Ekonomi yönetiminde kaos var. İktidarın sürekli Merkez Bankası başkanı değiştirmesi bunun göstergesi. AKP iktidarının ilk 17 yılında dört Merkez Bankası başkanı görev yaptı. Son iki yılda ise üç başkan atandı.
Merkez Bankalarının asli görevi, Türk Lirasının değerini korumak, böylece piyasanın dövize uygun fiyatla ulaşmasını sağlamak.
İthal kalemlerin ekonomide önemli yer tuttuğu Türkiye için dövizin fiyatı önemli. Türk lirasının değerinin korunması için öncelikle Merkez bankasının özerk olması gerekiyor. Çünkü para basma tekeli olan bu kuruma hükümetlerin müdahale edememesi, her istediğinde para bastıramaması lazım.
Şirketler kurtarılıyor, bedelini işçi sınıfı ödüyor
Türkiye’de Merkez Bankasının özerkliğinden bahsetmek elbette mümkün değil. Ekonomideki her türlü tıkanmada, hükümetler önce Merkez Bankasının rezervlerini eritmiş, daha sonra para basmasını sağlamışlardır. Böylece kısa vadede bazı şirketler kurtarılmış, ama artan enflasyon nedeniyle, bu kurtarmaların bedeli başta işçi sınıfı olmak üzere tüm halka ödettirilmiştir.
Pek çok ülkede ithalat için gerekli döviz ihracat yapılarak elde edilir. Turizm gelirleri de döviz temini için önemli bir kaynaktır. Yine yabancı firmaların veya devletlerin yatırım amaçlı getirdikleri dövizler vardır.
Ama yine de tüm bu gelen dövizler, ithalat için yeterli olmadığında ki Türkiye’nin durumu kısaca budur, Merkez Bankasının başka yollarla döviz temin etmesi gerekir. Bunun en kestirme yolu yüksek faiz vermektir. Örneğin geçen hafta görevden alınan Naci Ağbal asıl olarak, Merkez Bankasına döviz kazandırmak, eksiye düşen rezervi artırmak için atanmıştı. O da hemen faizleri yükseltti, TL’nin değerini artırdı, uzun vadede eksi rezervleri artıya çevirecekti. Ama ömrü yetmedi, görevden alındı. Neden, çünkü faizleri artırıyordu. İyi ama zaten işi buydu, döviz kazanmak için faizleri artırması gerekiyordu.
Burada aslında devreye egemen sınıfların diğer temsilcileri girdiler, inşaat sektörü, kredili satışlarla iş yapan sektörler, yani aslında pek çok patron. Patronlar bir yandan dövizi ucuza almak istiyorlar, bir yandan da düşük faiz istiyorlar. Bunun gerçekleşmesi için yabancıların, elinde dövizi olanların Türkiye’de yatırım yapması gerekir. Örneğin 2003 - 2015 arasında durum böyleydi.
AKP hükümetinin bugün ortaya koyduğu otoriter, antidemokratik yönetim tarzı ile ucuz döviz bulması imkânsız. Çünkü fiyatlar uygun olsa da yabancı kapitalistler Türkiye’ye yatırım yapmak istemiyorlar, istikrarsız bir ülke olduğu tespitini yapıyorlar. Son 4 aydır yaşananlar bunun çok tipik örneği.
Hükümetin tercihi şimdi düşük faiz-yüksek kur oldu, bunu yapması beklenen bir kişi Merkez bankası başkanı olarak atandı.
Ayağa kalkma zamanı!
Peki, işçiler için bu ne demek. Düşük faiz, işçilerin kolay kredi almaları ve harcama yapmaları demek, böylece borçlanmalar ve borçlanma kaynaklı sorunlar da artacak demektir. Bugün Türkiye’de bireylerin bankalara 1 trilyon liraya yakın borcu var, bu borç önümüzdeki dönem artmaya devam edecek. Bankaların elinde zaten kredi vermek için gerekli döviz kaynağı yok, o zaman daha fazla para basılacak demek.
Yüksek kur ise başta doğal gaz ve petrol olmak üzere her türlü ithal ürünün pahalılaşması demek. Fiyatlar yükselecek, enflasyon artacak demektir. Düşük faiz-yüksek kur politikası, işçi sınıfının daha fazla borçlanması, enflasyonun daha fazla artması demektir. Ekonomik krizin daha da derinleşmesi, işçilerin daha fazla yoksullaşması demektir.
İşçi sınıfı ayağa kalkmadığı sürece, bu krizin faturasını, bedelini ödemeye devam edecek. Yaklaşan 1 Mayıs, işçi sınıfının ayağa kalkması için bir fırsattır. Mutlaka, birleşik, güçlü işçi eylemleri düzenlenmelidir. Aksi halde bugünleri arayacağımız, çok ciddi bir ekonomik ve siyasal kriz ortamına gireriz ve bedel ödemeye devam ederiz.
Faruk Sevim
(Sosyalist İşçi)