Kapitalizmin enerji ihtiyacı ve iklim krizi

ENTERNASYONAL SOSYALİZM
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Erkin Erdoğan

İçinde yaşadığımız kapitalist toplum, iklim değişikliğinin sebep olduğu bir dizi hayati zorluk ve bunlara bağlı bir dizi zorunlulukla karşı karşıya. Dünyadaki doğal kaynakların limitsiz olmadığı, dolayısıyla büyümenin bir sınıra dayanacağı uzun süredir bilinen bir olgu. Buna küresel ısınmanın yol açabileceği distopik felaket senaryolarının eklenmesiyle birlikte, sürdürülebilirlik (ve buna bağlı olarak ekonominin dönüştürülmesi) diskuru, birçok farklı disiplin ve ideolojik akımın içerisinde alabildiğine hızlı bir şekilde yayıldı.1 Tartışma temelde iki boyutta seyrediyor diyebiliriz. Bir yanda sermaye sınıfı ve onun öncülüğündeki neoliberal kamp, yaşanması kaçınılmaz olan değişimlere ayak uydurmak, daha doğrusu geçişi asgari hasarla atlatabilmek için olası projeksiyonlar üzerine çalışıyor. Diğer yanda ise sosyal hareketlerin öncülüğündeki muhalifler, büyük bir çeşitlilik ve heterodoks yapı içerisinde, bu krizi insanlığın ortak çıkarları temelinde çözebilmek umuduyla arayışlarını yoğunlaştırıyor. Sosyalist hareket, yani toplumun ihtiyaçlarının demokratik, kolektif ve aynı zamanda merkezi bir şekilde planlanması ve karşılanması gerektiğini savunan kesim çok çeşitli sebeplerle muhalif kampta yeterince görünür durumda değil ve biraz da buna bağlı olarak tartışılan alternatifler içerisinde bireysel ve sistem içi çözümlerin büyük bir hegemonyası söz konusu. Oysa var olan kapitalist mekanizmaları incelediğimizde tekrar tekrar görüyoruz ki kâr ve fayda maksimizasyonu odaklı bir sistemin toplumsal refahı sürdürme kapasitesi kalmamış durumda. Kapitalizmin kendisi, giderek insanlığın önündeki en büyük tehdit haline geliyor.

Ekolojik ekonominin önde gelen isimlerinden Herman E. Daly’nin büyüme eleştirisini hatırlayalım. Yoksulluk, işsizlik, nüfusun hızlı artışı gibi problemlerin üstesinden gelmek için daha çok kalkınmak gerekir diyen ana-akım iktisatla tartışan Daly, ekonominin biyosferde bir alt-sistem olduğunu vurguluyor ve ekosisteme zarar vermeye başlayan büyümeyi “ekonomik olmayan büyüme” olarak tanımlıyordu. Daly’ye göre “(…) iyiden daha fazla ‘kötü’ üreten bu ekonomik olmayan büyüme bizi zenginleştirmeyecek, aksine daha da fakirleştirecek.”2 Enerjinin ve maddenin korunumunu açıklayan termodinamiğin birinci yasasından hareket eden Daly’ye göre, ürünlerin ve hizmetlerin piyasa değerlerindeki artışı asıl amaç olarak gören ekonomi yaklaşımı ile ekoloji arasında bir uyumdan değil, olsa olsa bir çelişkiden bahsedilebilir. “Daha fazla insan ekonomisi (daha fazla insan ve ürün), daha az doğal ekosistem anlamına geliyor.”3 Ekonomik olmayan büyümeden çıkar elde eden, dolayısıyla değişimden herhangi bir yarar sağlamayacağı için buna karşı çıkacak olan büyük bir kesim olduğunun da farkında olan Daly, ekolojik çöküşün önüne geçmek için ekonomi politikasına dair bir dizi öneri yapıyor ve bu sayede toplumsal zihniyet değişikliğinin sağlanabileceğini, sürdürebilir ve kararlı, durgun bir ekonomiye geçiş yapılabileceğini savunuyor. Daly’nin ve kararlı durum ekonomisini savunan yazarların iklim krizi ekseninde ortaya attığı görüşler, kapitalizmin insanlık ve ekoloji için büyük bir yıkım anlamına geldiğini göstermesi açısından oldukça önemli. Fakat aynı zamanda dayandıkları bir dizi ön kabul, sundukları çerçeveyi soyut bir akademik düzleme hapsediyor ve önerilerini uygulanabilir olmaktan çıkarıyor. Ekonominin nasıl dönüşebileceğine, bunun nasıl mümkün kılınabileceğine dair söz söylemeden, ortaya bütünlüklü bir yaklaşım koyamazsınız.

Bu yazıda küresel ısınmanın baş aktörlerinden biri olan enerji sektörü ve sermayenin enerji ihtiyacı üzerinden, iklim krizine kalıcı bir çözüm bulmamızı sağlayabilecek büyük dönüşümün ne tür temellere dayanması gerektiğini ele alacağım. Bunu yaparken ekolojik ekonomi akımı içerisindeki bir dizi güncel tartışmaya değinmek ve bireysel çözümlerin iklim adaleti mücadelesi içindeki yerini irdelemek istiyorum. Gerçekten sosyal hareketler olarak toplumsal talebi farklılaştırmaya, tek tek bireylerin tüketim tercihlerini değiştirecek işler yapmaya odaklanırsak sistem içerisinde delikler açabilir miyiz? Niçin kapitalizm fosil yakıtlara bu kadar bağımlı? Tekelci şirketlerin, monopol-duopol piyasaların ve birbiriyle rekabet içindeki ülke bloklarının dünyasında düşük karbon ekonomisine geçişi nasıl sağlayacağız? Yazının gidişatına bu sorular yön verecek. İlk bölümde enerji sektörünün iklim değişikliği içinde nasıl bir paya sahip olduğuna dair bir çerçeve sunacağım. Ardından fosil yakıtların kapitalizm için bugüne dek oynadığı tarihsel role değinip, düşük karbon ekonomisine doğru bir dönüşümün önündeki engelleri, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin izledikleri dönüşüm stratejilerini, var olan mekanizmalar içerisinde büyüme için sürdürülen hamster yarışının akılcı bir yol olup olmadığını ve bizim bu dönüşüm sürecindeki rolümüzü tartışacağım.

Büyük Dönüşüm

Küresel iklim değişikliğinin asli sebeplerinden birinin fosil yakıtlar olduğu konusunda günümüz iklim bilimcileri için pek bir soru işareti bulunmuyor. Petrol şirketlerinin oluşturduğu lobileri ve muhafazakâr, aşırı sağcı komplo teorisyenlerini bir kenarda bırakırsak, bilim insanları arasındaki tartışmanın iklim modelleri arasındaki ön kabul ve tahmin farklarından kaynaklandığını ve buna bağlı çeşitli projeksiyonlar üzerinden yürüdüğünü görüyoruz. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), raporlarında, genellikle maliyet-fayda analizine dayanan entegre değerlendirme modelleri ile yapılmış, fen bilimlerini ve sosyal bilimleri bir araya getiren çalışmaları baz alıyor. Çok basitleştirerek ifade edersek, bu modellerde iklim değişikliğinin yol açacağı ortalama sıcaklık artışının ekonomik maliyeti ve bunu önleyebilecek ekonomi politikalarının yaratacağı fayda çeşitli varyasyonlar içinde hesaplanarak optimal bir küresel dönüşüm senaryosu belirlenmeye çalışılıyor. Bugüne dek atmosfere saldığımız sera gazları nedeniyle dünyanın ortalama sıcaklığı 1°C artmış durumda. Bilim insanlarının genel kabulü, bu artışın 1,5°C’nin üzerinde olması durumunda ortaya çıkacak uç iklim olaylarının, deniz seviyelerindeki yükselmenin ve biyoçeşitliliğin uğrayacağı zararın katlanılamayacak ölçülere geleceği yönünde. Böylesi bir felaketler zincirinin gıda üretimine ve sağlık sistemine ciddi zararlar vereceği, dünya çapında milyonlarca insanı yoksulluğa ve ölüme sürükleyebileceği tahmin ediliyor.4 189 ülkenin katılımıyla 2015 yılında imzalanan Paris Anlaşması (Türkiye, İran ve Irak gibi az sayıda ülkeyle birlikte, parlamentosunda onaylamayarak başlangıçta imzaladığı bu anlaşmanın dışında kalmayı tercih etmişti) küresel ortalama sıcaklık artışını endüstri öncesi seviyeye göre 1,5°C içinde tutmak için girişimlerin süreceğinin altını çizmiş, temel hedefin uzun vadede sıcaklık artışını 2°C ile sınırlandırmak olduğunu belirtmişti.

IPCC’nin, üniversitelerin ve diğer bilim kuruluşlarının yayınladığı raporlar, fosil yakıtların iklim değişikliğine etkisi konusunda çarpıcı verilerle dolu. 2017 yılında dünya çapında atmosfere salınan toplam CO2 gazının yüzde 89’u kömür, petrol ve doğal gaz tüketiminden kaynaklanıyordu.5 Sadece kömür, bugüne kadar gerçekleşmiş olan 1°C’lik sıcaklık artışının en az 0,3°C’sinden sorumlu.6 Atmosfere saldığımız sera gazının yaklaşık üçte biri petrol, yaklaşık beşte biri temiz olduğu reklamıyla bizlere sunulan doğal gaz tüketimi nedeniyle gerçekleşiyor.7 Dolayısıyla açık olan gerçek şu ki, iklim değişikliğini bir kader olmaktan çıkarmak, ancak fosil yakıt üretimini ve tüketimini radikal bir şekilde azaltmak ile mümkün olabilir. IPCC, Paris Anlaşması sonrası, Birleşmiş Milletler’in isteği üzerine hazırlayıp 2018 yılında kamuoyuna açıkladığı “1,5°C’lik Küresel Isınma” başlıklı özel raporda, küresel sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlandırabilmek için, büyük ölçüde fosil yakıtlardan kaynaklanan sera gazı emisyonunu 2030 yılına kadar yarı yarıya indirmek zorunda olduğumuzu, 2050 yılına kadar ise net CO2 emisyonunu sıfır düzeyine getirmemiz gerektiğini ifade ediyordu.8 Şunu da bir köşeye not etmekte fayda var ki bu bulgular bilim insanlarının yaptığı güncel çalışmaların genel bir ortalamasına ve hükümetlerin kabul ettiği oldukça ihtiyatlı ana-akım modellere dayanıyor. IPCC yetkilileri “1,5°C’lik Küresel Isınma” raporu için altı bin adet bilimsel çalışmayı bir havuzda topladıklarını, 133 yazarın katkısını ve binden fazla bilim insanının değerlendirmesini aldıklarını ifade ediyor.9 Yani iyimser olmayan bulguları dikkate alırsak, büyük iklim felaketlerinin önüne geçmek için çok daha ciddi tedbirlere ihtiyacımız var.

IPCC’nin açıkladığı azaltım hedeflerine ulaşabilmek için enerji, ulaşım, endüstri, tarım ve binalar gibi alanlarda bugüne dek görülmemiş keskinlikte bir dönüşümü hayata geçirmemiz gerekiyor. Bunun yanı sıra düşük karbon teknolojilerinin hızla yaygınlaştırılması, bu sürecin hem piyasa mekanizmalarıyla, hem de doğrudan düzenlemelerle, küresel bir koordinasyon içinde yürütülmesi bir zorunluluk. Peki, gerçekten 2030’a kadar başarmak zorunda olduğumuz bu büyük dönüşüm için (küresel ve yerel ölçekte) hükümetler gerekli hazırlıkları yapıyor, adımları atıyor mu? Kapitalizmin bize sunduğu araçlarla böylesi bir dönüşümü sağlayabilecek olanaklara sahip miyiz? Bu sorulara yanıt verebilmek için öncelikle küresel ısınmanın baş müsebbibi olan enerji alanına odaklanalım ve ardından bu alandaki dönüşümün dinamiklerini inceleyelim.

Enerji ve Fosil Yakıt Ekonomisi

Fosil yakıtların enerji sektörü içinde geleneksel olarak belirleyici bir ağırlığı var. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2012 yılı verilerine göre, dünya çapındaki birincil enerji arzının yüzde 33,1’i petrolden, yüzde 29,9’u kömürden, yüzde 23,9’u doğal gazdan, yüzde 6,7’si hidroelektrikten, yüzde 4,5’i nükleerden, yüzde 1,9’u ise yenilenebilir kaynaklardan elde ediliyor. Yani toplamda enerji arzının yüzde 87’si petrol, kömür ve doğal gazdan oluşan fosil yakıtlar ile sağlanıyor. Bu oranlar 1990 yılından günümüze kadar hemen hiç değişmeden geldi. Sadece kömürün oranının kısmen artışından, petrolün oranının ise biraz azalışından bahsetmek mümkün. Ancak küçük değişimler trendi etkileyecek bir fark yaratmıyor. 1990-2017 dönemi içinde dünyadaki enerji arzı ise yaklaşık yüzde 65 artışla 8 milyar ton eşdeğer petrolden 14 milyar ton eşdeğer petrol seviyesine kadar yükseldi.

Peki üretilen bu enerjiyi kim kullanıyor? Yine Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine bakarsak, 2015 yılında dünya çapında üretilen enerjinin yüzde 29,6’sı endüstri, yüzde 28,5’i ulaşım, yüzde 21,3’i evsel, yüzde 8,1’i ticari hizmetler ve kamu hizmetleri, yüzde 2,1’i tarım ve ormancılık, yüzde 0,1’i balıkçılık alanlarında kullanılıyordu. Evsel kullanımı ve petrolün enerji dışı alanlardaki kullanımını hariç tuttuğumuzda, enerjiye, büyük oranda üretim yapan sektörlerin ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Sektörlerin 1990 yılından bugüne kadarki enerji kullanım oranlarının trendleri, üretimde olduğu gibi büyük ölçüde sabit. Tüketim ise 1990 yılından bugüne yüzde 50 oranında artmış. Bu büyük resim bize, son 30 yılı temel alırsak, enerji üretim ve tüketim kalıplarının esnek bir yapıda olmadığını, hanelerin enerji talebinin toplam tüketim içerisinde nispeten küçük bir oranı temsil ettiğini ve kapitalizmin büyük oranda fosil yakıtlara bağımlı olduğunu gösteriyor.

Ana-akım enerji dönüşüm tartışmaları, konuyu genel olarak teknolojik inovasyona ve ekonomik altyapının, yatırımları arzu edilen hıza göre koşullamasına indirger. Oysa düşük karbon ekonomisine geçiş, birçok çelişkiyi ve karmaşık sosyal ilişkiyi içinde barındıran bir süreçtir. Huber (2009), kapitalizm için fosil yakıtların oynadığı merkezi rolü, bunun bir kapitalist üretim tarzı olması ile ilişkilendiriyor. Marx, kapitalist üretimin tarihsel olarak ortaya çıkışını, bir sosyal ilişkilenme biçimi olarak ücretli emeğe bağlıyordu. Üretim araçlarına sahip olan kapitalistler emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan işçilere, kapitalist üretim ise bir tarihsel süreç olarak proleterleşmeye muhtaçtı. “Emek süreçleri üzerine yaptığımız tüm incelemeler, üretici güçlerdeki gelişmenin, tarihin o anında üretimdeki sosyal ilişkilerle nasıl belirlendiğini açıklamaya çalışmak zorundadır.”10 Dolayısıyla Huber; kapitalizmin fosil çağdan çıkışına dair bir konsept oluşturabilmek için, öncelikle gücünü fosil yakıtlardan alan bir ekonomiye ve bununla birlikte gelişen endüstriyel kapitalist topluma ne tür ihtiyaçların sonucunda ve nasıl geçiş yapıldığını anlamak gerekir, diyor.

Endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışından önce, köleci ve feodal çağlarda üretim büyük ölçüde insanlardan ve hayvanlardan sağlanan kas gücüne dayanıyordu.

19. yüzyılda yaşanan büyük dönüşüm ile üretimin odağındaki kas gücü, yerini fosil enerjiye ve makinelere bıraktı. Böylelikle emek, üretimi sağlayan fiziksel güç konumundan özgürleşti ve üretim kapasitesini artıracak kalifiye işgücünün oluşmasının yolu açıldı.11 Ortaya çıkan yeni tipteki fabrika düzeni büyük ölçüde kömür enerjisine ihtiyaç duyuyordu. Buna bağlı olarak madencilik büyük ve stratejik bir iş kolu haline geldi. Fosil yakıtların, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk dönemde yaygın olan su değirmenlerine göre en önemli avantajı, enerjiyi mobil hale getirebilmesiydi. Bu sayede fabrikalar kentlerde organize edilebiliyordu ve işçileri üretim sürecine dâhil etmek kolaylaşıyordu.12

Elmar Altvater “Fosil Kapitalizmin Sosyal ve Doğal Çevresi” başlıklı makalesinde fosil enerjinin, diğer enerji kaynaklarına kıyasla kapitalist birikim sürecinin ihtiyaçlarına mükemmel bir şekilde uyum sağladığını belirtiyor. Enerjinin taşınabilmesi ile birlikte kapitalist üretimin dünyayı sarmasının önü açılıyor, küçük atölyeler giderek büyük birer kapitalist yapıya dönüşüyor, böylece üretim, tüketim ve taşıma esnek bir hale geliyordu. Ayrıca enerjiyi konsantre ve mobil halde elde etmenin, günün yirmi dört saatini üretim için planlama, zaman ve mekânı birikim süreçlerinin ihtiyaçları doğrultusunda kullanma gibi önemli avantajları vardı. 13 Ortaya çıkan ekonomik büyüme ve birikim sayesinde artık “milletlerin zenginliği”nden bahsetmek mümkündü. Kapitalizm doğal koşullara bağlılıktan ve onların sınırlamalarından kurtulmuştu. “Fosil enerjinin kapitalist sistem için sağladığı bu avantajlar, onu vazgeçilmez ve eşsiz kıldı.”14 Endüstri devrimi ile 18. yüzyılın sonuna kadar yaklaşık yıllık yüzde 0,2 olan ekonomik büyüme, yüzde 2 seviyesine sıçradı ve dünya nüfusu artmaya başladı. “Fakat endüstri devriminin ardından, üretkenlikteki ve buna bağlı olarak göreli artı değer üretimindeki muazzam artış nedeniyle ekonomik büyüme nüfus artışından bağımsızlaştı.”15 Ülkeler arasındaki gelir önceden birbirine yakınken, endüstri devrimiyle birlikte fakir ve zengin milletler arasındaki makas giderek açılıyordu.

Fosil yakıtların beslediği endüstriler hâkim konuma gelmeden önce taşımacılık ve uluslararası ticaret oldukça basit koşullarda, yayan, at arabaları veya suyollarıyla gerçekleştiriliyordu. Fosil yakıtlarla birlikte tren sistemleri hızla gelişti ve kömürle çalışan buhar motorları gemilere entegre edilmeye başlandı. Bu sayede deniz taşımacılığının hem maliyeti inanılmaz ölçülerde azalıyor, hem de yolculukların hızı artıyordu. ABD’de bu gelişmeler sayesinde Iowa ve New York’taki buğday fiyatlarındaki fark 1870 ile 1914 yıllarında yüzde 69’dan yüzde 19’a geriledi. Amerika ve Avrupa arasındaki gemi seyahatlerinin süresi ise beş haftadan 12 güne düşmüştü.16

Huber, fosil yakıtlar ekseninde gelişen sistemi bir kapitalist üretim tarzı olarak tanımlarken, ürünlerin dolaşımını ve taşımacılığı bunun önemli bir parçası olarak gördüğünü söylüyor. Fosil yakıtlar neredeyse girdikleri her kapitalist süreci radikal bir biçimde dönüştürdü. Önce kömür, ardından daha enerji-yoğun ve taşıması daha kolay olan petrol, 19. yüzyıl kapitalizmi için tarihsel bir kopuşu temsil ediyordu. Bu arka planla düşünürsek, var olan enerji sistemine ve fosil ekonomisine alternatifler oluşturmak, aynı zamanda iki yüzyıldır girift bir şekilde gelişmekte olan kapitalist ilişkiler bütününü yeniden tanımlamaktan geçiyor. Bu noktada dönüşüm için dayanmamız gereken temel şey, fosil yakıt kapitalizminin iç çelişkileri.

Bir Yol Haritası Var mı?

Buradan IPCC’nin küresel sıcaklık artışını 1,5°C içinde tutmak için fosil yakıtlardan kaynaklanan emisyonu önümüzdeki 10 yılda yarı yarıya azaltmak zorunda olduğumuz tespitine geri dönelim. Gerçekten Paris Anlaşmasıyla altına imza atılmış büyük bir dönüşümün arifesinde miyiz? Hükümetler böylesi bir değişiklik için hazırlık yapıp, adımlar atıyor mu?

Aralarında Birleşmiş Milletler Çevre Programı UNEP’in de olduğu bir dizi araştırma enstitüsü 2019 yılında yayınladıkları “Üretim Uçurumu: Ülkelerin planlanan fosil yakıt üretimi ve küresel ısınmayı 1,5 ya da 2°C’de sınırlı tutmak için gerekli olan küresel üretim arasındaki tutarsızlık” başlıklı raporda hükümetlerin dönüşüm planlarını inceliyor.17 Rapor, hükümetlerin 2030 yılına kadar yaptıkları üretim planlarında ısınmayı 2°C ile sınırlandıracak senaryonun gerektirdiğinden yüzde 50, ısınmayı 1,5°C ile sınırlandıracak senaryonun gerektirdiğinden yüzde 120 daha fazla fosil yakıt kullanmayı öngördüğünü söylüyor. En büyük açı farkını gördüğümüz enerji kaynağı ise kömür. Hükümetler 2°C senaryosunun gerektirdiğinden yüzde 150, 1,5°C senaryosunun gerektirdiğinden yüzde 280 daha fazla kömür tüketmeyi planlıyor. Petrol ve doğal gaz için planlanan yatırımlar da arzu edilen hedeflerin çok üzerinde. Bu çelişkili durumun temel nedeni olarak, emisyon azaltım planları ile üretim planları arasındaki uyumsuzluk gösteriliyor. Raporda incelenen yedi büyük fosil yakıt üreticisi ülke (Çin, ABD, Rusya, Hindistan, Avustralya, Endonezya ve Kanada) ile iddialı dönüşüm hedefleri olan üç büyük üretici ülke (Almanya, Norveç ve İngiltere) fosil yakıt üretimini çeşitli şekillerde desteklemeyi sürdürecekler. Bu destek, kaynak arayışına ve üretimine izin verilmesiyle, doğrudan yatırımlarla, araştırma ve geliştirme fonlarıyla, vergi harcamalarıyla ve teşviklerle gerçekleştirilecek. Bu bulgular bize fosil yakıtlara göbekten bağlı olan kapitalist ekonomileri dönüştürmenin ne denli zor, hatta imkânsız olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Kapitalist ekonomilerden fosil yakıt endüstrisini yok etmelerini istemek, kangren olmuş bir hastaya kendi bacağını kesmesini söylemek gibi bir şey. Elbette bunu yapabilen bir kişi çıkabilir, ancak insanların genel eğilimi, ne yapıp edip bacağını kesmeden hayata devam etmeye çalışmak olacaktır.

David Harvey (2011), sermayenin dolaşımını ve birikimini engelleyen her şeyin kapitalizm için bir tehdit teşkil edeceğinin ve bunun sistemik bir krize yol açabileceğinin altını çiziyor. Harvey’in verdiği örneklerden biri ücretlerle ilgili:

Piyasada yeteri kadar işgücü olmadığı veya işçilerin çok iyi örgütlendiği bir durum, sermayenin serbest dolaşımı önünde engel yaratabilir. Ücretler, böylesi bir durumda kârın düşmesi pahasına yükselecektir. Ücret artışları, iş sözleşmesinin koşulları (çalışma gününün, haftasının ve çalışma yaşamının uzunluğu) ve sosyal yardım (sosyal ücret) için verilen sınıf mücadelesinin uzun tarihi, sermaye birikimini sınırlandırma potansiyelinin ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor. Bu çelişki 1960’ların sonlarında kapitalizmin önemli merkezlerinde ortaya çıkmıştı ve hâlihazırda ne yollarla yaptığını açıkladığım üzere, kapitalizm 1980’lerin ortasında bunun üstesinden gelmişti. Fakat yine de şunu tekrar belirtmem gerekir: Sermayenin emek problemi, sermayenin sınırların ötesine akmasının önündeki engelleri kaldıran finansal inovasyonlar olmadan çözülemezdi.18

Fosil yakıtların sınırlı olması (Altvater fosil yakıt kaynaklarının 40 yıl içinde tükeneceğini ileri sürüyor) ve küresel ısınma nedeniyle ortaya çıkan içsel çelişki, sermayenin dolaşımı önünde buna benzer bir krizi tetikleyecektir.

Kapitalizmin yarattığı mekanizmalar iklim krizinin üstesinden gelmek için gerekli olan araçları bize sunmuyor. Altvater’in dediği gibi, birikimin ve üretimin önündeki ekolojik engeller, kapitalist muhasebe mantığında sadece üretim ve dağıtım maliyetlerini artıran unsurlar olarak var.19 Üretimin toplum ve doğa üzerinde yarattığı maliyet, şirketlerin karar alma mekanizmaları için önemsiz, çünkü bunlar hesaplarda yer almayan ‘dışsallıklar’. Eğer tersi olursa, yani doğanın taşıma kapasitesi iyice aşılır ve üretim faaliyetleriyle doğaya verilen zarar şirketlerin maliyet hesaplarına eklenmek durumunda kalınırsa, bu sefer de firmaların kârlılığı düşecek, birikim süreci zarar göreceği için, kapitalizm kaçınılmaz olarak sistemik bir krizin içine sürüklenecektir.

Altvater, ortaya atılan emisyon ticareti gibi dışsallıkları ortadan kaldırma veya ‘temiz kalkınma mekanizması’ gibi, gelişmekte olan ülkelerde düşük karbon yatırımlarının desteklenmesine dönük mekanizmaların gerçekçi çözümler olmadığını vurguluyor. Çünkü bunlar “çevreden çok finans endüstrisine hizmet etmesi için tasarlanmış araçlardır.”20 Elimizde (en azından benim bildiğim kadarıyla) bu mekanizmaların işe yaradığına ve düşük karbon ekonomisine geçişe ön ayak olduğuna dair bir ipucu yok. Bunun da bir uzantısı olarak, gelişmekte olan ülkeler, fosil yakıt kapitalizminin hegemonyası altındaki dünyada, var olan birikim mekanizmalarını yeniden üretmek, aslında toplumsal yıkım yaratan enerji projelerinden toplumsal refah beklemek gibi beyhude çabaların içine giriyor.

Bireyler Olarak Ne Yapabiliriz?

Önceki bölümde üzerinde durduğumuz gibi, kapitalizm, fosil yakıtlar sayesinde elde ettiği üretkenlik artışına çok şey borçlu. Enerji kaynaklarının azaldığı ve enerji güvenliği için rekabetin arttığı bir dünyada devletlerin ve büyük şirketlerin ağırlığı giderek artıyor. ABD’nin ve diğer önde gelen kapitalist devletlerin petrol kaynakları üzerinde mutlak bir askeri ve ekonomik hâkimiyetleri var. Böylesi bir hâkimiyet nedeniyle rekabette avantajlı olan ülkelerin kendi kendilerine bu üstün konumdan vazgeçmelerini beklemek oldukça iyi niyetli ve naif bir düşünce, fakat maalesef böylesi bir kendiliğinden dönüşüm mümkün görünmüyor. Tam aksine, günümüzde üretim, insan ve canlı yaşamını mümkün kılan doğal sistemlerin giderek geri dönülmez zararlar görmesi pahasına yapılıyor ve ‘dünyanın uzak yerlerinde’ küresel ısınmadan kaynaklı felaketlerin yaşanması, eşitsiz petrol hiyerarşisinin tepesinde yer alan ülkelerin pek de umurunda olmuyor.

Kapitalizmin giderek çığırından çıktığı bir ortamda alternatif tüketime ve dayanışma ekonomisine yönelmek, iklim adaleti hareketinde birçok aktivist için yapılması gereken en temel şey. Yeni tipte gıda kooperatifleri ve enerji kooperatifleri yaratmak, daha çok tüketimi değil, ekolojik üretimi teşvik eden kolektif şirketler açmak, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirerek doğaya zarar veren ürün ve enerji türlerini tercih edilmez hale getirmek, yerel toplulukları canlandırmak, genel olarak ekonomiyi insanileştirmek gibi kulağa ilk planda hoş gelen işler yapan çok sayıda alternatif hareket, inisiyatif var. Fakat bugün odaklanmamız gereken şey, bu gibi küçük ve yerel zaferler kazanmak değil. Kapitalizm içinde adalar yaratamayız. Bilhassa iklim krizinin kasıp kavurduğu bir dünyada, bu tür adaların geçici zafer hissi vermek dışında bir işlevi olamaz. Kuraklık ve çölleşme dönüp dolaşıp sizin köy komününüzü de vuracaktır. Fosil yakıt endüstrisinin tetikleyeceği bir kriz ortamında yurttaşlar pahalıya mâl olan ekolojik ürünleri almak için para bulamayabilir.

Bugün yapmamız gereken asıl şey, kolektif eylemi temel alan ve kapitalizmin can damarı olan fosil yakıt endüstrisini derhal durdurmayı önüne koyan bir hareketi inşa etmek, toplumun geniş kesimlerini bu hareketin argümanlarına kazanmaktır. Fosil yakıt kapitalizmine ancak küresel direniş hareketinin inşası ile bir son verebilir, ve yenilenebilir enerji devrimini gerçekleştirebiliriz. Kapitalizmin bize dayattığı sosyal ve ekonomik normları yıkabildiğimiz ölçüde, kâr için değil insan için üretimi hayata geçirmemiz mümkün olacaktır.

Dipnotlar:

1 Drupp vd., 2020.

2 Daly, 2005.

3 a.g.e.

4 Edenhofer vd.,

5 Olivier ve Peters, 2018, s.

6 IEA – International Energy Agency, 2019a, 7.

7 IEA – International Energy Agency, 2019b

8 Masson-Delmotte, 2018, s.

9 Irfan, 2018.

10 Huber, 2009, s. 108.

11 a.g.e., s. 108.

12 a.g.e., s. 111.

13 Altvater, 2006, s. 41.

14 a.g.e., s. 42.

15 a.g.e., s. 42.

16 Huber, 2009, s. 112.

17 SEI vd., 2019.

18 Harvey, 2011, s. 8.

19 Altvater, 2006, s. 48.

20 a.g.e., s. 48.

Kaynakça

Altvater, E., 2006, “The social and natural environment of fosil capitalism”, Coming to terms with nature, der. Panitch, L. ve Leys, C., Merlin, London, s. 37–60.

Daly, Herman E., 2005, “Economics In A Full World”, Scientific American (September 2005), 293, s. 100-107, doi:10.1038/scientificamerican0905-100

Drupp, Moritz A. vd., 2020, “Between Ostrom and Nordhaus: The research landscape of sustainability economics”, Ecological Economics, Volume 172. doi:10.1016/j.ecolecon.2020.106620

Edenhofer vd., 2014, Climate Change 2014: Mitigation of Climate Change. Contribution of Working Group III to the Fifth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, Der.

Edenhofer vd. Cambridge University Press, Cambridge, United Kingdom and New York, NY, USA.

Harvey, D., 2011, “Roepke Lecture in Economic Geography-Crises, Geographic Disruptions and the Uneven Development of Political Responses”, Economic Geography, 87(1), 1–22. doi:10.1111/ j.1944-8287.2010.01105.x

Huber, M. T., 2009, Energizing historical materialism: Fossil fuels, space and the capitalist mode of production. Geoforum, 40(1), 105–115. doi:10.1016/j.geoforum.2008.08.004

IEA – International Energy Agency, 2019a, Global Energy and CO2 Status Report – The Latest Trends in Energy and Emissions in 2018, International Energy Agency

IEA – International Energy Agency, 2019b, World Energy Balances 2019 https://www.iea.org/data-and-statistics? country=WORLD&fuel=Energy%20consumption&indicator=Total%20 final%20consumption%20(TFC)%20by%20sector

Irfan, Umair, 2018, “Report: we have just 12 years to limit devastating global warming”, Vox, https://www.vox. com/2018/10/8/17948832/climate-change-global-warming-un-ipcc-report (Erişim tarihi: 04.04.2020)

Masson-Delmotte, V. vd,. 2018, Global Warming of 1.5°C. An IPCC Special Report on the impacts of global warming of 1.5°C above pre-industrial levels andrelated global greenhouse gas emission pathways, in the context of strengthening the global response to the threat of climate change, sustainable development, and efforts to eradicate poverty, IPCC. https://www.ipcc.ch/sr15/

Olivier , Jos G.J. ve Peters, Jeroen A.H.W., 2018, Trends in global CO2 and total greenhouse gas emissions: 2018 Report, Netherlands Environmental Assessment Agency, The Hague

SEI vd., 2019, The Production Gap: The discrepancy between countries’ planned fossil fuel production and global production levels consistent with limiting warming to 1.5°C or 2°C. http://productiongap. org/

SON SAYI