Meltem Oral
2008’de küresel finans sistemi krize girdi ve neoliberalizmin işlemediği sistemin savunucuları tarafından bile itiraf edilmeye başlandı. Krize karşı pek çok yerde tepki gelişmiş olmasına rağmen mücadelenin patladığı yer 2011’den itibaren Ortadoğu ülkeleri oldu.
Tunus, Mısır, Libya’da sıradan insanların eylemiyle on yıllarca hüküm süren diktatörler birkaç günde devrildi. Yunanistan ve İspanya’daki Öfkeliler’in, ABD’deki İşgal Et hareketinin gözü, kulağı Arap devrimlerindeydi. Tunus, Mısır, Bahreyn, Libya, Yemen ve Suriye’de gelişen hareketler yeni bir dönemin başlangıcıydı. Devrim kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişkin olduğu Avrupa ve ABD’de değil aksine daha ‘güçsüz’ olduğu bu coğrafyada gerçekleşiyordu.
Bu olup bitenler Troçki’nin sürekli devrim teorisini yine günün sorusu haline getirdi. Mısır’da devrime tanık olan pek çok kişi için, ekonomisi az gelişmiş bir ülkede devrim olup olamayacağı sorusu anlamsız gelebilir. Ancak Troçki’nin ilk olarak 1905’te tartıştığı, sistematik bir teori olarak ancak 1920’lerin sonunda şekillendirdiği bu analiz kendi döneminin sosyalist hareketi açısından çığır açıcıydı ve marksizme yapılan en parlak katkılardan biriydi. 2011’de başlayan süreçte ise Arap devrimlerinin sınırının ne olacağı, hareketin sosyal reform taleplerinin yerine getirileceği bir parlamenter demokrasiyle mi sınırlı kalacağı yoksa sistemi değiştirecek potansiyeli barındırıp barındırmadığı gibi sorular, sürekli devrim teorisinin güncelliğini koruduğunu gösterdi.
Rusya’da sürekli devrim
Rusya’da devrimin niteliği tartışmasında iki ana görüş vardı. İkisi de 1905 ve 1917 devrimlerinde pratikte sınandı.
Birincisi ekonomik olarak geri olan ülkelerde, yani sanayisi ve işçi sınıfı gelişmemiş, nüfusun çoğunluğunun kırsal kesimden oluştuğu yerlerde öncelikle Batı Avrupa’nın izlediği yolun geçilmesi gerektiğini, geri kalmış ülkelerde endüstriyel kapitalizm olgunlaşmadan sosyalist bir devrimin gerçekleşemeyeceğini savunuyordu. Bu görüşe göre Rusya ‘geri ve barbar’ bir ülkeydi ve işçilerin iktidarı için önce uzun bir sanayileşme ve Avrupalılaşma gerekliydi. Bu görüşteki Menşevikler, Rusya bir burjuva devrimi için yeteri kadar olgunlaştığında, otokrasiyi devirmek ve modern anayasal bir devlet kurmak için işçi sınıfının burjuvaziyi desteklemesi gerektiğini savunuyorlardı.
Lenin’in liderliğini yaptığı Bolşeviklere göreyse; devrimin başarıya ulaşması için “işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci demokratik iktidarı” gerekliydi.
Troçki’nin yaklaşımı bu iki eğilimden de farklıdır. Elbette ondan önce bu tezin nüvelerini gösteren isimler olmuştur ama hepsi ‘bir şeyi keşfetmenin eşiğinde durup kalmıştır’. Eşiği geçen Troçki’dir.
Troçki’nin yaklaşımı
Troçki öncelikle kapitalizmin küresel bir sistem olduğunu ortaya koydu. Dünyanın tek tek, birbirinden bağımsız uluslar ya da devletlerden ibaret olmadığını açıklayarak Rusya’da kapitalizmin gelişmesini dünya ekonomisi çerçevesine oturttu.
Sürekli devrim teorisinin temelini oluşturan, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi analizi, Rusya gibi ülkelerde en eski ve en modern formların nasıl iç içe geçtiğini açıklar. Bugün dünyanın dört bir tarafında görebileceğimiz gibi; bir tarafta yoksul, son derece geri kalmış kırsal yaşam diğer tarafta çağın en modern, en ileri, en gelişmiş teknoloji sermayesinin gökdelenlerinin yer aldığı kentler. Troçki’nin 1905’te gördüğü buydu. Rusya’da en gelişkin kapitalist üretimle, büyük ölçekli sanayiyle, en geri feodal, tarımsal üretim veya baskı formları iç içeydi.
Bu eşitsiz ve bileşik gelişimin temelini Troçki “ileri ülkelerin çekicisinin peşine takılmak zorundaki geri bir ülke sıraya uymaz” diyerek açıklar. Yani geri kalmış ülkeler aradaki aşamaları atlayarak bir takım gelişmiş özellikleri benimseyebilirler. “Ok ve yayı bırakıp tüfeğe geçerler”.
O dönem Rusya’daki ağır sanayi, Avrupa’daki gibi küçük atölye ve imalathanelerin büyümesiyle gelişim seyri izlememiştir. Doğrudan batı sermayesi tarafından kurulmuş, dönemin en ileri teknolojisini transfer etmiş, oldukça modern bir sanayiye sahiptir. Keza işçi sınıfı da. Troçki Rusya’daki işçilerin gelişmiş ülkelere kıyasla devasa olduğunu belirtir. Rusya’da binden fazla işçi çalıştıran fabrikalarda çalışan işgücü oranı yüzde 38’ken Almanya gibi kapitalizmin merkezinde bu oran yüzde 10’dur.
Ayrıca işçi sınıfının karakteri de farklı gelişmiştir. Rusya’da işçiler Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfının geçtiği aşamalardan geçmek zorunda kalmamıştır. Kadın işçiler en başından sendikalara üye olma hakkına sahiptir, ancak İngiltere’de kadın işçilerin bu talebi kazanmak için 91 yıl mücadele etmesi gerekmiştir.
Yabancı sermayenin güdümünde küçük bir kapitalist sınıf ve imparatorluk bürokrasisinin karşısında sayısı az ancak militan bir işçi sınıfı dönemin Rusya’sına dair Troçki’nin gördüğü genel manzaradır.
Teorinin sınanması
Troçki diyalektik bir tarihsel yaklaşım geliştirir. Geri ve modern sosyo-ekonomik koşulların karışımı olan bu manzaranın sonucu, sürekli devrim sürecinde işçi sınıfının liderliğinde, demokratik ve sosyalist görevlerin de iç içe geçmiş olmasıdır. 1917 bu tezlerin geçerliliğini muazzam biçimde kanıtlar. Demokratik reformlar ancak işçi sınıfının iktidarı almasıyla mümkün olur. Üstelik işçi sınıfı bir kez iktidara geldi mi kendisini demokratik reformlar yapmakla sınırlamamış Troçki’nin öngördüğü gibi sanayinin temel kollarını kamulaştırarak sermayeye de el koymuştur.
Troçki’nin yaklaşımı 1917 devriminin deneyimiyle birlikte Lenin ve Bolşeviklerin sahiplendiği bir görüş haline gelir.
Troçki’nin yaklaşımının kilit noktası; Rusya’da devrimin kaderinin kapitalizmi gelişmiş ülkelerde yaşanacak devrimlere bağlı olduğudur. Yani Rusya’da Çar’ı devirecek ve parlamenter demokrasiyi kuracak bir burjuva devrimine gerek kalmadan işçi devrimi gerçekleşebilir ancak bu işçi devriminin ayakta kalabilmesinin tek koşulu yolu, devrimin Avrupa’ya yayılmasıdır. Troçki bu ihtiyacı çok iyi kavrar. Nitekim Almanya’da 1918’de başlayan devrim sürecinin yenilgiye uğraması Rusya’nın da kaderini belirler. Geçen yüzyıl boyunca devrimlerin tek bir ülkede sınırlı kalmasıyla başarıya ulaşamayacağının birçok örneği yaşandı.
Tek ülkede sosyalizm mümkün mü?
Sürekli devrim teorisinin detaylandırılışı, Stalin’in ‘tek ülkede sosyalizm’ doktrinine karşı yapılan tartışmalarda sağlanır. Stalin ve bürokratik tabaka tüm dünyadaki sınıf mücadelesinin “anavatan” Rusya’daki sosyalizmin gerekliliklerine tabi kılınmasını sağlamak için, tek bir ülkede sosyalizmin mümkün olduğu argümanına tutunur. Diğer ülkelerdeki işçi sınıfı mücadeleleri Sovyetlerin dış karakollarına indirgenir. Ancak tek bir ülkede sosyalizm ayakta kalamaz. Tek bir ülkede tecrit edilmiş bir devrimin ayakta kalamayacak olması salt iktisadi koşullarla alakalı bir şey değildir. Troçki’ye göre İngiltere’de bile dünyadan soyutlanmış bir ‘ulusal sosyalist’ ekonomi kurmak mümkün değildir. Ancak geri ülkelerde burjuva demokratik devrimi öncelikli bir zorunluluk olarak gören Menşevik görüşü ve SSCB’deki sosyalizmi korumak adına her şeyin mübah olduğu fikri dünyanın her tarafındaki stalinist partilerin öncelikli yaklaşımıdır.
Çin devrimine stalinist yaklaşım, Rusya’daki devrimin karakterine dair Menşeviklerin aldığı tutum gibidir. Halbuki Çin burjuvazisi tarımsal ekonomide feodal sömürü biçimlerine sıkıca bağlı olduğu kadar, aynı zamanda dünya mali sermayesine de bağlanmıştır.
İspanya’da 1930’larda stalinist politikalar İspanya’da önce burjuva devriminin zorunlu olduğunu anlatır. Burjuva-demokratik devrimi tamamlayacak Halk Cephesi politikası uygulanır. “Burjuva gerçekliği tesis edilmeli”denir. 1937’ye gelindiğinde bu politikaların sonucu olarak işçi devrimi bastırılır, devrime liderlik eden Troçkistler ve anarşistler tasfiye edilir. Faşist Franco’nun Madrid’i işgal etmesi için gereken koşullar altın tepsiyle sunulur.
1940’larda Meksika Komünist Partisi de benzer bir tutuma sahiptir. Resmî gazetelerinde devrimin karakterine dair ‘aşamacılık’ o kadar abartılır ki, “Meksika’da kapitalizmi geliştirmek devrimci bir amaçtır, bu aynı zamanda ulusal ekonominin gelişmesi için gereklidir” diyecek kadar ileri gidilir. Ulusal ekonomi gelişirse emperyalizmden kurtulunur diyerek, ulusal burjuvazi desteklenir.
Endonezya’da en trajik yenilgilerden biri yaşanır. 3 milyon üyesi olan Komünist Partisi, burjuva milliyetçisi Sukarno’yu ulusal birlik adına destekler, sonuç yaklaşık 1 milyon arası insanın katledilmesi olur.
Irak’ta 1951’de Kral Faysal devrildiğinde, Komünist Partisi dönemin Arap dünyasının en güçlü hareketiydi. Ancak devrimin önce burjuva demokratik olacağını ve burjuvaziyle işbirliği yapılması gerektiğini savunuyordu. Bu politikanın sonucu ne yazık ki, Saddam Hüseyin’in ABD’nin desteğiyle komünistlere karşı kitlesel kıyımı oldu.
İran’da 1979’da işçi sınıfının kitlesel grevleriyle Şah devrildi, her yerde işçi komiteleri olan şûralar kuruldu, ancak stalinizm etkisindeki Tudeh ve Halkın Fedaileri hareketi ‘burjuva demokratik devrim’ olarak gördüler. Sonuç Humeyni’nin iktidara gelip solu kanla bastırması oldu.
20. yüzyıl boyunca Macaristan, Portekiz, İspanya, Almanya, Fransa, Çin’de yaşananlar, işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği ancak aşamacılık ve tek ülkede sosyalizm politikaları nedeniyle devrimlerin yenilgiye uğradığı deneyimlerdi.
Geçen yüzyılın bu deneyimleri çok önemli bir ders çıkarmamıza neden oldu, Troçki’nin bile biraz eksik bıraktığı bir dersi. O da devrimci bir partinin inşasının zorunlu olduğu. Devrimi partiler değil işçi sınıfı yapar. Devrimci parti ancak bir rehber olabilir ve ne kadar güçlü olduğu işçi sınıfı hareketinin kaderini belirleyebilir. 1917’nin başarılı olmasını sağlayan buydu. Bugün dünyanın dört bir tarafındaki mücadelelerin başarıya ulaşması için, aşamacı olmayan, sürekli devrimi savunan, tek ülkede sosyalizmin mümkün olmadığını düşünen enternasyonal devrimci partiler inşa edilmek zorunda.