Almanya’da devrim, Nazizm ve Stalinizm

ALTÜST
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Şenol Karakaş

Kasım 1918’de, Almanya’ya yepyeni bir ruh egemendi. Devrim patlamıştı, sokaklar “sıradan insanlar” tarafından ele geçirilmiş, burjuvazi neredeyse kaybolmuştu. Chris Harman, Kaybedilmiş Devrim kitabında, dönemin tanıklarından yaptığı alıntılarla, bu ruh halini şöyle özetliyor: “Şık giysileri içinde beyler ya da hali vakti yerinde zarif giysili hanımlar, sokağa çıkma cesareti gösteremiyorlardı. Sanki yer yarılmış ve burjuvazi bir anda ortadan kaybolmuştu. Ortalıkta dolaşan yalnızca işçiler, yani ücretli kölelerdi. Ama bu kez, silahlanmış durumdaydılar.”

Sadece Almanya’da değil, tüm Avrupa’da devrimci altüst oluş yaşanıyordu. İngiltere Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanına şunları yazıyordu: “Avrupa’nın bir ucundan diğerine, kitleler, siyasal, sosyal ve ekonomik tüm görünümleri içinde, mevcut düzeni sorguluyor.”

Rusya’daki Sovyet iktidarı, dünyadan yalıtılmış geri bir ekonomik temelde sosyalizmin kurulamayacağını bildiği için, Avrupa devrimlerinin imdada gelmesini bekliyordu. Chris Harman, Almanya’dan devrim haberleri geldiğinde Rusya’daki coşkuyu, o günlerin tanığı Karl Radek’ten şöyle aktarıyor: “On binlerce işçi, adeta sevinç ve coşkudan sarhoş olmuştu. İşçiler ve Kızıl ordu askerleri, akşam geç saatlere kadar şehrin bir ucundan diğerine coşku içinde dolaşıp durdular. Dünya devrimi başlamıştı. Yalıtılmışlığımız sona ermişti.”

Dünya devrimi başlamıştı başlamasına, ama Almanya’da sosyal demokrasi, tüm ağırlığıyla işçi sınıfı hareketinin dizginlenmesi için kolları sıvamıştı. Almanya dünyanın ikinci büyük sanayi ülkesiydi. Bürokratik, dev bir devlet aygıtı, toplumsal gruplara pay verme yeteneğine sahipti. Büyük elektrik tesisleri, demir-çelik fabrikaları, kömür madenleri, tersane, liman ve tekstil sektörünün gelişkinliğiyle, Almanya’da egemen sınıf, gücünü küreselleştirmek için güçlü bir itki duyuyordu. Ülkede en büyük siyasî güç, bizzat devletti. İkincisi ise, 11 milyonluk sanayi işçi nüfusunun ezici çoğunluğunun siyasî isteklerinin cisimleşmiş örgütü Sosyal Demokrat Parti’ydi (SPD). “Devlet içinde devlet” olarak adlandırılan SPD’nin, 1 milyondan fazla üyesi, 4,5 milyon seçmeni, 90 tane günlük gazetesi, gençlik ve kadın örgütleri, kooperatifleri, müzik kulüpleri vardı.

Bu kocaman aygıtın günlük işlerini sürdürecek, malî işlerine bakacak dev bir parti bürokrasisi vardı. İşçi hareketinin mücadele düzeyinin düşüklüğü, yıllar içinde şekillenen parti rutininin yarattığı tutuculuk, kendini parlamenter sisteme uyarlama alışkanlığı, parti içinde zaman zaman başını çıkartan ulusalcı fikirlerin tartışılabilir olması, devletle çatışma ve kitle eylemlerinin, politik grevlerin örgütlenmesine öncülük yapmak için yapılan uyarılara kulakların tıkanması, giderek, SPD’nin, sözde Marksizm’in temel tezlerine sahip çıkan ama pratikte kapitalistlerden ve devletten kopartılan tavizlerle yetinen kitlesel bir bürokratik merkeze dönüşmesine neden olmuştu.

Savaşla derinleşen kriz

Bu bürokratik merkez, Birinci Dünya Savaşı yaklaştığında, en önemli sınavda, enternasyonalizme, dünya işçilerine ve Alman işçi sınıfına kolayca ihanet edebildi. On gün içinde, önce savaşa karşı bildiri yayınlayan SPD liderliği, 10 gün sonra yaptığı açıklamada, “Bize düşen görev… ülkemizin bağımsızlığını ve uygarlığını korumaktır… Bizler, tehlike anında anavatanı yüz üstü bırakıp gitmeyeceğiz” diyebildi. Ve 92 SPD milletvekili arasında sadece Karl Liebnknecht, parlamentoda savaş kredilerine karşı oy kullandı.

Sosyal demokrasinin sert milliyetçi dönüşü, işçi kitleleri arasında sosyal şovenlerin dümenin başına geçmesine yol açtı, Almanya’yı hızla savaşa atılmak isteyen insanların gürültüsüne teslim etti.

Savaş, cephede ölen on binlerce genç demekti, cephe gerisinde ise çok kısa bir sürede “karabasanı andıran” bir yıkım başladı. Bu yıkım sonucunda bir yıl içinde vatansever gösterilerin yerini, savaş karşıtı kızgınlığın ifade edildiği gösteriler aldı. Gösteriler polisle çatışmalarla son bulmaya başladı.

Bu durum, SPD içinde savaşa karşı olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg gibi devrimcilerin nihayet seslerinin duyulmasına yol açtı. Liebknecht, 1916 yılında birkaç bin işçi ve gence yaptığı savaş karşıtı konuşmanın başında tutuklandı. Ama duruşma günü, 55 bin işçi onunla dayanışmak için greve gitti. Daha fazla sayıda işçi, Alman devletinin vatan savunması değil, sınırlarını savaşla genişletme çabası içinde olduğunu kavradı. Ertesi yıl Rus devriminin patlaması, SPD liderliğinin en sağcı kanadının “ulusal savunma amaçlı savaş” iddiasına da son verdi. Rusya’da kendi iktidarına yürüyen işçiler, açıkça acil barış istiyordu.

Almanya’da 200 bin metal işçisi ekmek için greve çıktı, grev hızla savaş karşıtı duyguların mayalandığı bir havuza dönüştü. Sovyet Devrimi Almanya’da savaşa karşı giderek derinleşen hoşnutsuzluğun politik bir odak kazanmasına yardımcı oldu. 1918 Ocak ayında 400 bin işçi greve çıktı. Kitlesel toplantılarda grevi yönlendirecek temsilcilerin seçilmesi kararı alınmıştı. Greve 100 bin kişi daha destek verdi.

Eylem komitesine giren SPD liderlerinden Ebert, “Eylem komitesine, ülkenin hasar uğramasını engellemek ve grevin olabildiğince kısa sürede sona ermesini sağlamak için girdim” diyerek, sosyal demokrasinin Alman devriminde oynayacağı rolü de özetlemiş oluyordu. Kriz derinleşir, askerler arasında cepheden kaçma eğilimi baş gösterirken, SPD de savaş konusunda yaşanan tartışma nedeniyle ikiye bölünmüştü. Bardağı taşıran damla, Alman genelkurmayı İngiliz gemileriyle savaşmak için gemilere emir vermesi oldu. Denizciler ayaklandı. Alman devrimi başlamıştı.

Devrim düz bir çizgide ilerlemez

Birkaç hafta içinde Almanya’nın bir dizi büyük şehrinde kendi delegelerini seçen asker ve işçilerden oluşan konseyler, devrimin ilerleyişini gösteriyordu. Siyaset sarkacı hızla sola doğru kaydı. Almanya monarşiden, doğrudan bir işçi iktidarıyla kurtulma şansına sahipken, devreye işçi sınıfı kitleleri üzerinde on yıllardır egemen olan reformist fikirler ve reformist liderlik girdi. On binlerce işçi devrimci bir coşkuyla başkanlık sarayına yürüdü. Sosyal demokrat liderler, zorunluluktan monarşinin yıkıldığını ve Alman Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti kalabalığa. Kalabalık bu ilanı coşkuyla karşıladı. Yan balkona tırmanan ve işçi ve askerlerin sosyalist cumhuriyetinin kurulduğunu ilan eden Liebknecht’in konuşması da etki yarattı.

Devlet binalarını ele geçiren ve polis şeflerini bile solcular arasından seçme yeteneğine sahip olan işçi ve asker konseyleri kontrolü sağlayan temel güç olsa da, konseylerin yönetim merkezine SPD liderliği ve SPD’den ayrılanlar girmişti. Savaşı Almanya’da kapitalizmin yıkımına çevirmeyi savunan ve daha sonra Komünist Partisi’ne dönüşecek olan Spartakisler politik etkisi yüksek, ama örgütsel varlığı hesaba katılamayacak kadar önemsiz bir güç durumundaydı.

Almanya’da kapitalizmi kurtarmaya çalışan sosyal demokratlar, önce konsey iktidarının parlamentoyla iktidar ilişkilerini paylaşmasını önerdi. Konsey bu öneriyi kabul etti, ardından karşı devrim girişimlerine başladı. Solcu polis şefi görevinden alındı. Kitleler bu tasfiyeye müthiş bir öfkeyle yanıt verdi ve devrim yeni bir evreye girdi. Protesto gösterisi, o tarihe kadar gerçeklemiş en büyük silahlı işçi gösterisi olarak kayıtlara geçti. Spartakistler, henüz birkaç hafta önce Komünist Partisi olarak örgütlenmişti. Protesto gösterisi, erken bir ayaklanmaya dönüştü. Rosa Luxemburg, erken bir ayaklanmanın iktidarı en fazla birkaç hafta elinde tutacağını düşünüyordu, ama ayaklanma başladıktan sonra kitlelerin mücadele içinde deneyim kazanması sürecinde kitlelerle birlikte eyleme geçti.

Kentin dışında, daha sonra Nazi örgütlenmesinin ilham kaynağı olacak Freikorps birlikleri bekliyordu. Koordine olamayan, nereye nasıl saldıracağını bilemeyen, yıllar içinde, mücadelenin en merkezî alanlarında deneyim kazanmış bir üyeler bütünlüğüne sahip olmayan işçiler, üstelik bir de hareketin genel yönetim merkezlerinde sosyal demokratların yer aldığı, reformizmin hâlâ işçi sınıfının büyük çoğunluğu açısından devrimcilerden farklarının belirgin olmadığı koşullarda mağlup oldu. Liebknecht ve Luxemburg katledildi. Devrim bastırıldı.

İkinci perde

Ama bu, devrimin ilk perdesiydi. Bir buçuk yıl sonra, Almanya’da bir askerî darbe girişimi gerçekleşti. 1920 yılındaki Kapp darbesi girişimi, tıpkı 1917 Ağustos’unda Rusya’da hamle yapan Kornilov darbesi girişimi gibi, işçilerin direnişiyle püskürtüldü. Siyasal krizin derinleştiği koşullarda, yeni kurulan Komünist Partisi on binlerce üyeye sahip bir kitle partisi haline geldi. Ne var ki sorun, yine liderlik sorunuydu. Bu kez de gücünü fazlasıyla abartan parti, 1921 yılında işçilerin öfkesinin iktidarı kendi ellerinde birleştirebileceğini duyduğu inançla erken bir ayaklanma çağrısı yaptı. Konseylerde, fabrikalarda, sendikalarda işçi sınıfının büyük çoğunluğunu yanına kazanarak reformist eğilimleri aşamayan devrimci ayaklanma, ağır bir mağlubiyet aldı.

İki yıl sonra, 1923’te, bu kez işçi sınıfının büyük çoğunluğu iktidarı almaya hazır olduğunu gösterdiğinde, Alman Komünist Partisi, bir önceki deneyimin başarısızlığı nedeniyle, yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdi. Hareketin gerisinde kaldı. Yüz binlerce işçinin konsey hareketi, beş yıl boyunca Almanya’nın her bölgesinde göğüs göğüse süren çarpışmaların, her bölgede açığa çıkan demokratik özyönetim organlarının girişkenliğinin ve elde edilen tarihsel kazanımların ardından şiddetle bastırıldı.

Alman devrimi beş yıl sürdü. Bazen ileri hamleler yaptı, bazen geri çekildi. Kritik anda kritik kararları verecek, devrim, ayaklanma ve iç savaş koşullarında, sosyalizmin aşağıdan yukarı kurulabileceğini bilen ve Rosa Luxemburg’un dediği gibi, sermayenin zincirini bu zincirin dövüldüğü işyerlerinde tek tek her işçinin bilinçli eyleminin ürünü olarak kurulacak bir sosyalizmin gerekliliğinde anlaşan kitlesel bir partinin eksikliği, devrimin kaybedilmesine neden oldu.

Almanya’da devrimin yenilgisi, sadece Almanya işçi sınıfının yenilgisi olmadı. Yenilgi, umudunu Almanya’da kurulacak bir işçi demokrasisine bağlayan Rus devriminin izole olmasına ve bu izolasyondan, bürokratik bir gücün Rus işçi sınıfının kazanımlarını gasp etmek için iktidarı kendi ellerinde toparlamasına yol açtı. Alman devriminin yenilgisi, stalinizmin bürokratik zaferinin de başlangıcı oldu.

Hitler diktatörlüğü ise Alman devriminin yenilgisinin en ağır sonucu oldu. Faşizmin kaderi, 1918-23 Alman devriminin kaderi tarafından belirlendi.

Almanya’da devrimin bir sonucu da, devrimlerin, birkaç günlük bir değişim süreci olmadığını göstermesidir. Devrimin ilk adımı, sadece bir ilk adımdır. Bu ilk adımının önemi, kitlelerin tarihi kendi ellerine almaya başladıklarını hissetmelerindedir. Almanya’da kuruluşunu Marx’ın fikirlerine ve geleneğine dayandırdığını iddia eden bir partinin, güçlü sendikaların olduğu koşullarda, milyonlarca insanın her hafta sosyalist toplantılara katıldığı bir kültürel ortamda devrim kaderinin belirlendiği beş büyük siyasî evreden geçti.

Arap Baharı’nı daha ikinci yılında kara kışa dönüşmekle itham eden, Suriye’de bir devrimin bile yaşandığını inkâr eden “solcular” Alman devrimini gözlemlese, “Devrim değil ki bu” derlerdi herhalde!

Altüst 10 ŞUBAT 2013

SON SAYI