Roni Margulies: Kemalizm, Stalinizm ve Türk Solu

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Broşürü bu bağlantıdan PDF formatında okuyabilirsiniz.

"On sekiz yaşımda iken bir Anarşist idim. Yüksek bir makam sahibini veya herhangi bir kıdemli adamı yere sermek en büyük emelimdi. Sonradan bir ihtilalin başına geçmek ve halk kitlelerini bir rüzgârın bir ormanı dalgalandırışı gibi harekete getirmek istedim. Otuzunda bunların hepsinden vazgeçmiş, hiçbir şeye inanmaz olmuş ve kendimi cismanî hazlara terk etmiştim. Fakat etin bu iltihabından ruhun başka türlü bir iltihabiyle uyandım. Mistik bir sevda canevimi bir yangının alevi gibi sarmıştı. (...) İşte millet aşkına ben bunlar arasından vasıl oldum ve bu aşk yolunda can vermeği o vakit cana minnet bildim. Lakin, bu yeni dinde kendime peygamber gene kendim idim. Onun için ruhum imamsız kalan cemaat gibi perişandı. Ne vakit ki, Anadolu yaylalarının ötesinden, O'nun sesini duydum, nur ile ateş, vecd ile humma arasındaki farkı o vakit bildim. Ancak bu millet mürşidinin emri altındadır ki, kısır bir ateşle beyhude yere yanıp tutuşmaktan ve yıpratıcı ihtilaçlar içinde beyhude yere kıvranıp durmaktan kurtuldum. Ruhum, hemen ilahî diyebileceğim bir nizam içine girdi. Eyvah, böyle bir nizamdan mahrum kalmış serseri ruhlara!"

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ergenekon: Milli Mücadele Yazıları, Remzi 1973, s. 227-8

Giriş

Türkiye solunun tanımlayıcı özelliği, harcının temel unsuru, sosyalizm değil, milliyetçiliktir. Türkiye'de 1923 sonrasında hemen hemen hiçbir siyasi düşünce akımı Kemalizm'den ve dolayısıyla milliyetçilikten tümüyle azade olmadığına göre, solun da bu özelliği paylaşmasında şaşacak bir durum olmadığı düşünülebilir. Ancak, Marxizm'e dayandığını iddia eden bir hareketin milliyetçilikten tümüyle uzak olmasını beklemek de doğal olacağına göre, Türk solunun milliyetçiliği, zaman zaman azgın milliyetçiliği, "sorunlu" bir konu olarak incelenmek zorundadır. Evet, Kemalizm'in etki alanına şu veya bu ölçüde girmemiş hareket Türkiye'de yok gibidir, ama solun bir istisna olması gerekirdi. Niye olmadığı, olamadığı, bu broşürün konusudur.

Sosyal demokrat solun milliyetçiliğinde şaşılacak bir şey yoktur. En azından, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Avrupa ülkelerinin ulusal parlamentolarında sosyal demokrat milletvekillerinin "kendi" ülkelerinin savaş bütçesi lehine oy kullanmaları ve sosyal demokrasi ile sosyalizmin yollarının ayrılmasından bu yana yoktur. Tony Blair'in Margaret Thatcher'dan daha az milliyetçi olmadığı, İşçi Partisi hükümetlerinin İngiltere'yi Muhafazakâr Parti hükümetlerinden daha çok sayıda emperyalist savaşa soktuğu her İngiliz'e malumdur.

Öte yandan, Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde sosyal demokrat bir başbakan veya muhalefet partisi başkanının kendi ülkesindeki bir azınlık hakkında atıp tutmasını, askeri bir darbeye olumlu gözle bakmasını ve hatta göz kırpmasını, yabancı düşmanlığını ince bir sanat haline getirmesini düşünmek zordur. Türkiye'de ise, CHP sayesinde bu durumu sık sık gözlemliyoruz. Ama bunda da şaşılacak bir şey yoktur. CHP, parti üyelerinin de sık sık vurguladığı gibi, Mustafa Kemal'in partisidir, Kemalizm'in bekçisidir.

Sosyal demokrasiyi bu broşürün dışında bırakacağım; "sol" olmadığını düşündüğüm için değil, konu milliyetçilik olduğu için. Son tahlilde çünkü, sosyal demokrasinin milliyetçiliğini anlamak zor değil. Sosyalist solun, devrimci solun milliyetçiliği ise daha sorunlu bir konu.

Yurtseverlik, ulusalcılık ve milliyetçilik

Her yıl 1 Mayıs gösterilerinde, koca koca kortejler, ellerinde kocaman Türk bayraklarıyla caddede yerlerini alır. Gün, uluslararası işçi günüdür; kortejler Türk-İş'e, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu'na bağlı sendikaların kortejleridir. Bunların yakınında, İşçi Partisi adını taşıyan bir partinin daha küçük korteji yürür. Ellerinde Türk bayrakları dalgalanır, pankartlarında Mustafa Kemal portreleri vardır. İsimlerinde "Devrimci", "Halk" ve "Kurtuluş" gibi kelimeler olan bir dizi daha da küçük partinin taşıdığı flamalar arasında kalpaklı Mustafa Kemal ile Lenin'in aynı flamada yanyana resimlerini görmek bile mümkündür.

Türk solunda, "İşçi sınıfının vatanı yoktur" diyen Karl Marx'a nazire yaparmışçasına, Vatan veya Yurtsever adlı gazeteler çıkar; 'ulusal onur' kavramı önemli bir yer tutar, 'satılmış' ve 'işbirlikçi' burjuvazinin koruyamayacağı ulusal onurumuzu en iyi işçi sınıfının koruyabileceği anlatılır; 'ulusal değerler' savunulur, asker cenazeleri kaldırmak ve parti bürolarına Türk bayrağı asmak gerektiği iddia edilebilir; ülkenin komünist partisinin gençlik gazetesinin adı İlerici Yurtsever Gençlik olabilmiştir; çoğu parti ve örgütün adı Komünist/Sosyalist/İşçi/Köylü kelimeleriyle değil, "Türkiye" kelimesiyle başlar ve bunun böyle olması doğal ve doğru karşılanır.

'Anekdot' düzeyindeki bütün bu göstergeler, anekdot düzeyinde kalsa önemsenmeyebilir; yanlışlık olmuş diye düşünülebilir, söylemde dikkatsizlik olarak yorumlanabilir. Ama somut siyaset düzeyinde yansımalarına bakıldığında, bir hata olmadığı açıktır.

Yıllardır her milliyetçi taşın altından çıkan, her cinayet, bombalama ve darbe planına bulaştığı herkesçe bilinen bir grup subay ve emekli subay ve bunların sivil uzantıları 2008 yılının Mart ayında tutuklandığında, Türkiye Komünist Partisi'nin tepkisi şöyle oldu: "AKP'nin Ergenekon adı verilen kontrgerilla örgütlenmesinin uzantısı çeteye yönelik operasyonu hükümetin liberal rüzgârına sağdan ve soldan üfleyenler tarafından büyük bir tezahüratla karşılandı... bu operasyonun daha ağırlık taşıyan yanının ülkede yaratılmak istenen atmosfer olduğu [anlaşılıyor]... Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz gibi isimlerin içinde bulunduğu çoğu doğrudan ABD tezgâhında yetişmiş 'ulusalcı' gruba yapılan operasyon ülkede esmesi istenen liberal-işbirlikçi rüzgârı kuvvetlendirecek. Operasyon bu kişilerden ziyade girilecek sürece gösterilecek yurtsever tepkileri bertaraf etmeyi hedefliyor". Operasyonun yurtseverliğe ve yurtseverlere zarar vereceğini düşünen ve derin devletin önde gelen isimlerinden biri olan emekli bir jandarma tuğgeneralinin cezaevine girmesinden bu nedenle üzüntü duyan bir komünist partisidir Türkiye'deki!

Ergenekon Operasyonu'ndan bir yıl kadar önce, bir askeri darbe için toplumsal destek ve kitle tabanı oluşturmak amacıyla örgütlenen Cumhuriyet mitingleri hakkında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) şu tepkiyi gösterdi: "... Ankara'da yapılan miting, yüz binlerce yurttaşın laik Cumhuriyet ve demokrasi yönündeki taleplerini demokratik bir biçimde ifade etmesiyle Türkiye tarihinde... yerini almıştır. Burada toplanan yurttaşların duyarlılığını paylaşıyoruz... Miting aracılığıyla duyarlılıklarını ifade eden yüz binlerin sesini biz de paylaşıyor ve bu sese kulak verileceğini umuyoruz".

Aynı mitingler hakkında, Tabipler Birliği "14 Nisan mitinginin geniş bir katılımla gerçekleşerek, laiklik konusundaki toplumsal duyarlılığın bir kez daha ve güçlü bir sesle dile getirilmiş olması sevindiricidir" derken, bayrak ve Atatürk denizleri şeklini alan mitingler hakkında Türk solunun partileri ve örgütleri de, emek örgütleri de benzer tepkiler gösterdi.

Mitinglerle aynı günlerde, Cumhurbaşkanı seçimi yaklaşırken, Genelkurmay 27 Nisan 2007 gecesi bir muhtıra yayınladı. Ordunun yasalar ile kendine düşen görev ve yetkileri kullanmaktan çekinmeyeceği ifade ediliyor ve "Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, 'Ne mutlu Türküm diyene!' anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır" deniliyordu. Bu muhtıra karşısında, Türkiye Komünist Partisi'nin dediği şu oldu: "Genelkurmay Başkanlığı'nın [açıklamasını] 'meşruiyet' açısından değerlendirmek, konuyu asker-sivil ya da seçilmişler-atanmışlar ikilemi içerisine hapsetmek yanlıştır... Konu, TSK'nın seçimle işbaşına gelmiş bir hükümete ve parlamentoya müdahalesi ekseninde ele alınmamalıdır...".

Bayrak ve asker karşısında yelkenlerin suya inmesi, Türk solunun hem geleneksel hem güncel özelliği.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında askerlik yaptığı ordudan anılarında söz ederken, eski tüfek Mihri Belli o ordunun Kurtuluş Savaşı'nda savaşmış ordu olduğunu, "bugünkü" ordudan farklı olduğunu anlatır. Yine de, Belli 1960'larda "yurtsever" subayların "ilerici" bir darbesini beklemekte olduğu gibi, 2003 yılında "Türkiye yurtseverliği nedir?" başlıklı bir makalesinde şöyle der, "...biz Türk ordusunun, Kurtuluş Savaşımızın geleneğine sadık kalarak Wolfowitz gibilerini [yani Türkiye'yi Amerika'nın yanında Irak, ran ve Suriye'ye karşı savaşa sokmaya çalışan emperyalistleri] düş kırıklığına uğratmaya devam edeceğine inanıyoruz. Bunu umuyoruz." Tıpkı 1971'de "ilerici bir darbe" bekleyen Mahir Çayan ve arkadaşları gibi; tıpkı 27 Nisan 2007 e-muhtırasını yorumlarken ordunun "yurtsever ve aydınlanmacı" birikiminden söz eden günümüz Türkiye Komünist Partisi gibi.

TKP Merkez Komitesi'nin 28 Nisan tarihli açıklamasında şöyle denir: "Türkiye Komünist Partisi'nin 'asker düşmanı' olmadığı, orduda küçümsenmeyecek bir yurtsever ve aydınlanmacı birikimin bulunduğunu düşündüğü açıktır". İşçi Partisi başkanı Doğu Perinçek Diyarbakır'daki Cumhuriyet mitingine herkesi şu sözlerle davet eder: "Sayın Genelkurmay Başkanımız Org. Büyükanıt... Harp Akademileri'nde Türk Ordusu'nun hangi mevzide hangi edayla durduğunu bir daha ilan etti. Avşar Beyleri türküsünde, 'Karşıda düşmanların bakışıp durur' diyor ya, karşıdaki düşmanı da, bakışını da saptadı. ABD'nin de NATO'nun da adını koydu. Komutanın tavrı sakin, ancak duruşu kararlı. Milletimize güven verdi".

Türk Silahlı Kuvvetleri'ne duyulan bu göz yaşartıcı güven en veciz ifadesini tam 40 yıl önce lhan Selçuk'ta bulmuştu: "Nerede ordu sosyalist akımın yanında ise orada sosyalizm gerçekleşiyor, nerede karşısında ise orada faşizm galip geliyor. Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz. Türkiye'de milli kurtuluş savaşı geleneğinde bir ordu var. Türk ordusunun Türkiye'deki sosyalist akımın anayasa çerçevesi için de teminatı olacağına inanıyorum."1.

Türk solunda "ulusalcılık" diye bir kavramın icat edilmesine ihtiyaç duyulmuş olması, zaten tüm diğer verilerden bağımsız olarak bir sorun olduğunun göstergesidir. Solun bir kesimi has milliyetçilerden, has faşistlerden ve has darbecilerden kendini ayırdedebilmek için Arapça kökenli bir kelime yerine eşanlamlı öztürkçe bir kelime uydurmak zorunda kalmıştır. Burada açıklanması gereken, gerçekte has milliyetçilerden ayırdedilmesi imkansız olan bir hareketin varlığı değil, bu hareketin niye kendini has milliyetçilerden ayırdetmek ihtiyacı hissettiği, niye kendini solcu zannettiğidir. "Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı" makul bir düşüncedir. Ama "Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz" düşüncesini savunan bir kişi, bu düşüncesini niye "sosyalizm" bağlamında savunabilmektedir, niye görüşlerinin "sosyalizm" çerçevesinde yer aldığını düşünebilmektedir? Ve başkalarınca da niye onyıllarca "sosyalist" olarak algılanabilmektedir?

Kısa cevabın iki ayağı var. Birincisi, Kemalizm'in işgalci güçlere karşı bir Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kaldığı için zaman zaman anti-emperyalist bir söylem kullanmış olması ve solculuğu anti-kapitalizm olarak değil anti-emperyalizmden ibaret olarak anlayanların Kemalizm'i (ve dolayısıyla kendilerini) solcu olarak değerlendirebilmesi.

İkincisi, Sovyetler Birliği'nde Stalin döneminde Marxizm'in milliyetçiliği içeren bir şekilde yeniden tanımlanmasıyla birlikte, dünyaya sınıfsal değil ulusal gözlüklerle bakanların, yani sosyalizmi anti-emperyalizme indirgeyenlerin ve kapitalizm ile hiçbir sorunu olmayanların da solcu olarak kabul edilebilir hale gelmesi.

İki muhtemel itiraz

Milliyetçiliği ve anti-emperyalizmi Mustafa Kemal'den, Marxizm'i de Stalin Rusya'sından öğrenen bir solun bu ikisini ne denli kolaylıkla bir araya getirdiğini incelemeden önce, iki muhtemel itirazı aradan çıkarmak gerek.

Yukarıda Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve lhan Selçuk'tan alıntılar var. "Sol" hareketten söz ederken, sosyal demokrasiyi dışarıda bırakıp onun hemen solundan en sola kadar geniş bir yelpaze ele alındığında bile, bu iki ismin dahil olup olmayacağı tartışma konusu edilebilir. Yakup Kadri'nin gençliğinde "bir ihtilalin başına geçmek ve halk kitlelerini bir rüzgârın bir ormanı dalgalandırışı gibi harekete getirmek" istediğini bilen bile pek az olsa gerek. Ne var ki, ikisi de Türk solundaki ilginç ve önemli bir olguya işaret eden bir özelliğe sahip.

Yakup Kadri 1930'ların Kadro dergisinin, İlhan Selçuk ise 1960'ların Yön dergisinin önemli isimlerinden. Türk solunun en etkin ve nüfuzlu üç dört yayınından ikisi olan bu dergiler, kendilerini aslen Kemalist olarak tanımlayanlarla aslen sosyalist olarak tanımlayanların ortak bir düşünce platformunda ne kadar kolay buluştuklarının, birlikte ne kadar uyumlu çalıştıklarının ve iki grup arasında hiçbir düşünsel çalkantı yaşamadan ne kadar sorunsuz geçiş yapılabildiğinin eşsiz göstergeleri. Kadro ekibinin kurucu üyesi ve ruhu olan Şevket Süreyya Aydemir'in Moskova'da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'nde okuduktan ve 1920'lerde TKP merkez komitesi üyeliği yaptıktan sonra Kemalizm'in daha da seçkinci, merkeziyetçi, tepeden inmeci bir sürümünün teorisyenliğini yapması; Vedat Nedim Tör'ün aynı yıllarda TKP Genel Sekreterliği'ne kadar yükseldikten sonra Kadro'nun kurucu nüvesine dahil olması ve ardından Kemalist devletin kültür politikalarının önemli bir ismi olması çok da garip, çok da tutarsız değildir.

Yön dergisi ise, 1961-67 yıllarında Kadro'dan çok daha kapsamlı bir biçimde Türk solunun en geniş yelpazesini hiçbir temel çatışma yaşanmadan bir araya getirebilmiştir. Derginin kurucusu, yayın yönetmeni ve başyazarı Doğan Avcıoğlu, "Türk ordusu ne Batı'daki örnekler gibi kiralanmış askerlerle ne de gene bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi kumanda kademelerinde sadece ve sadece belli asalet sınıflarından harp okuluna alınmış, yetiştirilmiş insanlardan teşekkül etmiştir. Kısacası Türk ordusu halkın ordusudur, halk ordusudur. İlericiliği, Atatürkçülüğü buradan gelir" der.2 Avcıoğlu'nun bu sözlerine belki derginin tüm yazarları ve Yön Bildirgesi'nin tüm imzacıları katılmıyordu. Ama yine Avcıoğlu'nun ifade ettiği "Sosyalizm, hürriyet düzeni içinde hızla kalkınmak isteyen memleketimiz için tek çıkar yoldur" görüşüne hepsinin katıldığı, sosyalizmi hepsinin bir kalkınma modeli olarak düşündüğü tahmin edilebilir.

Günümüzde de farklı değil. Attila İlhan 10 Mart 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle der: "Yön dergisinin -hiç olmazsa- beş yıllık serüvenindeki 'köşe taşları' yazıların yeniden yayınlanması; hem Sosyalist, hem Kemalist, hem Türkçü kesimden 'Ulusal Solcular'ın, fevkalade mütecessis ve faal oldukları bugünlerde yayınlanması, ne büyük bir hizmet olurdu!"

Kısacası, Şevket Süreyya'ya ve Doğan Avcıoğlu'na itiraz edilmeyecekse, Yakup Kadri ve İlhan Selçuk'a da edilmemesi gerekir. Bunların hepsi, Türk solunda Kemalizm ile sosyalizm arasındaki çizginin ne kadar muğlak ve geçirgen olduğunu simgeleyen isimlerdir.

İkinci muhtemel itiraz, solun günümüzdeki bayrak, asker ve Atatürk düşkünlüğünün temel bir eğilim olmayıp günümüz koşullarından, yani AKP'nin hükümet olmasından kaynaklandığı şeklini alabilir. İslami bir gelenekten gelen ve seçmenlerin yarıya yakınının oylarını alan bir hükümet karşısında, solun çaresizliğe kapıldığı, bu nedenle darbe girişimlerine karşı sessiz kaldığı, darbecilerden çok darbe karşıtlarına öfke duyduğu, silahlı kuvvetlerden medet umduğu düşünülebilir. Halkın tercihlerine karşı Genelkurmay'ın tercihlerini benimsemenin ilginçliği bir yana dursun, yukarıda gördüğümüz ve aşağıda göreceğimiz gibi, solun asker ve Atatürk merakı yeni değildir, Necmettin Erbakan ve Tayyip Erdoğan hükümetleri döneminde ortaya çıkmamıştır, 1920'lere kadar uzanan teorik kökleri vardır.

Şimdi solun, suyunu Kemalizm'den ve Stalinizm'den alan bu köklerine dönelim.

Kemalizm'den Türk soluna

Mihri Belli, Marxizm'e nasıl vardığını şöyle anlatır: "Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı'nın başına geçmek üzere Samsun'a çıkışının tarihi olan 19 Mayıs'ın Gençlik Bayramı olarak ilk kutlanışı 1935 yılında oldu. Okullar ve spor kulüpleri İstanbul'da Fenerbahçe Stadyumu'nda toplandılar. Geçit merasimi orada yapılacaktı. Kolej jimnastik takımı olarak biz de oradaydık. Kol başında ben vardım ve kocaman bir Türk bayrağı taşıyordum... Geçit resminde bizim yerimiz gerilerdeydi. Geldiler, 'Bayrağın başta geçmesi gerek, bayrağı ver' dediler. 'Bayrağı vermem... Bayrağı biz taşırız' dedim ve direndim... Sonunda... razı oldular. Evet o ilk gençlik bayramında ayyıldızlı al bayrağı kol başında taşıyan ben oldum... O dönemin ulusal gururunu körükleyen sloganlar, bizim duygularımızı da ifade ediyordu. Okul arkadaşlarım için aynı şeyi söyleyemem ama o ulusal gurur beni derin bir anti-emperyalist görüşe vardırdı. Oradan da Marksizme zaten bir adım..."3

Yine Mihri Belli 1999'da yayınlanan anılarında şöyle der: "1968'de SBF'de verdiğim 'Türkiye'de karşıdevrim' konulu konferansta Kurtuluş Savaşı ruhuna bağlılık anlamında 'Kemalistlik ile Marksizm arasında aşılmaz duvar yoktur... diye söze başlamış[tım]... Tekrar ediyorum: tutarlı bir Türk yurtseveri, bugünkü dünyada ve Türkiye gibi bir toplumda yurtseverliğine gölge düşürmeyecekse mutlaka, er geç çağımızın devrimci düşüncesini, yani Marksizm'i benimsemek zorundadır".4

Yukarıdaki "bayrak" alıntısında anlatılan şema, yani ulusal gururdan anti-emperyalizme ve oradan Marxizm'e geçiş, bir dil sürçmesi veya genç Belli'nin kendine özgü tesadüfi bir gelişme değil. Marxizm zaten ulusal gururun, yurtseverliğin doğal sonucu; yurtseverler Marxist olmak zorundadır, Marxistler yurtseverdir. Ulusal bayrağı elinden bırakmayan, en önde taşımak için mücadele verenler er veya geç Marxist olacaktır; Marxistler de zaten ulusal bayrağı en önde sallayanlardır. (Alıntının alındığı makalenin adı da "Bayrak" zaten).

Bu makalede Belli'nin sözünü ettiği yurtseverlik, "Türkiye" yurtseverliği, ama ordu, "Türk" ordusu. Zaten birkaç satır sonra bu ilginç çelişki yine başgösteriyor, kaçınılmaz olarak: "Laiklik, demokratik devrimin ayrılmaz unsurudur. Ama o devrimin başka unsurları da var. Ulusun egemenliği gibi, vatanın bölünmezliği gibi..." Lenin'i altmış yetmiş yıl önce, pek çoğumuz daha doğmamışken okumuş olduğunu varsayabileceğimiz bir "Marxist" nasıl "vatanın bölünmezliği"nden söz edebilir? Mihri Belli, Lenin'in "ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı" kavramına ve "ayrılma hakkı dahil" ibaresine hiç rastlamamış olabilir mi?

Amerika'nın Irak'a saldırısına ve süregelen işgale karşı dünyanın dört bir yanında milyonlar, ya çok temel insancıl duygular ya Amerikan emperyalizmine dünya ölçeğinde direnmek gerektiği anlayışı, ya da bu ikisi arasındaki geniş yelpazenin herhangi bir noktasından itiraz ederken, Mihri Belli'nin itirazı şöyle: "ABD ile beraber hareket etmek, uydu Kürt devletinin kurulmasına hizmet olmuyor mu? Bu amaçla Irak'a asker sevk etmek Türkiye'nin ulusal çıkarlarını savunan bir yurtsever politika olarak savunulabilir mi?".5 Yani bir "ulusal çıkar" olsa (petrol, ihaleler, toprak?), Türkiye'nin Irak'a girip Amerika'ya yardımcı olmasına Belli'nin itirazı olmayacak. Ya da Paraguaylı olsa Belli, yine itiraz etmeyecek, kendi yurdu tehdit altında olmadığı için. Belli, anti-emperyalizmi "Türkiye'nin ulusal çıkarlarını savunan bir yurtsever politika" olarak anlıyor. Marxizm'e ve komünistliğe kapitalizm eleştirisinden, dünya işçi sınıfının çıkarlarını savunma isteğinden değil, ulusal gururdan, yurt ve vatan sevgisinden ulaşıyor.

Dünyada, Türkiye dışında, devletin silahlı kuvvetlerini devrimci bir dönüşümün öznesi olarak gören kimse kalmış mıdır acaba? Emperyalizme, anti-kapitalist bir temelde değil, sadece "benim" yurdumun çıkarları temelinde karşı çıkan bir "Marxizm"in yaşamını sürdürdüğü bir yer Türkiye sınırları dışında var mıdır acaba?

Sanmam. Ama Türkiye'de var olduğu kesin. Mihri Belli ile sınırlı olmadığı da kesin.

Şöyle bir sahne düşünün. Yıllardan 1969, günlerden 10 Kasım. Ankara'da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin önünde tüm solcu öğrenciler, Fikir Kulübü üyeleri, Dev-Genç üyeleri birikmiş. Saat 9'u 5 geçe "bütün fabrikaların düdükleri ve devlet dairelerinin sirenleri hep bir ağızdan ötmeye başlayınca Fakülte'nin önünde büyük bir huşu içinde saygı duruşuna geçmiştik. O sırada caddede bir adamın, saygı duruşuna uymayarak yürüdüğünü gördük... Adamın Ata'ya yaptığı bu saygısızlığa karşı çok öfkelenmiştik, ama yeni bir saygısızlık yapıp saygı duruşunu bozamıyorduk... Fabrika düdükleri susar susmaz ok gibi yerimizden fırladık..." Ve adam eşek sudan gelene kadar dövülür. Aynı gün, Anıt Kabir ziyaretinden sonra, solcu öğrenciler polisi kandırarak Ulus'taki eski Meclis binasına yürür. Burada "anti-emperyalist bir bildiri okunacaktı. Çünkü eski Meclis, 'bağımsızlık' savaşı veren 'anti-emperyalist' bir meclisti. MDD'ci gençlik kendi seleflerini bu Mecliste bulduğunu gösterecek, bu münasebetle Atatürk'ün yolundan gidildiğine ilişkin bir mesaj verilmiş olunacaktı".

Bunun birkaç ay öncesinde, Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in cenazesini şeriatçılar basınca, "bütün yargı organı üyeleri, bütün üniversite öğretim üyeleri ve neredeyse bütün devlet erkanı", "gericiliği kınamak" için bir yürüyüş yapar. Sol sevinç içindedir: hep bekledikleri "asker sivil aydın zümre", yani "milli burjuvazi", sokağa dökülmüştür. Yürüyüşe "Fikir Kulüpleri Federasyonu da bütün gücüyle katıldı". Yürüyüş nereyedir? Anıt Kabir'e elbet! Ne var ki, bir grup devrimci genç, Vietnam'dan sonra Ankara'ya atanan Amerika büyükelçisi Kommer'i üniversiteye kabul eden ODTÜ rektörü Kemal Kurdaş'ı "bu kutsal mekâna" sokmamaya çalışır. Gençlerin arasında Mahir Çayan, Münir Aktolga, Cengiz Çandar, Atıl Ant gibi isimler vardır. Aynı kitle bir ay sonra da Tandoğan Meydanı'nda 19 Mayıs bayramını kutlamak için harekete geçer.

Paris sokaklarında öğrenciler, "Cours camarade, le vieux monde est derrière toi!" (Koş yoldaş, arkanda eski dünya var!) diye bağırırken, "Tout est possible" (Her şey mümkün") şiarıyla yeni bir dünya için mücadele ederken, Ankara ve İstanbul'daki devrimci gençlerin elli yıl önce bir Osmanlı paşasının Samsun'a çıkışını kutlaması ne kadar ilginç! Sorbonne Üniversitesi'nin duvarlarına "Soyez réaliste, demandez l'impossible" (Gerçekçi olun, imkânsızı talep edin) yazılırken, Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin duvarına "Ya istiklal, ya ölüm" yazılmış olması ne kadar anlamlı. Dünyanın geri kalanında ne olursa olsun, Murat Belge'nin ifadesiyle, Türkiye'de "hedef anti-emperyalizmdi. 'Tam bağımsız ve gerçekten demokratik' Türkiye için 'ordu-gençlik elele' verecek ve 'milli cephede' buluşacaktı".

"Ya istiklal, ya ölüm" sloganının yazıldığı 1960'lara gelindiğinde, Mihri Belli yeni kuşak devrimci gençlerin derin saygı duyduğu bir 'eski tüfek'tir. Oral Çalışlar'ın bir diğer eski tüfek, Hikmet Kıvılcımlı için söyledikleri Belli için de geçerlidir: "Eski kuşak devrimcilere çok saygı gösterir, onların geçmiş deneyimlerini dinlemekten doyumsuz bir zevk alır, tecrübelerinden ders çıkarmaya çalışırdık". Dünyanın her yanında enternasyonalist bir hareket olan 1968 hareketinin Türkiye'de "milli" (dönemin söylemiyle "millici") bir hareket olmasında bu derslerin rolü tartışmasızdır.

Ankara'da 20 Mayıs 1969 akşamı gerçekleşen bir toplantı, eski ile yeninin sürekliliğini sağlayan iletken bir menteşe gibi simgesel önem taşır: "O akşam, Mihri Belli devrimci hareketin önde gelen isimlerini bir arada topladı. Belli'nin annesinin Kızılay civarındaki Çelikkale Sokak'taki evinde toplanan kişiler aklımda kaldığı kadarıyla şunlardı: Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Doğu Perinçek, Gülten Çayan, Yusuf Küpeli, Cengiz Çandar, Mustafa Lütfü Kıyıcı, Tarık Almaç, Mustafa Kemal Çamkıran, Gün Zileli, Ömer Özerturgut, ben".6

Toplantılar, görüşmeler, konferanslar bir yana, Mihri Belli yeni kuşağın "gerekli" dersleri çıkarmasını Türk Solu dergisi ile sağlar. Belli'nin yukarıda sözü geçen 'Türkiye'de karşıdevrim' konulu SBF konferansı, derginin 4 Şubat 1969 tarihli 64. sayısında tümüyle yayınlanır örneğin. Aynı sayının başyazısında şu sözler vardır: "Öteki ülkelerin tarihinde görülen, asker tarafından bastırılan halkçı, ilerici hareketler bizim tarihimizde yoktur. Ve bu gerçek, bizim, ilericiler olarak Türk Ordusuna karşı tutumumuzun Batı anti-militaristlerinin tutumunun tam karşıtı olmasını gerektirir". Şubat 1968'de 15. sayının başyazısı "Her devrim milli bir yol izler" başlığını taşır ve şu sözlerle biter: "Biz TÜRKYECİYİZ... TÜRK SOLU'nun açısı, Türkiye'nin çalışan insanının açısıdır. Biz her olaya, her akıma, her çevreye bu açıdan bakarız, her şeyi bu açıdan değerlendiririz". Derginin Mayıs 1969 tarihli 78. sayısının kapağında, büyük harflerle, "MUSTAFA KEMAL GELİYOR" yazar. Bir yıl önce, 1968 Mayıs'ında derginin kapağı "Atatürk ve 27 Mayıs"tır. Derginin önde gelen yazarları arasında Mahir Çayan da vardır.

1968 hareketi, Belli'nin annesinin evindeki toplantıdan sonra bölünür; önce ikiye, sonra pek çok parçaya. Günümüz örgütlerinin hemen hepsi köklerini o bölünmelerin şu veya bu tarafına dayandırır. Hareket bölünür, ama Mihri Belli'nin Kurtuluş Savaşı'ndan bu yana taşıdığı ders öğrenilmiştir, bölünmelerin tüm taraflarında ortak payda olarak varlığını sürdürür. Ve Kemalizm'le Stalinizm'in oluşturduğu o mide bulandırıcı çorba ta günümüze kadar gelir. Günümüzde en saf ve katıksız şekliyle, kantarın topuzunu tümüyle kaçırmış şekliyle Doğu Perinçek'in İşçi Partisi'nde yaşamaktadır, ama bazen biraz tuz, bazen biraz biber eklenmiş şekliyle hâlâ Türk solunun özünü oluşturmaktadır.

Stalinizm'den Türk soluna

Mihri Belli, düşünce ve siyaset dünyası önce Kurtuluş Savaşı ve Kemalist "devrimler", sonra Stalinist bürokrasinin egemenliği altındaki Sovyetler Birliği tarafından şekillendirilmiş, bu ikisini birlikte ve tamamlayıcı unsurlar olarak algılayan bir "komünist"tir. Bu özelliklerini TKP genel sekreteri ve daha sonra Kadro ekibinin üyesi Vedat Nedim Tör'le, komünist ve daha sonra Kadro dergisi yöneticisi Şevket Süreyya Aydemir'le, Nazım Hikmet'le ve gençlik döneminin tüm komünistleriyle paylaşır.

Vedat Nedim'le Şevket Süreyya, Mihri Belli'den daha tutarlı, daha dürüst aydınlardır. Düşüncelerinin mantıksal sonucunu çıkarır, komünizmden vazgeçer, Kadro'yu yayınlayarak Kemalizm'in radikal sol kanadını oluşturmaya soyunurlar. Ama önemli olan, Belli ile Aydemir arasındaki bu fark değil, her ikisinin ve aynı dönemde dünyanın dört bir tarafındaki binlerce komünistin nasıl olup da komünizmi milliyetçiliğin ilerici bir türü olarak görebilmiş olduklarıdır.

Cevap, Stalinist bürokrasinin 1920'lerin sonlarından, 1930'ların başlarından itibaren kendi çıkarları doğrultusunda yeniden formüle etmeye başladığı "Marxizm"de yatar. Bürokrasi, iktidarını pekiştirme sürecinde, önce 'gerçekçileşerek' dünya devriminden vazgeçmiş ve tek ülkede "sosyalizm"i inşa etme yöntemi olarak ulusal kalkınma ve sanayileşme hedefini öne çıkarmıştır. Ardından ve buna uygun olarak, milliyetçiliği Marxizm'in içsel ve doğal bir unsuru olarak teorize etmiştir. Marxist literatüre, bu tarihten itibaren, on yıl öncesinde hiçbir Marxist'in tanıyamayacağı, 70 yıl öncesinde "İşçi sınıfının vatanı yoktur" diyen Marx'ın kendisini dehşet içinde bırakacak bir "vatan, millet" söylemi girmiştir. İlginçtir, komünistlerin övgü vesilesi ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı'nda SSCB'nin Alman faşizmini yenmekte başrolü oynadığı doğrudur, ama Stalinist bürokrasi Sovyet halkını anti-faşizm temelinde değil, "Büyük Yurtsever Savaş" için seferber etmiştir. "Yurtsever" olmanın "iyi" bir şey olduğu, komünistlerin iyi yurtseverler olduğu, Türkiye'de uydurulmuş değildir, Moskova'dan öğrenilmiştir.

Komünizm, 1930'lardan başlayarak, proletaryanın iktidarıyla ilgili bir şey olmaktan çıkmış, ulusal sınırlar içinde hızlı sanayileşme ("elektrifikasyon", "trrrrrum / trrrrrrum / trrrrrum! / trak tiki tak!") anlamına indirgenmiştir. Sovyet devriminin öznesi olan işçi sınıfını iktidardan uzaklaştırarak kendi iktidarını kuran ve büyük kapitalist ülkelerle rekabet içinde olan bir egemen sınıfın temel ihtiyacı, doğal olarak, içe kapanmak, ekonomisini hızla geliştirmek ve silahlanmaktır. Bunun gereklerinden biri sömürü oranlarını, iş disiplinini, üretimi artırmak için olağanüstü baskıcı bir rejimdir. Diğeri ise bu baskıyı meşrulaştıran bir ulusal gurur, "dünyaya karşı biz", "vatanını seven komünist" söylemidir. Siyasetle 1930'larda ve sonrasında tanışan birkaç kuşak komünist, bu rejimi "sosyalizm", bu söylemi "komünizm" olarak öğrenmiştir.

Aynı şey dünyanın her yanında o kuşak komünistlerinin başına gelmiştir elbet ve resmi Komünist Partiler bu nedenle politikalarına milliyetçiliği, söylemlerine vatan sevgisini dahil etmiştir. (Sayıları çok azalan günümüz Komünist Partilerinin politika ve söyleminde hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu söylemeye gerek yok herhalde).

Dünyanın her yanında aynı şey oldu, ama Türkiye'de daha da bir katmerli oldu. Yabancı ordulara karşı savaş vererek kurulan ve "muasır medeniyet" seviyesine çıkma mücadelesi veren Cumhuriyet'in ideolojisiyle, yani Kemalizm'le büyüyen bir genç, Stalinizm'in yukarıda özetlenen öğretileri karşısında hiçbir yabancılık, hiçbir rahatsızlık yaşamayacaktı elbet ve yaşamadı. Suçlamamak gerek o genci: Emperyalist Batı ülkelerine karşı duruş, milli gurur ve ulusal kalkınma telkin eden, sınıf içeriğinden yoksun, militarist ve tepeden inmeci bir "Marxizm" gerçekten de Kemalizm ile çelişmez, büyük ölçüde örtüşür.

Kemalizm, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ve Cumhuriyet'in kuruluşu yıllarında, yeni bir burjuva devlet yaratma sürecinin ideolojisidir. Tek ve temel anlamı ve işlevi budur. Bu ideoloji, yerli ve Müslüman ticaret burjuvazisinin kendisini egemen sınıf olarak oluşturmak ve pekiştirmek için gerekli gördüğü her şeyi teorize etmiş; ulus bilinci olmayan yerde ulus, sınır olmayan yerde millî sınırlar ve yerel bir pazar yaratmıştır. Bu arada, ülkede yabancı işgal güçleri olduğundan ve bunların olduğu yerde ulus devlet yaratılamayacağından, bir de anti-emperyalizmi andıran bir dil tutturmuştur.

Açık ki, Kemalizmin "sol" olduğunu düşünmek için, anti-emperyalizmi andıran bu dilden başka hiçbir neden yok. Demokratik mi? Eşitlikçi mi? Özgürlükçü mü? Emeğin sömürüsüne mi karşı? Hiçbiri değil! Ticaret burjuvazisinin amaç ve taleplerini formüle eden, sonra da devletin ideolojik çimentosu görevini gören bir dünya görüşü bu sıfatlara nasıl uygun olabilir; hangi anlamda "sol" olabilir?

Kemalizm, solculuğu Stalinist bürokrasiden öğrenenler için "sol" olabilir. Solculuğu Stalinizm'in yaptığı gibi sınıfsal içeriğinden temizleyip milli kalkınma ve ulusal bağımsızlık amaçlarından ibaret bir hale getirince, Kemalizm bal gibi "sol" olarak görülebilir, Kemalizm ile sosyalizm arasındaki kalın çizgi görünmez hale gelir.

Marxizm'in ve solculuğun Türkiye'de hâlâ "yurtseverlik", "anti-emperyalizm" ve "bağımsızlık" kavramlarıyla iç içe olduğunu, sınıf kavramına değil, "ülke" kavramına dayandığını görmek çok kolaydır. Rastgele seçersek, işte Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin Dev-Yol kökenli Genel Başkan Yardımcısı Barış İnce: "Gerçek anti-emperyalizm ve yurtseverlik ise solun tarihsel damarlarında mevcuttur... 68 kuşağının önderleri iddia edildiği gibi milliyetçi değil anti-emperyalisttir. İçsel bir olgu olan emperyalizme karşı savaşımda oligarşi diye nitelendirilen güçlerle tüm Türkiye halklarının ortak mücadelesini savunmuşlardır. Nitekim son nefeslerinde "kahrolsun emperyalizm" sözünün ardından "Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği" sözünü söylemişlerdir... Halkın kendi kaderini tayin edemediği, ülke yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi olamadığı, siyasetin emperyalist sistem içerisinde dizayn edildiği bir ortamda hangi demokrasiden söz edilebilir ki? Öyleyse bugün demokrat olmanın koşullarından birisi de bağımsızlıkçı anti-emperyalist bir perspektife sahip olmaktır".

Milliyetçilik ve enternasyonalizm

Anti-emperyalizm, bir ülkenin bağımsızlığı için mücadele etmek, ülkenin bağımsızlığını engelleyen dış düşmana karşı savaş vermek anlamına gelmez. Bağımsızlık özlemine, ülkede yabancıların değil yerlilerin egemen olması için verilen savaşa, anti-sömürgecilik denir. Başta Afrika olmak üzere, dünyanın her yanında 1945 ile 1975 yılları arasında anti-sömürgeci hareketler İngiltere, Portekiz, İspanya, Hollanda sömürgeciliğine ve diğerlerine karşı başarılı mücadeleler vermiş, resmî bağımsızlığını kazanmış ve ülkeyi yöneten yabancıların yerine yerli bir egemen sınıfın oturmasını sağlamıştır.

Anti-sömürgeciliğin işi, ülke resmî bağımsızlığını kazandığı noktada sona erer. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde anti-sömürgeci hareketlerin hemen hepsi "sosyalist" bir söylem kullandığı, sömürgeci güce karşı sırtlarını Rusya veya Çin'e dayadığı ve bu iki ülkeden yardım aldığı için, bu hareketlerin Marxist ve sosyalist oldukları yanılgısı yaygın olagelmiştir. Oysa sosyalizm, egemen sınıfın yerli veya yabancı olmasıyla değil, burjuvazi mi proleterya mı olduğuyla ilgilenir. Nitekim, Zimbabwe'den Angola'ya, Nikaragua'dan Vietnam'a, tüm anti-sömürgeci ulusal kurtuluş hareketlerinin muzaffer mücadelesi yeni ve yerli bir egemen sınıfın iktidarını kurmuştur; ama ne sosyalizm olmuştur, ne başka bir şey; emperyalizm, kapitalizm ve sömürü aynen devam etmiştir. Sözünü ettiğim ülkelerin bugünkü durumlarına kısa bir bakış ulusal bağımsızlığın anlamsızlığını, olanaksızlığını görmek için yeterlidir.

Anti-emperyalizm ise, tek bir ülkenin bağımsızlığıyla ilgili değildir ve olamaz. Olamaz, çünkü emperyalizm küresel bir olgudur, tek bir ülkenin sınırları içinde yenilebileceğini düşünmek gülünç bir hayalden ibarettir. Olamaz, çünkü emperyalizm silahlı işgal ordularından ibaret değildir, ordular yenilgiye uğratılıp kovulduğunda emperyalizm bitmez. Olamaz, çünkü üretimin küresel olduğu, hiçbir ülkenin kendine yeterli olmadığı bir dünyada, ulusal bağımsızlık uygulanabilirliği olmayan, afakî bir amaçtır. Tek bir ülkede emperyalizmin silahlı güçlerinden kurtulunabilir, ama ekonomik ve siyasi ilişkiler ağından kurtulunamaz. Bu ağ ya dünya çapında çözülür ya da çözülmez; ulusal çözümü yoktur. Çözüm, sınıfsaldır ve uluslararasıdır.

Emperyalizm, hem ülkeler arasında silâh ve sopa zoruyla dayatılan bir hiyerarşik sıralanma silsilesi, ama hem de ve aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir ilişkiler bütünüdür, günümüzde kapitalizmin küresel örgütlenme biçimidir. Kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı olmak değirmenlerle savaşmak demektir, başarı şansı yoktur ve anti-emperyalizm anlamına gelmez.

Sadece anti-emperyalist olanlar ne komünisttir, ne de solcu. Sadece ve basitçe anti-emperyalisttirler. Sadece yabancı kapitalizme karşıdırlar, kapitalizme değil. Yerli kapitalizmin devletine ve ordusuna bir itirazları yoktur, yeter ki yerli ve bağımsız olsun. Dahası, emperyalizme karşı doğru dürüst mücadele edebilmek için güçlü bir orduya gerek olacağına göre, "yerli ve bağımsız" Türkiye Silahlı Kuvvetleri'nin daha da güçlü, daha da gelişkin silahlarla mücehhez olmasını isterler. TSK'nın emperyalizme karşı bugüne kadar ne yaptığını görmüşler, TSK subaylarının nerede eğitim aldığını zannederler, TSK'nın Amerika'ya karşı kahramanca savaş açacağını mı beklerler, bilemem, ama ordunun halk nezdinde yıpranmasından üzüntü duydukları açık.

Sadece anti-emperyalist olanlar ve üstelik sadece kendi ülkeleri için anti-emperyalist olanlar, anti-emperyalizmi milliyetçiliğin kamuflajı olarak kullanıyordur sadece. Milli çözüm arayanlar, komünist, anti-emperyalist filan değil, adı üstünde, milliyetçidir. Orgeneraller tutuklandığında, bu nedenle üzülürler, Amerikan parmağı ararlar. Kendilerini bu nedenle Genelkurmay'la, darbecilerle, işkencecilerle omuz omuza buluverirler. Bazen de, Doğu Perinçek, Yalçın Küçük ve İlhan Selçuk gibi, aynı hücrede yatıyor oluverirler!

Hiçbir gariplik yok bu hücre arkadaşlığında. Anti-kapitalizm içermeyen, milliyetçilikten ibaret olan bir anti-emperyalizm, dış düşmana karşı tüm milli güçlerle bir araya gelmeyi gerektirir; "milli burjuvazi" ile de, "yurtsever subaylar" ile de. Sınıf çıkarlarına değil, ülke çıkarlarına dayanan bir anti-emperyalizm, kamu işletmelerinin özel sermayeye satılmasına değil, yabancı sermayeye satılmasına karşı çıkar; işçi sınıfının sömürülmesine değil, yabancı sermaye tarafından sömürülmesine karşıdır.

Bunun ne Marxizm ile alakası var, ne sosyalizmle, ne de solculukla.

Sosyalizm, işçi sınıfının çıkarları, bugünü ve yarınıyla ilgilidir. Bu ilgi, egemen sınıfların çizdiği milli sınırları tanımaz. Sosyalistler, Türk, Yunan, Ermeni, Kürt ve Zanzibarlı işçilerin çıkarlarının ve geleceğinin aynı olduğuna inanır. Türk işçisiyle Türk işvereninin, Türk işçisiyle Türk orgeneralinin hiçbir ortak çıkarı olmadığına inanır. Sosyalistler, Kürt işçilerinin ulusal baskı görmesine katkıda bulunan veya kayıtsız kalan bir Türk işçi sınıfının kendi özgürlüğünü de hiçbir zaman kazanamayacağına inanır, dolayısıyla "misak-ı milli sınırları", "ülkenin bütünlüğü", "vatanın bölünmesi" gibi kavramlar umurlarında bile değildir. "Ülke", "vatan", "ulus", "bayrak" kelimeleri bizim sözlüğümüzde yoktur.

İşçi sınıfının, Türk değil, dünya işçi sınıfının çıkarları için mücadele edene sosyalist denir. Ülkesinin, ulusunun çıkarları için mücadele edene, buyrun seçin, farketmez, ulusalcı veya milliyetçi denir.

Üç küçük güncelleme

K. Atatürk’ün dekoratif imzası

Bir kadın gördüm geçen haftasonu. Hava çok sıcaktı, askılı bir elbise giymiş. Omuzunda bir dövme vardı. Soldan sağa yukarı doğru hafif eğimli, elyazısıyla, “K. Atatürk”!

İmzayı omuzuna kazıtmış yahu!

“Gördünüz mü? Kadın kafayı yemiş galiba!” diye arkadaşlarıma doğru seğirttim. Beklediğim tepkiyi alamadım. “Ne var ki oğlum bunda?” dediler. İzmir’deydik. Alışmışlardı belli ki.

Adamın portresinin, isminin ve anlamlı anlamsız sözlerinin yere göğe yazılmasını anlamak mümkün. Bunu devlet yapıyor ve yaptırıyor. Ama genç bir kadının imzayı kendi vücuduna nakşettirmesi ne demek yahu! Bir devletin resmi politikası, o devletin görevlisi olmayan bir kişi tarafından nasıl bu kadar benimsenebilir?

Bunları düşünürken, kafamda laf lafı açtı, tabiri caizse.

Omuza imza çakmaktan daha da gülüncü, imzayı çaktıran kadının kendisini solcu ve aydın sanması olabilir ancak. Ve öyle düşündüğünden hiç kuşkum yok.

CHP niye Türkiye’nin “sol” partisidir?

Kemalistler niye kendilerini solcu olarak düşünür?

Ulusalcıların yaptığı her şey milliyetçilik ve ırkçılıkken, niye solcu olduklarını zannederler?

Milliyetçilik dünyanın her yerinde var. Solculuk da, evelAllah, her yerde mevcut. Ama her yerde, vallahi de billahi de dünyanın her yerinde biri başka şeydir, diğeri başka. Hatta farklı şeyler olmalarının ötesinde, birbirlerine karşıt ve düşman şeylerdir.

Çok doğal. Üç yaşında bir çocuğun anlayabileceği şekilde söylersek, solcular “insan” sever, milliyetçiler “Türk insanı” sever; solcular tüm insanların eşit olduğunu düşünür, milliyetçiler Türk insanının diğerlerinden daha eşit olduğuna inanır.

Ve en önemlisi (ama bunu anlamak için üç yaşını biraz geçmiş olup omuzda imza taşımıyor olmak gerek), solcular devletle itişir, milliyetçiler her koşulda kendi devletini gözetir, güçlenmesini ister.

Kendi mevcut devletinin güçlenmesini isteyenlere hiçbir yerde “solcu” denmez. Sağcı denir, muhafazakâr denir, faşist denir; ama solcu denmez.

Bizdeyse, devletin çeşitli kurumlarını, silahlı kuvvetleri, yargıyı, Ergenekon’u destekleyenler, Türk devletinin ilelebet payidar olacağına inananlar, Türklerin Kürtlerden üstün olduğunu ve başörtüsüzün başörtülüden makbul olduğunu düşünenler kendilerini solcu zanneder.

Niye yahu?

Kuvvet komutanından İzmirli genç kıza, Ergenekoncusundan Ergenekon’un avukatına, Doğu Perinçek’ten Kemal Kılıçdaroğlu’na, İlhan Selçuk’tan Mustafa Balbay’a, nedir bu devlet savunucularının “solcu” sayılmasını sağlayan ortak yan?

Yüzyılların “solcusu” Mümtaz Soysal, “solcu” Cumhuriyet gazetesinde bir ipucu verdi bana.

Ilısu Barajı projesi “doğa, kültür ve yerleşimle ilgili uluslararası standartları sağlamadığı” ve “Dicle Vadisi’yle Hasankeyf UNESCO’nun dünya mirası kriterlerinin onda dokuzunu karşıladığı bilinen tek alan olduğu için”, Boğaziçi Üniversitesi’nden 111 kişi projeden vazgeçilmesi için bir çağrı yayınlamış.

“Zannedersiniz ki, o baraj yapılırsa insanlık mahvolacak” diyor Soysal. Çok sinirlenmiş.

Dese ki, “Baraj projesi doğaya, o bölgede yaşayanlara ve tarihsel mirasa zarar vermiyor, Boğaziçililer yanılıyor”, anlayışla karşılanabilir, tartışılabilir. Ama hiç böyle bir iddiası yok. 

“İnsanlarımız.. Türkiye üzerine oynanan büyük oyunlardan.. habersiz midirler ki, böylesine sinsi ve haince kampanyalara pikniğe gider gibi cümbür cemaat katılıvermektedirler?” diyor. Daha önemlisi, diyor, “Baraj yapmak, Türkiye’nin o köşesini de sahiplenmek ve başkalarının aynı köşeye ilişkin hesaplarını boşa çıkarmaktır.”

Sinsi hainler kim? Kürtler, Amerika, Avrupa, bütün dünya. Hain dünyanın hesaplarını kim boşa çıkaracak? Türkiye devleti.

Doğaymış, insanmış, insanlık mirasıymış, kimin umurunda?

Bu mudur be antiemperyalizm? Kürtlere, Amerika’ya ve dünyaya meydan okuyacağım diye, kendi topraklarını ve insanını mahvetmek, kendi devletini yüceltmek midir antiemperyalizm?

Düşün ulan artık yakamızdan! “Ulusalcı”, “yurtsever” filan gibi anlamsız kandırmacalara başvurmadan, göğsünüzü gere gere “Milliyetçiyim!” deyin; siz de rahat edersiniz, biz de.

 

Türk antiemperyalizminin vurucu gücü

Subaylar gözaltına alınırken, Mehmetçik Vakfı’nda polis arama yaptı. Evrak ve hard disk dolu çuvallar binadan çıkartılırken, “Bazı mahalle sakinleri camlarına Türk bayrakları astı. Otomobili ile vakfın bulunduğu binanın önünde duran bir kişi de yüksek sesle Harbiye Marşı’nı çaldı. Adını söylemeyen bu kişi ‘Tüm vatandaşlar bu aramaya tepki göstermeli’ dedi. Çuvallar ekip otosuna konulduktan sonra bazı mahalle sakinleri Vakıf önüne geldi ve alkışlarla aramayı protesto etti”.

Hangi mahallenin sakinleri bunlar? Caddebostan, Plaj Yolu Sokak. Şehrin en mutena semtlerinden birinde, Bağdat Caddesi’nden denize inen güzel bir sokak.

Eksik olmasınlar, bu beş yıldızlı mahallenin sakinleri epey zamandır Türk antiemperyalizminin vurucu gücünü temsil ediyor. Demokrasi düşmanlığı ve darbecilik umurlarında değil; Amerikan emperyalizmine karşı Türkiye’nin tek umudunun Türk Silahlı Kuvvetleri olduğuna inanıyorlar!

Aralarından birini bulup söyleşi yapamadım, ama bir internet sitesinde bulduğum şu sözler sanırım hislerine tercüman olacaktır:

“TSK, Amerika’nın projelerine köstek oluyor. TSK emperyalist ABD tarafından hedef seçilmiştir. Eğer ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir silahlı kuvvetler arzu ediliyorsa, lanet olsun bunu arzulayanlara. ABD’ye kafa tutmadıkça, bağımsızlığımızı kazanamayız. 1920’lerdeki millî ruh tekrar diriltilmeli ve mücadeleye başlamalıyız. Savaşsa savaş, ölümse ölüm. Türk Milleti kimsenin emir eri değildir. Ne Mutlu Türküm Diyene!”

Aynı hisleri birkaç yıl önce, şu anda hapiste çürümekte olan Doğu Perinçek ne güzel ifade etmişti:

“Sayın Genelkurmay Başkanımız Org. Büyükanıt, Türk Ordusu’nun hangi mevzide hangi edayla durduğunu bir daha ilan etti. Avşar Beyleri türküsünde, ‘Karşıda düşmanların bakışıp durur’ diyor ya, karşıdaki düşmanı da, bakışını da saptadı. ABD’nin de NATO’nun da adını koydu. Komutanın tavrı sakin, ancak duruşu kararlı. Milletimize güven verdi”.

Amerika’da eğitim görmüş, askerliği Amerikan ordusunun el kitaplarından öğrenmiş, Washington’da “bizim çocuklar” adıyla bilinen orgenerallerin şanlı antiemperyalistler olarak görülmesi, bir başka saçmalığı hatırlattı bana.

Yıllar önce gördüğüm bir duvar afişinde “Dolar yasaklansın - Türk Lirası, Türk Bayrağı” yazıyordu.

Benim bildiğim kadarıyla para, metaların dolaşımını ve dolayısıyla tüccarların kâr etmesini kolaylaştırmak için ortaya çıkmış bir araçtır. Tüccarlar ve sermaye sahipleri dışındaki insanları para ancak “Bende var mı yok mu; karnımı doyurabiliyor muyum?” kadarıyla ilgilendirir.

Çoğumuz için, liraymış, dolarmış, farketmez. Dahası, sayı saymayı bilen herkes “Yüz lira mı istersin, yüz dolar mı?” sorusuna aynen benim vereceğim cevabı verecektir.

Beni sömürenler lirayla mı, dolarla mı sömürüyor, elinde Türk bayrağıyla mı, Amerikan bayrağıyla mı sömürüyor, farketmez. “Ben sömürülmekten hoşlanıyorum, ama ille de Türk patronlar sömürsün, öbür türlüsünden pek hoşlanmıyorum” diyen işçiye henüz rastlamış değilim.

Avro, dolar ve lira, egemen sınıfların çizdiği ulusal sınırların ve bu sınıflar arasındaki rekabetin sonucudur. Para birimleri arasında taraf tutmak bu sınıfların üyeleri için anlamlıdır.

Tüm egemen sınıfların tüm çıkarlarına karşı olanlar için böyle bir tarafgirlik olamaz.

Halkımız, sadece Türk halkına değil tüm halklara özgü solduyu ile, tek kelime Marx okumadan, “Para tüm kötülüklerin anasıdır” der, dolar ile lira arasında ayırım yapmaz.

Plaj Yolu Sokak’taki evlerin dolar olarak değerini söylesem dudaklarınız uçuklar! Ama bu evlerin sahipleri ve Mehmetçik Vakfı’ndaki komşuları antiemperyalist! Hepsi dolar düşmanı ve general dostu!

Antiemperyalizmi önce milliyetçiliğe, sonra para birimleri arasında taraf tutmaya, sonra da ordu destekçiliğine indirgeyen insan türü dünyanın başka bir yerinde var mı? Yok.

Evrende sonsuz sayıda gezegen olduğu için, istatistik bilimine göre bunların en azından birkaç tanesinde canlılar olması gerektiğini biliyoruz. Böylesi bir salaklığın oralarda bile olabileceğini sanmıyorum.

 

“Emekçi” ve “toprak ağası”

ÖDTÜ’de geçen hafta Kürt öğrencilerle Türkiye Komünist Partisi üyeleri çatıştı. Karşılıklı laf atma, tartışma şeklinde değil. Birkaç kişi hastanelik oldu.

Aranızda solcu olan, bu haberi gazetelerde okuyan ve olayı sol içi şiddet olarak yorumlayıp üzülen, kınayan olmuştur.

Üzülmeyin, kınamayın.

“Sol içi” değil çünkü.

TKP hakkında epeydir yazmıyorum. Solla ilgili tartışmalarda bu partiyi hesaba katmak o kadar anlamsız hale geldi ki, yazmaya gerek görmüyorum. Parti yayınlarındaki yazılar gözüme  çarptığında “Adam sen de” deyip geçiyorum. İçimden geçirdiklerimi ise kibarlık sınırları içinde ifade edemeyeceğim, şimdilik kalsın.

ODTÜ’deki kavga sonrasında, kavganın nedenlerinden biri olan yazıya baktım. Ve son bir kez TKP hakkında yazma gereği duydum. Kusura bakmayın.

Tavsiye ederim, “Nasıl komünist olunmaz?” sorusunun cevabını merak edenleriniz varsa, partinin internet sitesinde İlker Belek adlı yazarın 19 Nisan tarihli yazısına bir bakın. Coca Cola kapağından çıkan hediye gibi, aynı yazıda “Azgın Türk milliyetçiliği hangi kurnazlıklarla solculukmuş gibi gösterilebilir?” sorusunun da cevabını bulacaksınız.

Yazı, Ahmet Türk’e atılan yumruktan yola çıkarak Kürt meselesini inceliyor.

Şöyle başlıyor:

“Kürt sorunundaki çözümsüzlük sürüyor.. Ahmek Türk'e atılan yumruk olayının bütün bileşenleri bunun göstergesidir: Yumruklayanın emekçi kimliği de, çalıştığı kahvehanenin sahibinin yumruklayanı ‘her Türk Türklüğünün gerektirdiğini yapar’ şeklindeki açıklaması da, Sırrı Sakık'ın olay yerinde ‘bunun hesabını vereceksiniz’ sözleri de, sonrasında ‘Kürtler 1915’in Ermenileri değil’ eklemesi de.. hepsi tek bir şeyi gösteriyor: Bildikleri tek şey etnik siyasettir. Etnik kutuplaşma had safhadadır. Aradaki ilişki biçimi düşmancadır. Yumruğu atan bir emekçi, yumruğu yiyen bir toprak ağası, tepki görme nedeni Kürtlüğü, Sırrı Sakık’ın hesap sorulması çağrısında bulunduğu kesim Türklerdir.”

Rica ederim, “Çüş artık” gibi içgüdüsel tepkilerimizi bastırmaya çalışalım. Biliyorum, zor, ama düzeyli bir tartışma yürütelim.

Kürt hareketinin en saygın isimlerinden, en etkin temsilcilerinden biri, Meclis’te yirmi küsur milletvekili olan ve Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan bir partinin başkanı olan Ahmet Türk’ün tanımlayıcı özelliği “toprak ağalığı” mıdır, behey İlker Belek?

Ellerinde Türk bayraklarıyla “Kahrolsun PKK, şehitler ölmez, vatan bölünmez!” diye slogan atan bir kalabalığın içinden çıkıp Ahmet Türk’e saldıran herifin tanımlayıcı özelliği “emekçi” olması mıdır, Belek Bey?

Onyıllardır eşitlik ve adalet mücadelesi veren bir halk hakkında, bu uğurda on binlerce can veren, köyleri yakılan, cezaevlerine tıkılan, bok yedirilen bir halk hakkında “bildikleri tek şey etnik siyasettir” demek nasıl bir densizliktir, Bay Belek?

Bu densizlik cehaletten mi kaynaklanır, kendini bilmezlikten mi, yoksa benim bilemediğim başka bir nedenden mi?

“Aradaki ilişki biçimi düşmancadır” saptaması özellikle ilginç! Çok çarpıcı!

Memlekette bir zamandır bazı silahlı çatışmalar olduğunu yeni mi farkettiniz, Belek Bey? Bu silahlı çatışmaların biraz düşmanca olduğunu gözden kaçırmış mıydınız? Kürt halkının devlet tarafından onyıllardır bazı düşmanca davranışlara maruz kaldığı, kendi dilini konuşamadığı, anadilinde eğitim göremediği, bu halkın bizzat mevcudiyetinin uzun zaman tanınmadığı dikkatinizi çekmemiş miydi?

“Eşitsizliğin, baskının, sömürünün olduğu sınıflı toplumlarda, bu sorunlar burjuva demokrasisi çerçevesinde çözümlenemez” diyor Belek. Bak sen! İngiltere’de nasıl çözümlendi? Güney Afrika’da nasıl çözümlendi? Komünizm geldi herhalde oralara. Ben dikkat etmemişim.

Bal gibi çözümlenir. Ama Belek’in derdi başka. Diyor ki Kürt hareketine, uslu oturun, maraza çıkarmayın, yüce Türk milletini ve Mustafa Kemal’in kurduğu Türk devletini rahatsız etmeyin.

Benimse ODTÜ’lü Kürt arkadaşlarıma önerim farklı. Ezilen ulusların haklarını savunmayana, kendi devletinin yanında saf tutana komünist denmez. Boş yere uğraşmayın bunlarla. Ciddiye bile almayın.

 

Yararlı kaynaklar

Mihri Belli, nsanlar Tanıdım – Mihri Belli'nin Anıları, 2 cilt, Doğan Kitap, 1999.

Gün Zileli, Yarılma (1954-1972), Ozan Yayıncılık, 2000.

Oral Çalışlar, '68 Anılarım, Gendaş, 2003.

Türk Solu dergisi, 1968 ve 1969'dan muhtelif sayılar (evet, bulması kolay değildir, ama sahaf dükkanlarında zaman zaman bulmak mümkündür).

Roni Margulies, Larda Yüzen Al Sancak, Kanat Kitap, 2007.w

 

Dipnotlar

1 “Devrim stratejisi üzerine açık oturum”, Ant dergisi, sayı 56, 23.01.1968.

2 “Sosyalist Gerçekçilik”, Yön, Sayı 39, sf. 20.

3 Yunus Emre’den... s. 51

4 İnsanlar Tanıdım.

5 Yunus Emre’den... s. 20

SON SAYI