Aktaran Şenol Karakaş, Sosyalist İşçi, Mayıs 2009, sayı 362.
  33. http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8535/ekim-devrimi#.Wd8gwWi0M2w
  34. Murat Belge, a.g.y.
  35. Şenol Karakaş, Sosyalist İşçi, 603. Sayı.
  36. Aktaran Dilek Fırat, “Tarihten Yapraklar: Tek ülkede sosyalizm”, İşçiler ve Toplum, sayı, 5, 81.
  37. Aktaran Dilek Fırat, a.g.e.
  38. http://www.sosyalistisci.org/iphp/ariv/65-383-11-aralk-2009/679-marksizm-sohbetleri-lenin-ve-incelen-ici-snf
  39. http://www.sosyalistisci.org/iphp/ariv/65-383-11-aralk-2009/679-marksizm-sohbetleri-lenin-ve-incelen-ici-snf
  40. Tony Cliff, Lenin, 3. Cilt, Nisan 1996, Z Yayınları, 142.
  41. O zamanlar Mehmet Ali Bulut adıyla yazan Doğan Tarkan, İşçiler ve Toplum dergisinin sayısında dönemin en parlak araştırmalarından birisinde şunları yazıyordu: “Lenin, sosyalizmi sadece en geniş işçi yığınların sorunlarını bizzat çözerek inşa edeceğine inanmaktaydı. Bu tutum 1918 ortalarına kadar sürdü. 1918 ilkbaharında Lenin, ‘ülke ve devrim ancak öncü işçilerin yığınsal gayreti ile kurtulabilir’ diyerek en geniş işçi yığınından, öncü işçi yığınına doğru çekildi. İşçiler ve Toplum, 5. Sayı, s32.
  42. Tony Cliff, a.g.e. 142.
  43. Tony Cliff, a.g.e, 217-218.
  44. Şenol Karakaş, a.g.y.
  45. Slovak Zizek, “Sebastian Budgen ve Stathis Kouvelakıs, Giriş: Lenin’i tekrarlamak”, Yeniden Lenin, Otonom Yayınları, s.9.
  46. Alex Callnicos, Antikapitalist Hareket ve DevrimcMarksistler, Sosyalist İşçi Yayınları. Şenol Karakaş, Biz Bu Savaşı Durdurabiliriz, Metis Yayınları, Haziran Yıldız Önen, “Savaşa hayırdemenin birleştirici gücü: “Irakta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun Türkiyedeki siyaskültüre etkisi, Yayınlanmamış doktora tezi, Şubat 2015. Alex Callinicos, Anti-Kapitalist Manifesto, Ocak 2004, Literatür Yayıncılık.

SON SAYI