Ian Angus
"Üretim, mübadele ve mülkiyetle ilişkisi bağlamında, modern burjuva toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirmiş olan bu toplum, kendisini çağıran yeraltı dünyasının güçlerini artık kontrol edemez hale gelmiş bir büyücüye benziyor."
Karl Marx ve Frederick Engels
Küresel ısınma. Kasırgalar. Yükselmekte olan deniz seviyesi. Dumanlı ve zehirli hava. Okyanuslardaki asitlenme ve ölü bölgeler. Türlerin yok oluşu. Toprağın aşınması. Tatlı su rezervlerinin tükenmesi. Ozon tabakasındaki incelme. Biyolojik bozunmadan muaf plastikler ve kimyasal kirlenme. Ormansızlaştırma. Çölleşme. Antibiyotik dirençli bakteriler. Tuhaf hastalıklar ve salgınlar…
Liste böyle uzayıp gidiyor… Üst üste binmeye başlayan muhtelif ekolojik krizlerin uygarlığımızın geleceğini tehdit ettiği gezegensel bir acil durumla yüz yüzeyiz.
2009 yılında Stockholm Dayanıklılık Merkezi’nde bir araya gelen, dünyaca tanınan 28 bilim insanı, “insanlık için güvenli bir faaliyet alanı” adını verdikleri, dünyayı yaşanabilir kılmak adına ihlal edilmemesi gereken dokuz ‘gezegensel sınır’ tanımladılar. Bu kritik sınırların bir tanesinin dahi aşılması, yaşamın ve refahın olumsuz etkilenmesiyle sonuçlanıyor. Hatta sonuçlarının dehşet verici olabileceğini de bildirdiler. 2015’te neşredilen bir güncelleme, dokuz kritik sınırın yedisini daha şimdiden ya aşmak üzere olduğumuzu ya da çoktan ihlal edip tehlikeli bölgeye ulaştığımızı gösterdi.[1]
Bu ve benzeri araştırmaların bizi su götürmez bir hükme yönlendirdiğini görüyoruz: Ilımlı reformlar ya da siyasa değişiklikler böylesi bir ekolojik yıkımı önleyemez. Burada uğraşmak zorunda kaldığımız şey, sırasıyla ele alabileceğimiz münferit sorunlar değil, yerküreyi binlerce yıl yaşanabilecek bir gezegene dönüştüren temel doğal süreçlerde yaşanan, birbiriyle kökten bağlantılı çöküşlerdir.
İnsan toplumu ve yerküre arasındaki ilişkide korkunç derecede yanlış giden bir şeyler var. Bunun alametlerine odaklanıp asıl sorunu görmezden gelmek tehlikeli bir tutum olur çünkü bir sorunu düzeltelim derken diğerlerini içinden çıkılamaz hale getirebiliriz. Radikal çözümlere ihtiyaç duyduğumuz apaçık ortada. Ne var ki altta yatan nedenleri, yani yaşam destek sistemlerimize saldıran o sistemik hastalığın ne olduğunu tahlil edemediğimiz sürece nasıl bir tedaviye başvuracağımızı bilmek de mümkün değildir.
Marksizm ve doğa
Doğal yaşam ile insan toplumu arasındaki girift ilişkiyi açıklamaya çalışanlar ekseriyetle birbirinden kapsamlı iki kategoriden birine dâhil oluyor. İlki, insanı ve insan uygarlığını doğanın bir parçası olarak görmeyen düalist cephe. Diğeriyse ikisini bütünleşik tek bir yapı olarak ele alan monist tutum. Ekolojik yıkımdan düalist yaklaşımı sorumlu tutan çevre yazarlarının sayısı azımsanmayacak kadar fazladır: İnsanlar, doğanın bir parçası olduklarını bir anlayabilseler, ona böyle kötü davranmazlardı. Kimi zaman aynı argümanın farklı şekilde dile getirildiğini de görürüz: Toplumların sürdürülebilir gelişimi, insan merkezli yaklaşımın terk edilip doğa merkezli çevre anlayışının benimsenmesiyle mümkündür.
Daha güncel bir argüman ise doğa ve uygarlığın bir zamanlar birbirlerinden ayrı varlıklar olduklarını, ama artık kapitalist toplum yapısında birbirlerini bütünüyle kuşattıklarını, bunun dışındaki tüm yaklaşımların düalist burjuvaya özgü yanılgılar olduğunu ileri sürer. Çevre felsefecisi Richard Evanoff’un ifadesiyle, “İnsan eliyle yapılan her şeyin aslında bizzat doğanın eserleri olduğu, doğaya dair olanlarınsa sadece bir kısmının insanlar tarafından yapılandırıldığı bir kez anlaşıldığında, monizmin çöktüğünü görebiliriz.” Doğanın beşeri yönetim ve denetime tabi olma zorunluluğu yoktur. Ve doğa da insan toplumunu çeşitli şekillerde baskılayıp zorlasa bile, uygarlığın neye benzeyeceği konusunda belirleyici değildir. Evanoff daha diyalektik bir yaklaşımı savunur:
Diyalektik yaklaşım ne düalisttir ne de monist… İnsanlar doğal çevrelerini şekillendirirken, eşzamanlı olarak onun tarafından dönüştürülürler de. Ve bu, doğal çevrenin bütünlüğü bağlamında, ne belirleyici ne de belirlenen oldukları anlamına gelir. Buradan devam edince, insan eliyle şekillenmiş olan çevrenin ise doğal çevrenin hem tesis edicisi hem de teşkil edileni olduğu görülür. Ancak insan ürünü çevre de doğanın bütünü için ne belirleyicidir ne de belirlenen.[2]
Bu diyalektik yaklaşım Marksizm’in de temelini oluşturur. Marx ve Engels, insanları doğanın bir parçası ve doğal çevrelerine muhtaç bir tür olarak gördüler ama monist felsefecilerden farklı olarak, su götürmez bir gerçekten yola çıkıyorlardı: Çevremizi kuşatan doğal dünyanın sunduğu gıda, hava ve su gibi zaruri ihtiyaçlarımız karşılanmasaydı çaresiz kalır, hatta daha en başında var olamazdık. “Doğa,” der Marx; “insanın inorganik bedenidir.” – yani biyolojik sistemlerimizden bağımsız, tamamlayıcı parçamızdır. “İnsan, doğadan geçinir. Demek ki doğa da onun bir uzantısıdır aslında, işte bu nedenle, onunla etkileşimini sürdürmeli ve onu beslemelidir ki hayatta kalabilsin.”[3]
Maddesel varlıklar olduğumuz için, doğal yaşamın geri kalanıyla gerçekleştirilen madde ve enerji değiş tokuşundan bağımsız olmamız mümkün değildir ve asla mümkün olamayacak. Marx’ın çağdaşı olan bilimciler, bu zorunlu değiş tokuşu, Almancada metabolizma anlamına gelen “stoffwechsel” sözcüğüyle ifade ettiler.
Bu müşterek bağımlılık, tarihsel materyalizmin ilk prensibiydi, ama burada durursak, ardından gelen ilkesini gözden kaçırırız ki o da, insanların yaşamsal ihtiyaçlarını temin etme yöntemlerinin tarih boyunca değişime uğradığıdır. Belirli bir toplumsal düzen ile doğal yaşam arasında kurulan özgül ilişkiyi anlayabilmek adına odağımızı insanın somut varlığının ötesine kaydırmalı, onun ürettiği ve türettiği somut toplumsal koşullarını gözden geçirmeliyiz. Marx’ın da yazmış olduğu gibi, bu özellikle, pek çok insanı tabi oldukları doğal yaşamdan koparan kapitalist toplum söz konusu olduğunda önem arz eder.
Açıklanması gereken, canlıların kardeşliği ve faal insanlığın doğa ile gerçekleştirdiği metabolik mübadelesinin doğal, inorganik koşulları ya da dolayısıyla doğayı kendine mal etmesi değildir. Bunlar tarihsel sürecin mahsulleri de değildir. Daha ziyade, bir varlık olarak insana özgü organik koşullar ile bu faal mevcudiyet arasındaki bölünmenin, yalnızca ücretli emek ve sermaye ilişkisinde tümden varsayılmış olan bu ayrışmanın izaha ihtiyacı var.[4]
Marx’ın ta o zamanlarda göstermiş olduğu üzere; kapitalizm, tabiatı gereği karşı koyamadığı kâr ve varlık birikimi dürtüsünü, insani temel ihtiyaçların karşılanmasından daha önemli sayar. Bu süreçte “İnsan ve yerküre arasındaki metabolik etkileşimi altüst eder” ve “toplumsal metabolizmanın, yani yaşamın doğa yasalarınca bizzat salık verilen metabolizmanın birbirine bağlı süreçlerinde onarılamaz bir uçurum” yaratır.[5]
Tıpkı vücudumuza saldırdığında bağışıklığa zarar veren bir patojen gibi, kapitalizm de hem doğal dünyanın bir parçasıdır hem de onunla savaş halindedir: Hem ona bel bağlar hem de eşzamanlı olarak onun yaşam destek sistemlerini zayıflatır.
Bu kavrayış, metabolik yarılma kuramının belkemiğini oluşturur. Merhum Del Weston’ın ifadesiyle; “Marx’ın ekolojik eleştirisinin en can alıcı noktasıdır; Toplumsal sistemler ve tabiatın geri kalanı arasındaki kopuşu simgeler.”
Metabolik yarılma… İnsanların oynadığı rol de dahil olmak üzere, bütünlüklü bir ekolojik sistemin metabolizmasındaki parçalanmayı ifade eder. Sermaye birikimi mantığının, doğanın yeniden üretim sürecine nasıl zarar verdiği etrafında şekillenen bu kavram, kapitalizmin neden olduğu çevresel bozulmayı, ekolojik sürdürülebilirliği nasıl sekteye uğrattığını ve dolayısıyla doğanın temel işleyişine engel olduğunu imler. Yerküre metabolizmasını ‘maliyet ve kazanç’ dengesini yitirme yönünde zorlayan kapitalist dünya düzenini büyük bir ustalıkla resmeder.[6]
Marx’ın tarımsal metabolik yarılmaya dair fikirleri; İngiltere’deki tarımsal ve toplumsal uygulamaların toprağın ihtiyaç duyduğu temel besin öğelerini yok ettiğini, çiftlik sahiplerini giderek artan miktarlarda suni gübre ya da ithal guano kullanmaya mecbur bıraktığını gösteren kimyager Justus von Liebig’in çalışmalarına dayanıyordu. Bu metabolik yarık gitgide büyüdü, zamanla ona Yerküre Sisteminin temel süreçlerinde gerçekleşen pek çok başka yarılmalar da eklendi.
Bu uçurum yalnızca boyutsal olarak büyümekle kalmadı, zamanla daha da içinden çıkılmaz bir hale geldi. Öyle ki insan toplumunun iktisadi faaliyetleri; yerkürenin biyosferi, toprağı, ormanları, suyu ve havasında eşi benzeri görülmemiş bir değişime sebep olunca ortaya çıkan antropojenik küresel ısınmayla birlikte Holosen’i de sonlandırdı.[7]
Frederick Engels, tüm canlı organizmaların ortak asli niteliğinin “doğal çevreleri ile sürdürdükleri metabolik etkileşim” olduğunu söylemişti.[8] Yeryüzündeki yaşamın ve dolayısıyla insanlığın tarihi nihayetinde canlıların varlıklarını sürdürme, ilerleme, madde ve enerji alışverişinde bulunma yöntemlerindeki değişimlerin tarihidir. Bu, metabolizmanın, yani yaşamın en temel önkoşulunun tarihi. Dört milyar yıllık kesintisiz evrim süreci, saymakla bitmeyecek türlerin beraberinde, yaşamın en küçük birimi olan hücrelerden gezegenin bütününe, her seviyeden metabolik bağlantı kuran yaşam ağlarını da yarattı.
İnsan toplumları ile insan dışı doğa arasındaki ilişkinin ve insan faaliyetlerinin (gelmiş geçmiş en yıkıcı toplumsal düzen aracılığıyla) sebep olduğu, (yaşamın bütünüyle muhtaç olduğu metabolik döngüleri altüst eden) ekolojik krizlerin anlaşılabilmesi için öncelikle bu ilkenin kavranması gerekir.
Sosyalizm mi çevre mi?
Marx’ın, insanlık ve insan dışı doğanın nasıl bir ilişki içinde olması gerektiğine dair en güçlü söylemlerinden biri, Kapital’de yer alan şu satırlardır:
Sosyo-ekonomik biçimlenmeye daha geniş bir görüş açısıyla bakarsak; bir insanın bir diğer insan üzerinde sahiplik iddiasında bulunması ne kadar anlamsızsa, yeryüzü için de kişiye özgü özel mülkiyet o kadar anlamsızdır. Bir toplumun tamamı bir araya gelse, hatta tüm ulus bir araya toplansa ya da var olan tüm toplumlar bu uğurda birleşse bile, bunların hiçbiri Dünya üzerinde sahiplik iddia edemez. Yalnızca mutasarrıf olabilirler. Yararlanıcılar olabilirler. Ve onu tıpkı bir boni patres familias gibi (iyi bir aile babası), gelecek nesillere devredilmek üzere koruyup geliştirmek zorundadırlar.[9]
1870’de, Fransız takipçilerinden oluşan bir grubun bazı vahim eylemleri karşısında canından bezen Marx, “Bütün bildiğim, ‘Marksist’ olmadığımdır” demişti [ve şöyle devam etti; “Tanrı beni dostlarımdan korusun!”]. Yirminci yüzyılı yaşasaydı, kendilerini onun siyasi varisleri sayan rejimlerin çevre politikaları karşısında tam olarak aynı cümleyi kurardı. Bunlardan iyi aile babası çıkmaz!
Örneğin, 1960’larda, Sovyetlerin Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ı kapsayan devasa nehir derivasyonu projesine bakalım. Amacı, pamuk yetiştiriciliği yapan işletmelere sulama çözümü sunmaktı. Ekili alanlar kısa sürede serpilip gelişti, SSCB de böylece dünyanın en büyük ikinci pamuk ihracatçısı oldu. Ne var ki bölgenin bütününe bakıldığında, eşi benzeri görülmemiş bir ekolojik felaketin yaşandığı anlaşılıyordu. Yönü saptırılan nehirlerin aslında, dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral’ı beslemesi gerekirdi. 1989’a gelindiğinde, göl yüzde 90 oranında küçülmüştü. Arta kalan suyu da aşırı kirlenmeye maruz kaldığı için içme suyu elde edilemedi, yakınlardaki tarımsal işletmeler tuz rüzgârlarıyla tahrip oldu ve bir zamanların bereketli balıkçılık ve su ürünleri yetiştiriciliği yok olmaya yüz tuttu.[10]
Eski Sovyet Birliği ve Çin’de meydana gelen çevresel felaketlerin ikincil sonuçları ya da batıdaki sosyalistlerin önemli bir bölümünün bu türden yıkıcı projeleri görmezden gelmeleri, hatta kimi zaman savunmaları, çevrecilerin Marksizm’i reddetmesiyle sonuçlandı. Sosyalizm ve kapitalizmi çevre karşıtı ikizler olarak görüp üçüncü bir yol aradılar; çevre bilimlerinden türetilmeye çalışılan bir yol. “Ne solda ne de sağda, ön saflarda”, 1980’lerde yeşil partilerce rağbet gören bir slogandı. Ve 90’lı yıllarda, çevre politikalarına yeni bir yaklaşım olarak sunulan “ekolojizm”i geliştirme girişimlerine tanık olduk.
Yeşiller tarafından yazılan bir yığın makale ve kitapta, Marx ve Engels’in yazılarında sosyalizmin çevre karşıtı “ilk günahını” tespit etme üzerine bir arayışa çıkıldı. En yaygın rastlanan tutumsa modern sosyalizmin kurucularının “üretimcilikle” (productivism) – “daha fazla üretim her zaman iyidir” görüşü – ve doğanın önemini yeterince anlayamamış olmakla itham edilmeleridir. Marx ile Engels’in yazdıkları ve inandıklarının tamamen yanlış anlaşıldığını gösteren bu eleştiriler, “yeşil çevrelerce”, genel itibariyle sosyalizmin, bilhassa da Marksizm’in defaten ıskartaya çıkarılmasını meşrulaştırmak adına, yaygın şekilde kabul gördü.
Marksistlerin, 1990’lar öncesinde, yeşillere özgü bu “kavrayamama” tutumu karşısında, işin doğrusunu anlatmaya çalışma yönünde dikkate değer bir girişimde bulunmadıkları ya da giderek büyüyen çevresel krizi Marksist perspektiften yorumlayan bir anlayış geliştirmeye eğilmedikleri de buraya not düşülmeli. Az sayıda istisna dışında, 20. yüzyıl sosyalist hareketi çevresel sorunları ya görmezden geldi ya da bu konudaki kaygılarını öteleyip, her şey o zaman (ve mucizevi bir şekilde) çözülebilecekmiş gibi, hiç acelesi yokmuşçasına devrim sonrasına erteledi.
Çağdaş çevre hareketinin 1970’lerdeki ilk dalgasıyla birlikte, bireysel olarak harekete geçen bazı sosyalistler, layıkıyla anlaşıldığında Marksizm’in hızla büyümekte olan çevresel krizi anlama ve yanıt verme konusunda faydalı bir metodoloji sunduğunu göstermeye çalıştılar. Örneğin, István Mészáros’un 1970’de Deutscher Anma Ödülü töreninde yaptığı konuşmanın önemli bir kısmı “kapitalizm ve ekolojik yıkım” konusuna adanmıştı.[11] Detroitli radikal hukukçu Ronald Reosti ise 1972’de “Çevre Kirliliği: Bunun sorumlusu kim?” (Pollution: Who is responsible?) başlıklı, son derece bilgilendirici olduğu halde ne yazık ki pek rağbet görmeyen bir makale yayımladı.
Ne var ki bunlar istisnai örneklerdi. Sosyalist yayınlar kapitalizmin kusurlarını teşhir etmek adına çevre kirliliği konusunu sıkça gündeme taşımış olsalar da bu çevresel meselelere kapsamlı bir çözümleme getiremediler. Hatta en örgütlü Marksist gruplar bile gösterilerden ve çevre kampanyaları inşa etme çabalarından kaçındı.[12]
Yine de, Marksistler daha iyi bir iş çıkarsaydı, çevre hareketi çok daha erken bir dönemde radikalleşirdi ve böylece ekososyalist bir harekete dönüşebilirdi diye bir iddiada bulunmak doğru olmaz. Çünkü Marksist sol, bir yandan neoliberalizmin 1980’lerdeki yükselişiyle, diğer taraftan “sosyalizmin yaşayan örnekleri” sayılan Sovyetler ve Doğu Avrupa’nın rezil çöküşüyle birlikte, yüzyılın sonuna dek fena halde hırpalandı. Sonuç itibarıyla, zaten çevre hareketinde etki yaratabilecek kadar güçlü de değildi – ki hareket de her halükarda sağa meyledip, Margaret Thatcher’ın kestirme ifadesiyle; “kapitalizmden başka seçeneğin bulunmadığı” görüşünü zımnen benimseyecekti.
Buna rağmen, Marksizm’in peşinen reddi karşısında, Marksistlerin, radikal yeşiller arasında bile, kendi görüşlerini ortaya koyamamış olmaları tam anlamıyla bir hayal kırıklığıdır.
Melez ekososyalizm
Almancada 1970’lerin sonlarında kullanılmaya başlanan ökosozialismus sözcüğünden gelen ‘ekososyalizm’, İngilizceye, 1980’de basılan Eco-Socialism in a Nutshell (“Eko-Sosyalizm Nedir?”) broşürüyle girdi.[13] Her iki kullanımında da, kızıl-yeşil ahengini yansıtan bir dünya görüşü ya da Marksist bir bakış açısı değil, sosyal demokratik ve çevresel reformların eklektik bir karışımı kastediliyordu.
1989’da faaliyete geçirilen Capitalism Nature Socialism (KDS: Kapitalizm, Doğa, Sosyalizm) adlı akademik yayına kadar da Marksizm ve çevrecilik konusunda dikkate alınabilecek kadar önemli bir tartışma başlatılamadı. Dergi daha ilk yıllarında, editör James O’Connor’ın “kapitalizmin ikinci çelişkisi” adlı tezini yayımlamasıyla birlikte geniş çaplı yankı uyandırdı. O’Connor’ın başlattığı tartışma şöyle söylüyordu: Sermaye, çevre karşıtı dürtüleri yüzünden kendi temelini de baltalar; kâr oranında düşüşe neden olur, ekonomik krizler yaratır.[14] 2007’de, KDS kendisini “ekososyalizm dergisi” olarak tanımlamaya başladı ama zamanla editoryal vurgusu daha anarşist bir duruşa evrildi. Fakat maalesef içeriklere erişimin ücretli abonelik yoluyla kısıtlanması ve abonelik ücretinin pek de makul olmaması yüzünden, artık (akademik çevreler dışında) eskisi kadar etkili olamıyor.
Erişebildiğim kadarıyla, “Marksist çözümlemeyi anaakım ekolojizme tanıtma” tartışmasını başlatan ilk kitabın, İngiliz çevre gönüllüsü David Pepper tarafından 1993’te kaleme alınan Derin Ekolojiden Toplumsal Adalete; Eko-Sosyalizm olduğu görülüyor. Pepper’a göre, Marksizm “kapsamlı bir ekososyalist kuram” sunmamış olsa da “en azından, anaakımı ve anarşist yeşil rotayı ele geçiren müphemlik, tutarsızlık, zihin bulanıklığı ve zaman zaman rastlanan tekdüzeliğe karşı etkili bir panzehir sunabiliyor.”[15]
Sorun şu ki, 1990’larda birçok ekososyalist tarafından tartışılmış olduğu üzere, bu tutum, bir araya getirildiklerinde pek de iyi bir karışım olmayacağını baştan belli eden iki farklı yaklaşımı kaynaştırmayı hedefliyordu – Yeşil kuramın üzerine Marksizm yazmaya çalışmak ya da tam tersi. O tartışmalarda ele alındığı üzere, böyle bir melezin her şeyden önce, uygulanabilir olması beklenirdi. Ekososyalizmin kendisini bu çıkmazdan kurtarabilmek için başvurabileceği tek yol, yeniden başlamaktı.
Marksist ekososyalizm
Açıkça görüldüğü üzere, “Marksizm + ekolojizm” çıkmaz bir sokaktı. Bunu gören bazı sosyalist aktivist ve akademisyenler, köklere dönüp Marx ve Engels çalışmaları yürütmeyi tercih ettiler. Benimsedikleri yaklaşım, insan toplumu ve doğa arasındaki ilişkinin Marx ve Engels tarafından gerçekleştirilen çözümlemesi olmalıydı. Ve genel kanının aksine, Marx’ın kapsamlı kapitalizm teşhirinin bizatihi ekoloji üzerinden şekillendiği anlaşıldı. Onun felsefi, iktisadi ve bilimsel temeller üzerinde yükselttiği kapitalist ekoloji eleştirisi günümüzün çağdaş ekososyalizm anlayışı için de temel oluşturuyor. Bu hummalı “yeniden keşif” çalışmalarında öne çıkan iki isim John Bellamy Foster ve Paul Burkett oldu. İkili, Burkett’in ifadesiyle; Marksizm’in çevreciliğe bir alternatif değil, aksine “insan-doğa ilişkilerini, sınıf mücadelesi ve insanlığın özgürleşmesi bağlamında ele alan istisnai bir çevrecilik anlayışı” olduğunu gösterdiler.[16]
John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi: Materyalizm ve Doğa adlı kitabında Marx’ın çevre üzerine görüşlerini sistemli bir yeniden yapılandırmayla ele alma işini üstlendi, onun doğa ve tarih konusundaki materyalist kavrayışını, kendisinin itinayla yürüttüğü tarım ve toprak kimyası çalışmalarıyla birleştirdi. Foster’ın ulaştığı sonuç, kendi zamanının bilimsel algısının çok ötesindeydi. Hatta bugün için bile, ekolojik düşünce olarak tabir edilen şeylerin de önemli bir kısmından ilerideydi. “Marx’ın çalışmasının özünü tümüyle kavrayabilmek, onun doğaya ve tarihe materyalist bir anlayışla baktığını görmekten geçer. Kaldı ki Marx’ın toplumsal düşünceleri de ekolojik dünya görüşünden koparılarak okunamaz.”[17]
Foster’ın yürüttüğü araştırmaların asıl başarısı, metabolizma ve metabolik yarılmanın Marx’ın kapitalizm çözümlemesinde hayati bir öneme sahip olduğunun yeniden keşfiydi.
Daha en başında, metabolizma kavramının tamamlayıcı parçalarından biri, yaşamın sürdürülebilirliğini sağlayan ve gelişimi mümkün kılan girift etkileşim ağlarının temelinde onun bulunduğuna dair kavrayışıydı. Marx ‘yarılma’ derken, kapitalist toplumlarda, insan mevcudiyetine temel teşkil eden doğa koşullarından kopmanın bir sonucu olarak, insanlık ve yerküre arasındaki metabolik ilişkinin maddesel bağlamda ayrışmış olduğunu kastetmişti – bunu, “doğanın, insan var oluşu için şart koştuğu ebedi koşullar” diye tarif ediyordu.[18]
Burkett de Marx’ın yapıtları üzerinde sistematik bir çalışma yürüttü ama o, konuyu ağırlıklı olarak politik ekonomi bağlamında ele alıyordu. Marx ve Doğa: Kızıl – Yeşil Bir Perspektif adlı kitabında, Marksizm’e yönelik geleneksel yeşil eleştirilerin temelde köklü yanlış anlamaları yansıttığını söyler – örneğin, Marx’ın sınai büyümeyi her koşulda desteklediğinin ya da doğanın bir limiti ve dolayısıyla da değeri olmadığını düşündüğünün iddia edilmesi gibi. Marx’ın politik ekonomi üzerine gerçekleştirdiği çalışma, “kapitalizme özgü çevresel krizlerin kökenleri, ekolojik mücadele ve sınıf mücadelesi arasındaki ilişki, doğa ve insanın birlikte evrimleşme sürecinin sağlıklı ve sürdürülebilir olması için ihtiyaç duyulanlar hakkında özgün ve faydalı öngörülerde bulunur.”[19]
Burkett, “Marx’ın kapitalizmin çelişkileri ve krizleri konusundaki tanısının, doğanın üretim koşulları ile bir bağlantısı olmadığı” yönündeki yaygın yeşil iddianın çürütülmesinin ardından, Marx’ın bilhassa çevresel krizlere dair iki farklı senaryo tanımladığını gösterdi. Bunlardan ilki, örneğin 1860’larda yaşanan pamuk krizi ya da 1970’lerde ortaya çıkan petrol krizi gibi, doğadan elde edilen materyallerin tükenmeye yüz tutmasıyla veya kesintiye uğramasıyla yaşanacak krizlerdi. Bunlar dışında bir de, yaşam için gereken koşulların kaybıyla ortaya çıkacak olan krizler vardı.
Aynı zamanda hem doğanın bir parçası hem de sosyal bir tür olan insanın gelişimi için gereken koşulların olumsuz yönde değişmesiyle yaşanacak çevresel krizler ile sermaye birikimi yüzünden baş gösteren çevre krizlerini birbirinden ayırmak son derece önemlidir. Her ikisi de kapitalizm tarafından üretiliyor olsalar dahi, ilk grupta yer alan krizlerin otomatikman diğerini de imlemesi kesinlikle söz konusu değildir – diğer bir deyişle, kapitalizm hem ekolojik hem de toplumsal anlamda, insani gelişime ket vuran mantıkdışı bir sistemdir.[20]
Burkett, Marx ve Doğa’nın ikinci baskısında, ilk grupta yer alan çevresel krizlerin önemini tekrar vurguluyor ama bu kez onları, Marx’ın (John Bellamy Foster tarafından yeniden keşfedilen ve daha geniş bir kapsam kazandırılan) metabolik yarılma kavramıyla ilişkilendirerek ele alıyor.
Foster ve diğerlerinin yakın zamanlı çalışmalarının ışığında gözden geçirildiğinde, Marx’ın metabolik yarılma yaklaşımının – doğa bilimleri, teknolojik gelişim ve dahası küresel sermaye birikimini de içine alacak şekilde, gereğince yeniden yapılandırılmış ve güncelleştirilmiş haliyle – iklim değişikliğinin yarattığı güncel sorunlar, tükeniş, endüstriyel balıkçılık ve su ürünleri yetiştiriciliği yüzünden çöken okyanus ekosistemleri, ve endüstriyel tarım faaliyetlerinde gereğinden fazla kullanılan kimyasal gübreler nedeniyle yerkürenin azot döngüsünde meydana gelen parçalanmanın sistemik köklerini anlayabilmemizi sağladığını teyit edebiliriz artık. Yarılma yaklaşımının aynı zamanda, ekolojik emperyalizmin teşhirine de yardımcı olduğu kanıtlanmıştır (guano ticareti, şeker kamışı plantasyonları, vb.). Elbette, ekolojik krizleri ortaya çıkaranın, kapitalist gelişimin tüm tarihi boyunca merkezinde yer alan bir şey olduğunu ve bunun küresel ölçekte az gelişmişlikle sonuçlandığını da görmemizi sağlar.[21]
İkincil krizler?
Solda, Marx’ın kuramının en can alıcı bölümünün ekonomi olduğuna dair bir konsensüs – aslında önyargı demek daha olur – mevcut. Bunu, ekonomik mücadelelerin diğer tüm toplumsal çatışmalardan daha önemli olduğu ve kapitalizmin en ciddi krizlerinin ekonomide yaşanan krizler olduğu varsayımları izler. Marx’ın eserlerine tam da bu nedenle geri dönülmesi gerekiyordu. Tüm o tashih ve güncelleştirme çabaları, çevresel bozulmanın kaçınılmaz olarak ekonomik krizlere de yol açacağını gösterebilmek içindi.
Örneğin James O’Connor’ın kaleme aldığı şekliyle; Marx, toprak tahribatına yol açan şeyin bizzat kapitalist tarımsal faaliyetlerin ta kendisi olduğunu fark etmiş ama “olaylar arasındaki bağlantıyı kuramamış” ve ekolojik yıkımın “sermayenin unsurları için maliyet artışına sebep olabileceğini ihtimaller dahilinde görmemiş”, ki bunun da “nihayetinde ekonomik krizlere yol açacağını” kestirememişti. Bu kör nokta, onu “krizler ve toplumsal dönüşüm üzerine kapsamlı bir çevrebilimsel kuram geliştirmekten alıkoydu.”[22] O’Connor’ın ileri sürdüğü “kapitalizmin ikinci çelişkisi” işte tam olarak Marx’ın bu hatasını telafi etmeye yönelik bir teşebbüstü: Kapitalist “üretim koşullarındaki” zarara odaklanıyordu.
Sosyolog Alan Rudy ise Marx’ın Ekolojisi’ne yönelttiği son derece eleştirel yorumunda, Marx’ın “ekolojik krizlerin, ekonomik krizlerdeki rolüne dair çözümlemesinin tamamlanmadığını” dile getirmişti. Rudy’ye göre, Foster “Marx’ın çevresel koşullar ve çelişkiler üzerine söylediklerinin önemini gereğinden fazla abartıyordu” çünkü “Marx metabolik yarılmayı, kapitalist eğilimlerin yol açtığı krizler için hayati öneme sahip bir kavram gibi konumlandırmamıştı.”[23]
Daha güncel bir örnek olarak, meseleye O’Connor gibi yaklaşmış olan Jason W. Moore’a da göz atabiliriz. Moore, metabolik yarılma teorisini destekleyenleri ve “sermaye çevriminin, gerçekte var olan teknolojik ve çevresel değişimle bağlantısını” göstermeyi başaramayanları eleştirirken, analizlerini, “(sözde) ekonomik krizler ve (sözde) çevresel krizler arasındaki belirgin Kartezyen bölünme” ile temellendirdiklerini ileri sürüyor.[24] Moore’un sunduğu “tekil kuram”, sermaye birikimi krizlerini, [kapitalist bir strateji olan] “ucuz doğa” değerinin periyodik olarak azaltılmasına ve “ekolojik artık-değerleri ucuzlatma eğilimine” bağlar.[25]
Bu türden argümanlar, ekonomik krizlerin, çevresel krizlerden çok daha önemli ve potansiyel olarak daha devrimsel olduğunu varsayar. Ancak bunun sebebi, Foster’ın öne sürmüş olduğu gibi; kapitalist kâr güdümlülük ve çevresel bozulma arasında, ikincisinden doğacak krizlerin son derece tehlikeli olacağını gösterecek bir geribildirim düzeneğinin bulunmamasıdır.
Kapitalizmin, ‘geliyorum’ diye bağıran çevresel yıkımlarla kuşatılmışken bile, çevresel bozulmaları kâra dönüştürerek birikime devam etme tutumu sergilemesi hiç de hafife alınabilecek bir şey değildir. Örneğin, atık yönetimi endüstrisini devreye sokar, krizi, onu geliştirmek için kullanır. Böylece, geri dönülemez noktaya varana kadar tahrip etmeye devam eder – bu hem insan toplumları hem de dünyadaki canlı türlerinin büyük çoğunluğunu kapsayan bir yıkımdır. Diğer bir deyişle, ekolojik sorunları derinleştirmesinden kaynaklı tehditler çok daha vahim bir durum yaratır çünkü sistem, kendini yeniden yapılandıracak dahili (ya da harici) bir düzenleyiciye sahip değildir. Ekoloji söz konusu olduğunda, iktisadi döngünün yerine geçebilecek bir yöntem yoktur…
Üretim koşullarına ve kapitalizmin ‘ikinci çelişkisine’ odaklanma eğilimi, tüm boyutlarıyla ele alınması gereken çevresel krizlerin önemsizleştirilmesine yol açıyor. Hatta kapitalizmin, kendi tutumunu belirleyen bir ekonomik kriz teorisi uyarınca, her şeyi sonuna kadar zorlamasının çevresel etkilerini de yabana atıyor.[26]
Kutsal değil, mantıksal
Marx’ın Ekolojisi ile Marx ve Doğa kitapları, Marx’ın ve Engels’in doğa ya da ekoloji hakkındaki çözümlemelerinin özüne odaklanan sistematik çalışmalar arasında öne çıkmayı başarmış iki önemli eserdir. Efsaneleri ve tahrife dayanan iddiaları bir kenara süpürüp, Marksist ekolojiye uzanan yoldaki tüm engelleri temizlediler.
Aksi yöndeki iddialara dayanan bazı suçlamalara maruz kalmış olsalar da, yapmadıkları tek şey, Marx ve Engels’e kutsallık atfetmek, “Marksist kutsal metinleri, doğayı kapitalizmden kurtarmak için başvurabilecekleri kusursuz bir kılavuz” gibi görmekti.[27] Böylesi bir iddiaya cevaben, “su katılmamış bir saçmalık,” diyordu Foster:
Makul bir birey, okyanuslardaki asitlenme ya da hidrolik kırılma gibi iklim değişimi çağına özgü sorunlara, (tüm ihtişamına rağmen) Marx’ın 19. yüzyıldan kalma çözümlemeleriyle bakıp da küresel ekolojik krizi sonlandıracak ‘kusursuz bir kılavuz’ bulduğunu düşünmez. Dolayısıyla, buradaki amaç, Marx’ın diyalektiğinden, yani kapitalizmin ekolojik ve toplumsal teşhirinden hangi metodolojik yaklaşımları çıkarsayabileceğimizi görmekti… Zaten bunların da sonradan ortaya çıkan tarihsel ve bilimsel gerçeklerle sentezlenmesi gerekir ki güncel toplumsal praksise uygulanabilsin.[28]
Kohei Saito’nun, çığır açan makalesi Karl Marx’s Ecosocialism’de (Karl Marx’ın Ekososyalizmi) gösterdiği üzere, mutlak ve değişmez bir hakikatin varlığına inanmayı reddeden biri olarak Marx’ın, insan-doğa ilişkisi için böylesi bir takdimde bulunmuş olması da zaten beklenemez.
Bunun yerine, maddesel sınırlarımızı, doğa bilimleri ve teknolojinin somut koşulları altında incelemeyi hedefledi. Bu çelişkinin kendisini açığa çıkardığı yer önceden belirlenebilir nitelikte değildir; her bir farklı durum için, o duruma özgü somut bir analiz yapılmasını gerektirir. Böyle bir çözümleme için ihtiyaç duyulan temel verileri doğa bilimleri sunar. Aksi takdirde, ‘kapitalizm çevreyi yıkıma uğratacaktır’ demekten öteye geçemeyen bir eleştiriden ibaret olması da kaçınılmazdır zaten. Marx’ın böyle muğlak bir önermeyle yetinmesi beklenemezdi.[29]
Burkett ve Foster’ın (ve de onların izinden yürüyen diğerlerinin) Marx’ta bulacağı şey, kutsal yazıtlara atfedilen türden bir yanılmazlık değil, bilakis Saito’nun ifade ettiği gibi, “sermayenin tarihsel gelişiminde ortaya çıkan insan-doğa uzlaşmazlığına yönelik analizler için esaslı bir metodolojik temel” niteliğindedir.[30]
Marx’ın ekolojik yönetimini iyileştirip günümüze uyarlamak sadece bir başlangıçtı elbette. Kapitalizmin tıp ve insan sağlığı üzerindeki etkileri konusunda bir dönüm noktası sayılan İkinci Hastalık adlı kitabında Howard Waitzkin, 20. Yüzyıl Marksizmi için; “kurucularının kuramlarına karşı dogmatik bir bağlılık” sergilemekten mustaripti, der; ve “Marksizm klasiklerinin öngöremediği aktüel gerçeklerle mücadelesinde” yenilgiye uğradı. Teori tek başına yeterli gelmez: Materyalist yaklaşım, tarihsel bir özgüllük gerektirir. “Marksist analizler, toplumsal sorunları tarihsel somutluğuyla ve belirli fiziksel gerçeklerle ilişkisi bağlamında ele alarak açıklamaya çalışır. Araştırmaların konuları birbirinden farklı olsa da genel analitik ilkeler her zaman geçerlidir. Ancak somut açıklamalarda bulunmak gerektiği için, her bir sorun kendi bağlamında ele alınır.”[31]
Tam bu noktada, bir tarihçi ve çevre gönüllüsü olan Andreas Malm’un şu sözlerini hatırlamak gerekir; “Çevresel sorunlar üzerinde yürütülen bir Marksist soruşturma, yaratıcılığı ve üretkenliği açısından tüm diğer çalışmaları gölgede bırakmıştır: Metabolik yarılma kuramı.”[32] Son yirmi yılda, birbirinden farklı çevresel sorunların somut analizlerini yapabilmek adına “toplumsal metabolizmanın birbiriyle ilişkili süreçlerindeki onarılamaz yarılmaya” odaklanmayı seçen makale ve kitapların sayısı çığ gibi büyüyerek arttı; iklim değişimi, çevre koruma, antibiyotik direnci, biyolojik çeşitlilik, atık su sistemleri, tarımsal faaliyetler, deniz stoklarındaki çöküş, toprağın aşınması, ve dahası…[33]
Gelecekte bu fikir ve analizler, dünyayı yorumlamaktan öteye geçip onu değiştirmeye yönelik katkıları sayesinde eyleme de geçirilip sınanacaklar. Kapitalizmin yarattığı bu derin metabolik yarıkları ancak doğayla el ele vererek çalışmaya adanan bir toplum iyileştirebilir. Ve böyle bir uygarlık hayalini gerçeğe dönüştürebilecek olan da bizzat kitlesel bir ekososyalist harekettir. Ne var ki ekolojik bir toplum yaratmak da kolay değildir. Dolayısıyla sürecin hızlı ilerlemesi beklenemez. Lakin, insanlığın bu günlerde yüz yüze kaldığı bu en çetin görevin mutlaka yerine getirilmesi gerekiyor.
Kaynakça
Rudy, Allan, 2001a, “Rejoinders”, Capitalism Nature Socialism, cilt 12, sayı 3.
Rudy, Allan, 2001b, “Marx’s Ecology and Rift Analysis”, Capitalism Nature Socialism, cilt 12, sayı 2.
Malm, Andreas, 2018, The Progress of this Storm: Nature and Society in a Warming World, Verso.
Sheppard, Barry, 2005, The Party: the Socialist Workers Party, 1960-1988, cilt 1, Resistance Books.
Pepper, David, 1993, Eco-Socialism: From Deep Ecology to Social Justice, Routledge.
Westen, Del, 2014, The Political Economy of Global Warming, Routledge.
Engels, Frederick, 1940, Dialectics of Nature, International Publishers.
Waitzkin, Howard, 2000, The Second Sickness: Contradictions of Capitalist Health Care, yenilenmiş baskı, Rowman & Littlefield.
Mészáros, Istvan, 2015, The Necessity of Social Control, Monthly Review.
O’Connor, James, 1998, Natural Causes: Essays in Ecological Marxism, Guilford.
Moore , Jason W., 2011, “Transcending the metabolic rift: A Theory of Crises in the Capitalist World-Ecology”, Journal of Peasant Studies, cilt 38, sayı 1.
Moore , Jason W., 2015, Capitalism in the Web of Life, Verso.
Kovel, Joel, 2002, The Enemy of Nature: the End of Capitalism or the End of the World?, Zed Books.
Foster, John Bellamy, 2000, Marx’s Ecology: Materialism and Nature, Monthly Review.
Foster, John Bellamy, 2009,The Ecological Revolution: Making Peace with the Planet, Monthly Review.
Foster, John Bellamy, 2014, Marx and Nature için yazdığı önsöz, 2. Baskı.
Marx, Karl, 1973, Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy, çev. Martin Nicolaus, Penguin.
Marx, Karl, 1974, Early Writings, Penguin.
Marx, Karl, 1976, Capital, cilt 1, çev. Ben Fowkes, Penguin.
Marx, Karl, 1981, Capital, cilt 3, çev. David Fernbach, Penguin.
Saito, Kohei, 2017, Karl Marx’s Ecosocialism: Capitalism, Nature, and the Unfinished Critique of Political Economy, Monthly Review.
O’Connor, Martin, 1994, Is Capitalism Sustainable? Political Economy and the Politics of Ecology, Guilford.
Feshbach, Murray ve Friendly, Alfred, 1993, Ecocide in the USSR: Health and Nature under Siege, Basic Books.
Burkett, Paul, 2014, Marx and Nature: A Red and Green Perspective, 2. baskı, Haymarket.
Evanoff, Richard J., 2005, Reconciling Realism and in Enviromental Ethics, Environmental Values, cilt:14, no:1.
Benton, Ted, 1996, The Greening of Marxism, Guilford.
DİPNOTLAR
[1] Stockholm Dayanıklılık Merkezi, The nine planetary boundaries (Dokuz gezegensel sınır), https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/planetary-boundaries/about-the-research/the-nine-planetary-boundaries.html
[2] Evanoff, 2005, s.74.
[3] Marx, 1974, s. 328.
[4] Marx, 1973, s. 489.
[5] Marx, 1976, s. 949-50.
[6] Weston, s.66.
[7] a.g.e., s. 66.
[8] Engels, 1940, s. 195-7.
[9] Marx, 1981, s. 911.
[10] Feshbach ve Friendly, 1993, s. 73-75.
[11] Mészáros, 2015, s. 23-51.
[12] Troçkist bir parti olan ABD Sosyalist İşçi Partisi (US Socialist Workers Party) o sıralarda savaş karşıtı hareket, kadın özgürlüğü hareketi gibi konularda aktif rol alıyor, ancak ekolojik meselelere yalnızca partinin gazetesinde değiniyordu. Ve bu yazılarda bile çevre hareketine katılma konusundan hiç bahsedilmiyordu. Bkz. Sheppard, 2005, s. 251.
[13] Bu konuda bir otorite sayılan Oxford Sözlüğü ecosocialism sözcüğünü 2008 yılında kabul etti. Broşürden sonra ilk kullanıldığı yer ise The Times gazetesiydi (1985).
[14] Bu döneme dair temel metinler için bkz. – ki bunların büyük çoğunluğu Kapitalizm, Doğa, Sosyalizm’de yayımlanmıştır – M. O’Connor, 1994; Benton, 1996; J. O’Connor, 1998.
[15] Pepper, 1993, s. 248.
[16] Burkett, 2014.
[17] Foster, 2000, s. 20.
[18] a.g.e., s. 153.
[19] Burkett, 2014, s. 6.
[20] a.g.e., s. 196.
[21] a.g.e., s. 19-20.
[22] O’Connor, 1998, s. 160.
[23] Rudy, 2001a, s. 143; 2001b, s. 61.
[24] Moore, 2011, s. 10, 39.
[25] Moore, kendisinin yarattığı “ekolojik artık-değer” kavramının “ölçülemez” oluşundan ötürü “kusurlu bir formulasyon” olduğunu kabul eder. Ölçme yapamayan bir derecelendirmenin, bir şeyin azaldığı ya da kâra yansımasının ölçülebilir bir değer olduğu yönündeki tespitlerini anlamak zordur. Moore’un argümanının tamamı için bkz. Moore, 2015, bilhassa da 4. Bölüm.
[26] Foster, 2009, s. 206, 7.
[27] Kovel, 2002, s. 211.
[28] Foster, 2014, s. 10-11.
[29] Saito, 2017, s. 260.
[30] a.g.e., s. 260.
[31] Waitzkin, 2000, s. 7.
[32] Malm, 2018, s. 177.
[33] Monthly Review üzerinden, Ryan Wishart, R. Jamil Jonna ve Jordan Besek’in düzenli olarak güncellediği son derece değerli kaynak “metabolik yarılma” etiketiyle takip edilebilir: The Metabolic Rift: A Selected Bibliography, Monthly Review. https://monthlyreview.org/commentary/metabolic-rift/