Marx’ın kavramları: Devrim

ALTÜST
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

Mary Smith

Marx’ın mezarı başında 1883’te konuşan Engels, Marx’ın her şeyden önce bir devrimci olduğunu söylemişti. Hayattaki temel gayesi, kapitalist toplumun ve onun meydana getirdiği devlet kurumlarının yıkılmasına şu veya bu şekilde katkıda bulunmak, önce kendi konumunun ve ihtiyaçlarının farkına varıp kurtuluşunun nasıl gerçekleşeceği konusunda bilinçlenmesi gereken modern proletaryanın özgürleşmesine yardımcı olmaktı.

Gerçekte Marx “Marksist” olmadan veya hayatını işçi sınıfına adamadan önce de bir anlamda devrimciydi: Siyasal hayatına radikal bir demokrat olarak başlamıştı ve 1840’ların başında Prusya’da veya Avrupa’da radikal demokrat olmak demek, devrimci olmak demekti. Ancak Marx’tan önce devrimci harekete, 1789-94 Büyük Fransız Devrimi’nin mirasçısı olan Jakoben gelenek egemendi. Bu gelenek, devrimi çoğunlukla orta sınıftan gelen küçük grupların, yukarıdan özgürleştirilmesi gereken “halk” adına hareket eden komplocuların giriştiği bir eylem olarak görüyordu. Ama Silezyalı dokumacıların mücadelesinin, Paris’te komünist işçilerle görüşmelerinin ve Manchester’daki dostu Engels’in etkisiyle Marx’ın 1843-44’te işçi sınıfının devrimci rolünü keşfetmesi, tamamen yeni bir şekilde devrimi aşağıdan gelen kitlesel bir özgürleşme olarak tanımlamasını sağladı.

Alman İdeolojisi kitabında (1845), sadece egemen sınıf başka türlü devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu deviren işçi sınıfı da yalnızca bir devrim yoluyla çağların pisliğinden arınabileceği ve yeni bir toplum kurmaya hazır hâle gelebileceği için devrimin gerekli olduğunu yazdı.

İşçi sınıfının içerisinde kendisini ve fikirlerini dönüştürerek “çağların pisliğinden” (ırkçılık, cinsiyetçilik, itaat, dinî hurafeler ve kinler) kurtulduğu ve böylece kendisini toplumu yönetmeye hazır hâle getirdiği kitlesel bir mücadele olarak devrim fikri, özel olarak Marksistti ve bugün de öyledir. Bu düşünce, felsefî ve siyasal anlamda büyük bir önem taşır.

Yine 1845’te yazılmış olan Feuerbach Üzerine Tezler’de Marx şöyle yazar:

“Koşulların değiştirilmesine ve eğitime dair materyalist öğreti, koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğitmenin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. Bu nedenle toplumu iki bölüme –birine toplum üstü bir konum verecek şekilde– ayırmak zorunda kalır. Koşulların değişmesi ile insan etkinliğinin veya öz değişiminin örtüşmesi ancak devrimci pratik olarak kavranıp doğru anlaşılabilir.”

Avrupa’da 1848 devrimlerinin yenilgiye uğramış olduğu 1850’de Komünist Birlik’in üyeleri olan Willich ve Schapper bir ordu kurup Almanya’yı işgal etmek için plan yaparak devrimi sunî bir şekilde yeniden canlandırmak istediklerinde Marx’ın tepkisi onların “devrimin temel unsuru olarak somut koşulları değil iradeyi” gördüklerini söylemek oldu:

“Biz işçilere diyoruz ki: Eğer şartları değiştirmek ve kendinizi yönetmeye hazır hâle getirmek istiyorsanız, bunun için on beş, yirmi, elli yıllık iç savaşlara katlanacaksınız. Şimdi ise işçilere şu deniliyor: İktidara hemen gelmeliyiz, gelmeyeceksek bari eve gidip uyuyalım.”

Marx irade gücüyle devrim yapılamayacağında ısrarlıydı. Kasım 1850’de şöyle yazdı:

“Burjuva toplumun üretici güçlerinin burjuva toplumu çerçevesinde mümkün olduğu kadar hızlı gelişmesine izin veren ve şimdi yürürlükte olan genel refah karşısında gerçek bir devrim asla söz konusu olamaz… Yeni bir devrim ancak yeni bir krizin sonucu olarak mümkün olacaktır, fakat bir krizin yaklaşmakta olduğu da en az bunun kadar kesindir.”

Devrimin genel tarihsel önkoşullarını 1859’da şöyle özetledi:

“İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddî üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddî varlık koşulları eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.”

Ancak, Marx’ın döneminde harekette son derece yaygın olan ve Fransız devrimci Auguste Blanqui ve Rus anarşist Bakunin’de örneklerini gördüğümüz iradeci komploculuğa karşı koymak için gerekli olan, maddî önkoşullara ve nesnel şartlara yapılan vurgu, devrim bir kez patlak verdiğinde Marx’ın ona karşı edilgen veya kaderci bir yaklaşım gösterdiği anlamına gelmez. Aksine 1848 Devrimleri ve Paris Komünü deneyimi ona devrimlerin enerjik ve canlı eylemlerle korunması gereken bir ivmesi olduğunu göstermiştir.

“Oysa ayaklanma, -savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar- bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yol açan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda göz önünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların özlüğünden mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamamak. Ayaklanma, değerleri hergün değişebilen çok belirsiz değerlerle ile yapılan bir hesaptır; düşman güçler her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, en bü­yük kararlılık ile ve saldırgan biçimde davranmak. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada, birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği morali yükselterek sürdürün; her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı öğeleri böylece kendi yanınıza alın; devrimci siyasada bugüne kadar bilinen en büyük usta olan Danton ile birlikte: de l’audace, de l’audace, encore de l’audace (Cüret, cüret, daha fazla cüret) diyerek düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan, önünüzden kaçmaya zorlayın.”

Daha sonra Marx, en tutkulu destekçisi olduğu 1871 Paris Komünü’nü Fransa Merkez Bankası’nın kontrolünü ele geçirmediği, belirleyici anda Versay’daki karşıdevrimci karargâhın üzerine yürüyerek inisiyatifi ele almadığı ve Komün’ün Merkez Komitesi iktidarı seçilmiş Komün temsilcilerine çok çabuk devrettiği için eleştirdi:

“Hemen Versay üzerine yürümeleri gerekirdi. Ellerine geçen bu fırsatı sırf vicdanî nedenlerle kaçırdılar. Sanki şu pis Thiers cücesi, Paris’i silahsızlandırma girişimi ile iç savaşı zaten başlatmamış gibi, bizimkiler iç savaşı kendileri başlatmama kaygısına düştüler. İkinci hata: Merkez Komitesi, yerini Komün’e bırakmak amacıyla, elinde olan gücü çok çabuk bıraktı. Bu da yine o ‘onurlu’ vicdan inceliğinden oldu!”

Marx’a göre sosyalist devrimin büyük hedefi işçi sınıfının sosyal ve ekonomik özgürleşmesiydi:

“Enternasyonal, bütün biçimleriyle köleliğin, her türlü toplumsal sefaletin, zihinsel çöküşün ve siyasal bağımlılığın temelinde, çalışanların, iş araçlarını, yani yaşam kaynaklarını tekelinde bulunduranların iktisadî boyunduruğu altına girmelerinin yattığını, işçi sınıfının iktisadî kurtuluşunun, bu nedenle, her siyasal hareketin, bir araç olarak, tâbi olması gereken büyük amaç olduğunu ilan eder.”

İşçi sınıfı “siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak için, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proleteryanın elinde merkezîleştirmek için” kullanmalıydı.  

Marx bunu başarmak için siyasal bir mücadele yürütülmesi gerektiğinde ısrarlıydı. Proleterya siyasal iktidarı ele geçirmeliydi ve bu da işçilerin siyasal partisinin kurulmasını gerektiriyordu:

“İşçi sınıfı kendisini, mülk sahibi sınıfların kurduğu ve sahip olduğu tüm partilerden ayrı ve onlara karşı olan, siyasal bir parti olarak örgütlemedikçe, mülk sahibi sınıfların kolektif iktidarına karşı bir sınıf olarak mücadele edemez. İşçi sınıfının kendisini siyasal bir parti olarak örgütlemesi sosyal devrimin başarısını ve nihaî amacını –sınıfların ortadan kaldırılmasını– güvenceye almak için zaruridir.”

Peki, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesi tam olarak ne anlama geliyor? Sosyal demokratların ve reformistlerin yüz yıldan uzun süredir düşündüğü gibi yalnızca seçimleri kazanıp hükümet olmaktan mı ibaret? Yoksa ayaklanma yoluyla devleti ele geçirmek anlamına mı geliyor? Bu sorular gündeme kapitalist devletin doğası sorununu getiriyor. Marx’ın bu konudaki düşünceleri önemli bir gelişim göstermiştir; bu gelişim onun devrim kuramının can alıcı bir bölümünü oluşturur.

Marx en başından beri, devlet hakkında egemen söyleme, yani devletin sınıfların ve onların çatışan mücadelelerinin üzerinde yer alan tarafsız bir yapı olduğu ve bir bütün olarak toplumun çıkarlarını temsil ettiği düşüncesine karşı çıktı. Erken dönem eserlerinden olan Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde devleti hiyerarşik, bürokratik bir yapısı olan ve asalak bir şekilde gelişen, nüfusun geniş kesimlerini kontrol ederken çoğunluğun çıkarlarına karşı çıkan bir yapı olarak görüp eleştirdi. Komünist Manifesto’da şöyle yazıyordu:

“Burjuvazi, en sonunda, modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana, modern temsilî devlette siyasal egemenliği tamamıyla ele geçirdi. Modern devlette yürütme, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”

Yine Komünist Manifesto’da “işçi sınıfı devriminde ilk adım, proleteryayı egemen sınıf durumuna getirmektir” diye belirtir. Ancak bu aşamada henüz Marx bu genel ifadelerin pratikte ne anlama geldiğini tam olarak açıklayamamaktadır. 1848 Devrimleri’nin ardından, 1852 yılında “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proleterya diktatörlüğüne varacağını” yazdı. Ancak bunun kurumsal anlamda ne demek olduğu hâlâ belli değildi.

Marx’ın bunu netleştirmesini sağlayan –her ne kadar tek bir şehirde gerçekleşse ve yalnızca 74 gün sürse de– işçi iktidarının ilk tarihsel örneği olan Paris Komünü deneyimi oldu. Paris Komünü her şeyden önce “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasına hemen el koyup onu kendi amaçları için kullanamayacağını” göstermiş oldu. Komün tarafından planlanan veya uygulanan önlemler bir işçi iktidarının neye benzeyeceği konusunda daha somut bir fikir veriyordu. Burada Fransa’da İç Savaş’tan uzunca bir alıntı yapmak gerekiyor:

“Paris’in dayanabilmesinin tek nedeni kuşatma dolayısıyla orduyu dağıtarak yerine çoğunluğunu emekçilerin teşkil ettiği bir Millî Muhafız Birliği’ni koymuş olmasıdır. Bu olgu şimdi bir kurum haline getirilecekti. Bundan dolayı Komün’ün ilk kararı, devamlı ordunun kaldırılması ve yerine silahlı halkın konması oldu.

Komün, şehrin çeşitli bölgelerinde genel oy hakkı ile seçilen, sorumlu ve azli kısa bir devrede mümkün belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Üyelerinin çoğu doğal olarak emekçiler veya işçi sınıfının tanınmış temsilcileriydiler. Komün, parlamenter bir kuruluş değil, hem yürütme hem de yasama görevi olarak çalışan bir kuruluş olacaktı.  Polis, Merkezî Hükümetin bir aracı olmaya devam edeceği yerde, elinden siyasî nitelikleri alınarak, Komün’ün sorumlu ve her an azli mümkün bir aracı haline getirildi. İdarenin diğer dallarındaki memurlara da aynı şey uygulandı. Komün üyelerinden başlayarak aşağıya doğru kamu hizmetleri, emekçi ücretleri seviyesinde ücretlerle yapılacaktı. Devletin yüksek rütbeli memurları, kazanılmış hakları ve temsilcilik ödenekleri ile beraber ortadan kaldırıldılar. Kamu işlevleri, Merkezî Hükümetin aletlerinin özel mülkiyeti olmaktan çıktılar. Belediye idaresi ile beraber şimdiye dek devlete ait olan bütün meşru haklar Komün’ün ellerine teslim edildi.

Eski hükümetin maddî güç unsurları olan devamlı ordu ile polisi kaldırdıktan sonra Komün, mülk sahibi kurumlar olarak kiliselerin dağıtılması ve vakıflarının geri alınması işine girişti. Bu şekilde “rahip gücünü”, yani manevî baskı gücünü kırmış oluyordu. Rahipler, önceleri Havarilerin yaptığı gibi müminlerin sadakalarıyla geçinmek üzere özel hayatın derinliklerine gömüldüler. Eğitim kurumlarının tümü, kilise ve devlet müdahalesinden temizlenmiş olarak halka parasız açıldı. Bu şekilde herkes için eğitim olanağı sağlanmış olmakla kalmadı; aynı zamanda bilimin kendisi de sınıfsal önyargıların ve devlet gücünün üzerine yüklediği zincirlerden kurtulmuş oldu.

Adlî memurlar, birbirini izleyen hükümetlere (ki onlar, bu hükümetlere defalarca bağlılık yeminleri edip bozmuşlardır) miskince bağlılıklarını örtmekten başka işe yaramayan sahte bağımsızlıklarını kaybediyorlardı. Diğer kamu görevlileri gibi, sulh yargıçları ve yargıçlar seçimle göreve gelecek, sorumlu sayılacak ve azilleri mümkün olacaktı.”

Bu olağanüstü metin, bugüne kadar geçerliliğini koruyan Marksist devrimci hükümet görüşünün temelini teşkil ediyor. Özellikle üç ilke öne çıkıyor: Tüm temsilcilerin geri çağrılabilir olması, ortalama bir işçi ücreti almaları, kilise ve devletin ayrılması.

Çeviren: OD

AltÜst Sayı 27

SON SAYI