Çeviri: Roni Margulies ve Tarık Kaya
Rusya’nın toplumsal yapısının niteliği sosyalistlerin gözardı edemeyecekleri bir konu. Bizler ne zaman kurtuluşun sosyalizmde olduğunu öne sürsek, hemen Rusya deneyiminin örnekleri yüzümüze çarpılır: Gulag Takımadaları’ ndaki “sosyalist” köle kampları, 1968 Çekoslovakya’sındaki “sosyalist” tanklar, “dünyayı zincirlerinden kurtarmak için” Kula yarımadasında hazır bekleyen “sosyalist” bombardıman uçakları, Afganistan’daki “sosyalist” silahlı helikopterler, bugün Doğu Avrupa’da bağımsız sendikalara üye olan işçilerin “sosyalist” hapishanelere tıkılması, vb. Bu sorunlarla yüzleşebilmek sosyalistler için acil bir gereklilik. Ciddi bir marksist değerlendirme Rusya’nın sosyalist olduğunu ya da hiç olmazsa sosyalizm yolunda ilerleyen, kapitalizmden daha üstün bir toplumsal örgütlenme biçimi olduğunu gerçekten iddia edebilir mi? Edebilirse, bundan böyle marksizmin sözünü etmek bile boşuna olacaktır, çünkü marksizm çalışan insan kitlelerinin kurtuluşunun teorisi olma özelliğini yitirmiş demektir.
Biz böyle düşünmüyoruz. Günümüz Rusya’sının ve Marks’ın kapitalizm analizinin dikkatli bir incelemesi, Rusya’nın yapısının sosyalizm değil, devlet kapitalizmi olduğunu gösterecektir. Rusya, Batı toplumlarından daha üstün bir toplumsal düzen değil, aynen onlar gibi emperyalist ve kapitalist bir güçtür. Tek tük reformların gerçekleştirilmesi bir toplumu sosyalist kılmaz; aynen Batı toplumları için geçerli olduğu gibi, Rusya’da da egemen sınıfı ve bu sınıfın egemenliğini koruyan tüm yapıyı devirecek tastamam bir işçi devrimine gerek var.
Bunun niye böyle olduğunu görmek için, günümüz Rusya’sına bir göz atarak başlamak gerek.
Günümüz Rusya’sı işçi devleti mi?
Rusya’da bugün işçiler ne üretim üzerinde ne de devlet üzerinde herhangi bir denetime sahip değiller. Üretim üzerinde işçi denetiminin son kalıntısı olan Troika 1929’da feshedildi. Bunun yerine getirilen işyeri yöneticisinin emirleri bundan böyle “altındaki idari personel ve tüm işçiler için koşulsuz olarak bağlayıcı” oluyordu. Aynı tarihte, sendikaların elinden tüm işlevleri ve özellikle de ücretler konusunda pazarlık etme yetkileri alındı. Yurtiçi pasaport sistemi yürürlüğe sokuldu ve 1930’da tüm sanayi işletmelerinin bir önceki işinden izinsiz olarak ayrılmış işçileri işe almaları yasaklandı. Stalin’in işçi sınıfına karşı terör kampanyasının 1930’larda ivme kazanmasıyla birlikte, zorla çalıştırma ve köle emeği muazzam boyutlarda yaygınlık kazandı. Rus yetkililerinin de adeta alay edercesine belirttikleri gibi: “SSCB’nin sosyalizm dönemine girmesiyle birlikte, ıslah edici iş yaptırmak üzere zor kullanma olanağı ölçülemeyecek oranda artmıştır”.
Rusya’da devlet, üretim araçlarının mülkiyetine sahiptir. Ancak, devletin sahibi kimdir? Açık ki, işçiler değil! Teorik olarak, Rus devletinin işyerlerinden seçilen delegelerin oluşturduğu sovyetlerin birliği olması gerek. Gerçekte ise, işçi konseyleri bir yana, herhangi bir bağımsız işçi girişimi yaratmak için harcanan her türlü çaba derhal bastırılmakta ve karşısında hep aynı aşırı baskı yöntemlerini bulmakta. Stalin’in uşağı Kirov’un dosdoğru öngördüğü gibi: “Fabrikalarda ve köylerde gerekli disiplini gösteremeyenlere ve planı uygulamakta başarısız kalanlara karşı acımasız olacağız”. Binlerce işyeri yöneticisi işçilerine yeterli baskıyı uygulamadıkları için hapishanelere dolduruldu. Durum böyleyken, kendi adına iktidar talep edecek kadar ileri giden işçilerin kaderini tahmin etmek zor olmasa gerek! Örneğin, 1953’te kamplarda köle olarak çalıştırılan yüzlerce işçi, yetkililerin genel af vaadini yerine getirmemeleri üzerine grev yaptıklarında kurşunlanarak öldürüldüler. Bu olaydan önce ve sonra da defalarca yinelenen bu vahşi tepki, bu örnekteki taleplerden daha öte talepler öne süren işçilerin başına neler geldiğini tahmin etmemize de yardımcı oluyor.
Burjuva parlamenter ölçülerle bile bakıldığında, ‘Sovyet’ rejimi tümüyle bir yalan: Seçimler aldatmacadan ibaret ve ‘Yüksek Sovyet’in bile gücü gerçek değil, göstermelik bir güç. Örneğin, 5 ve 7 yıllık planların ve dış siyaset alanında gerçekleştirilen köklü değişikliklerin tümü, ancak uygulamaya konulduktan sonra sözde devletin en yüksek organı olan Yüksek Sovyet’te görüşülmüştür! Bu organ için yapılan ‘seçimler’de bir seçim bölgesinde hiçbir zaman birden fazla aday olmamıştır (üstelik adaylar merkezden tayin edilir) ve bu adaylar hiçbir zaman %93’ün altında oy almamışlardır. Ancak, zaman zaman (1947’de Stalin gibi) %100 oy ‘aldıkları’ bilinir! Sonuç olarak, devlet üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmakla birlikte, işçilerin devlete sahip olduğunu düşünmek anlamsız olur.
Kapitalizm: Kendini sürekli dönüştüren bir süreç
Öyleyse, Rusya’daki toplumsal yapıyı nasıl tanımlamalı?
Belli ki sosyalizm değil ve, yine belli ki, genellikle Batı’da olduğu gibi birbirleriyle rekabet eden özel sermaye sahipleri de yok.
Önce kapitalizmin ne olduğuna bir bakalım. Bir tanımlama yapmaya giriştiğimizde karşımıza bazı güçlükler çıkıyor. Bunun nedeni, kapitalizmin sabit bir nesne değil, sürekli devinim halinde olan bir süreç olması. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında kapitalizm, genel olarak, serbest piyasaya ve bağımsız işletmelerde ücretli emekçilerin gerçekleştirdiği üretime dayalı bir sistemdi. Fakat bu, her zaman böyle olagelmiş değildi. Örneğin, İngiltere’de kapitalizm 17. ve 18. yüzyıllarda kısmen köle emeğine ve sömürgelerde yağmacılığa dayalı bir sistem
olarak ortaya çıkmıştı. Ticaret de bu çıkışın bir parçasıydı, fakat yaygın devlet müdahalesine ve serbest piyasanın yadsınmasına dayalı bir ticaret söz konusuydu. Kapitalizmin doğuş dönemini incelerken, Marks sadece ücret sisteminin gelişmesini vurgulamakla kalmaz, aynı zamanda şunlara da dikkati çeker: “Amerika’da altın ve gümüş bulunması; yerli halkın imhası, köleleştirilmesi ve maden ocaklarına tıkılması; Doğu Hint adalarının fethinin ve yağmalanmasının başlaması; Afrika’nın bir köle avı alanına dönüştürülmesi kapitalist üretim çağının pembe şafağını müjdeledi... Bir gün içinde büyük servetler mantar gibi türedi: İlkel sermaye birikimi tek kuruş yatırım yapılmadan sürdü”. Arz ve talep yasalarının ‘görünmez eli’ yerine, İngiltere’de “sömürgelerin, ulusal borcun, çağdaş vergilendirme yöntemlerinin ve gümrük duvarlarıyla iç pazarı korumanın sistematik bir bileşimi hüküm sürüyordu. Bu yöntemler kısmen kaba kuvvete dayanıyor (örneğin, sömürge sisteminde olduğu gibi), ancak hepsi de devletin gücünü kullanıyor”.
Bu nedenledir ki Marks şu uyarıda bulunur: “Dolayısıyla, belli bir sermayenin özel biçimi gözden kaçırılıp sadece içeriği vurgulanacak olursa... sermaye bir ilişki olarak değil, cansız bir nesne olarak anlaşılır... (oysa)... sermaye basit bir ilişki değil, sermaye olma niteliğini her anda sürdüren bir süreçtir”. Bir süreç (ve üstelik içinde çelişkiler taşıyan bir süreç) olduğu için, sermaye geliştikçe kendini sürekli değiştirir. Anlamamız gereken, sermayenin dinamiğidir - yani değişmesinin ve gelişmesinin temelinde yatan ve süreci belirleyen ilkedir. Geçirdiği çeşitli değişimler boyunca kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmaz; çünkü temel dinamiği, yani iç motoru, hep aynı kalır. Şimdi bu konuyu daha yakından irdeleyelim.
Sermaye birikimi: Kapitalizmin gelişiminin anahtarı
Kapitalist gelişmenin tekelcilik, yağmacılık ve köleliğe dayalı ilk dönemlerini 19. yüzyılın özel mülkiyete dayalı kapitalizmine ve 20. yüzyılın tekelci devlet kapitalizmine bağlayan şey, birikim sürecinin niteliğidir. Dolayısıyla, Marks Komünist Manifesto’da kapitalizmin özelliklerini şöyle tanımlar: “Emekçi salt sermayeyi artırmak için yaşar ve ancak egemen sınıfın çıkarları gerektirdiği sürece yaşamasına izin verilir. Burjuva toplumda, yaşayan emek, birikmiş emeği artırmaya yarayan bir araçtan öte bir şey değildir. Komünist toplumda ise, birikmiş emek, emekçiyi zenginleştirmeye ve emekçinin yaşamını genişletmeye ve ilerlet-meye yarayan bir araçtan ibarettir. Dolayısıyla, burjuva toplumda bugün geçmişe tabidir, komünist toplumda ise geçmiş bugüne tabidir”.
Kapital’de Marks, kapitalizmin itici gücünü saptarken, bunu kapitalistin tüketim ihtiyacında değil, kapitalist olma niteliğini yerine getirmesi için sermaye biriktirmesi gereğinde bulur: “[Kapitalistlerin] kendi özel tüketimleri sermaye birikimine karşı işlenmiş bir soygunculuktur...
Birikim! Birikim!... Musa ve tüm peygamberler aşkına!... Öyleyse, tasarruf, tasarruf, yani artık değerin veya artık üretimin mümkün olan en büyük kesimini yeniden sermayeye çevirmek! Birikim uğruna birikim, üretim uğruna üretim...”
Daha da fazla sermaye birikimi uğruna birikim güdüsü kapitalizmin özünü oluşturur ve iki ana etmenden kaynaklanır. Birincisi, işçiler üretim araçlarından koparılmışlardır. Bir bütün olarak üretimi işçiler kontrol ediyor olsalar, üretim ihtiyaca, tüketime tabi olurdu. Birikim doğrultusunda verilen bir karar, ancak tüketimi artırmak amacıyla verilmiş bir karar olabilirdi. İkinci etmen ise, kapitalistler arasındaki rekabet. Rekabet olmasa, her bir kapitalist artık üretimi tüketmek, biriktirmek veya hatta işçilere iade etmek doğrultusunda özgürce karar verebilirdi. Kapitalisti birikime iten rekabettir; birikim yapmayan kapitalist rakip kapitalistler tarafından yok edilme tehlikesiyle karşılaşır. Bu nedenledir ki, “Rekabet, her bir kapitalistin, kapitalist üretimin mevcut yasalarını kendi dışında zorlayıcı yasalar olarak hissetmesini sağlar”
Rekabet: Kapitalizmin itici gücü
Marks’ın “Birçok sermayenin birbiriyle karşılıklı ilişkisi içinde ortaya çıkan ve gerçekleşen, sermayenin içsel doğasından öte bir şey değildir...” dediği rekabet, aynı zamanda kendi yarattığı sermaye birikimi süreci tarafından sürekli olarak kösteklenmektedir de. Çünkü bu süreç, sadece mümkün olan en fazla artığı tekrar yatırıma ayırarak değil, aynı zamanda bağımsız sermaye sahiplerinin sayısını da azaltarak, birbirleriyle çatışan sermayelerin çapını artırır. Böylelikle, rekabet sermayenin hem yoğunlaşmasına hem de merkezileşmesine yol açar. Pazarlar ve fonlar için karşılıklı rekabetleri önemli ölçüde azalmış olan tekeller ve tröstler ortaya çıkar ve tekelleşmenin ilerlediği ölçüde “sermayenin içsel doğası” da o ölçüde kösteklenmiş olur. Marks şöyle der “Dolayısıyla, bugün tek tek sermayeleri bir araya toplayan çekici güç ve merkezileşme eğilimi her zamankinden daha güçlüdür...
Sanayinin herhangi bir dalında yatırılmış olan tüm tek tek sermayeler tek bir sermaye olarak birleşse, merkezileşme son haddine varmış olur. Tüm toplumsal sermayenin ya tek bir kapitalistin elinde ya da tek bir kapitalist şirketin bünyesinde toplanması ile ise aynı sınıra tüm toplumda varılmış olur”.
Marks’ın kendi çağında, sermayenin merkezileşmesinin en yaygın yöntemi şirketlerin birleşerek tekel oluşturmaları değil, bireylerin sermayelerinin anonim şirketlerde ortak mülkiyete dönüştürülmesiydi. Bu süreç hakkında Marks şöyle der: “Bu, bizzat kapitalist üretim tarzının içinde kapitalist üretim tarzının feshedilmesidir ve dolayısıyla, görünürde, yeni bir üretim tarzına geçişin sadece bir aşamasını oluşturan ve kendi kendini çözen bir çelişkidir. Kendini böyle bir çelişki olarak göstermesi sonuçları itibarıyladır. Belli alanlarda tekeller yaratır ve böylece devlet müdahalesi gerektirir. Yeni bir finans aristokrasisi ve aracılar, spekülatörler ve göstermelik şirket yöneticilerinden oluşan yeni bir asalaklar ordusu türetir; reklamcılık, hisse sigortası, hisse senedi spekülasyonu gibi yöntemlerden oluşan koskoca bir dolandırıcılık ve hırsızlık sistemi yaratır. Bu, özel mülkiyetin denetimi olmadan özel üretimdir”.
Engels, Marks’ın bu sözlerini 1890’larda şöyle güncelleştirir:
"Marks’ın bunları yazmasından bu yana sanayi işletmelerinin yeni biçimleri gelişti... eskiden övgü vesilesi ettikleri rekabet bugün son demlerini yaşıyor ve artık rekabetin apaçık ve rezil iflasını ilan etmek gerek... bazı sanayi dallarında... rekabet yerini tekellere bıraktı."
Bu açık ve bariz sözlere rağmen, Rusya’nın mevcut ekonomik ve toplumsal yapısının taraftarları hala karşıt bir görüş savunuyorlar. Onlar, kapitalizmin gelişmesinde özel sermaye mülkiyetinin ve fiyat rekabetinin belirleyici olduğu belli bir dönemi ele alarak, böyle şeylerin günümüz Rusya’sında geçerli olmadığını ve dolayısıyla Rusya’da yeni bir toplumsal devrime gerek olmadığını iddia ediyorlar. Örneğin, Mandel bu iddiayı şöyle savunuyor:
Planlama, “üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve meta üretiminin sönümlenmeye başlaması ile ortaya çıkan özel bir üretim ilişkileri dizisidir; kolektif mülkiyet altında olan fabrikalarda bu ilişkiler çerçevesinde harcanan emek doğrudan toplumsal emek olarak anlaşılmalıdır”.
Bu görüşün mantığını kabul edecek olursak, kapitalizmin 19. yüzyıl sonlarında sona erdiği sonucuna varmamız gerekir. Erfurt Programı’nda benzer görüşler savunanlara karşı Engels’in dediği gibi: “Ben kapitalist üretimi toplumsal bir biçim, ekonomik bir sahne olarak bilirim; kapitalist özel üretimi ise bu sahnede şu veya bu şekilde gerçekleşen bir olgu olarak bilirim. Öyleyse, kapitalist özel üretim ne demektir? Tek bir işadamı tarafından yapılan üretim demektir ve bu elbette giderek istisnai bir hale gelmektedir. Bugün anonim ortaklıklar tarafından yapılan kapitalist üretim artık özel üretim değil, birçok kişinin ortak hesabına yapılan üretimdir. Tüm sanayi dallarını denetleyen ve tekeline alan Tröstlere gelindiğinde ise, bu sadece özel üretimin değil, aynı zamanda plansızlığın da sonu anlamına gelir”.
Mesaj açık: Stalinist Rusya’nın sözde ‘kapitalist olmayan’ yapısı için öne sürülen bahaneler boşuna. Bu bahanelerden çıkan sonuçlar Rusya ile sınırlı olamaz. Aynı sonuçları uygulayacak olursak, Batı ülkelerinin de çoğu bugün tamamen ya da kısmen ‘kapitalist olmayan’ yapılara sahip, çünkü bu ülkelerde de tekelleşme ve hatta sermaye birikiminde dolaysız devlet müdahalesi alabildiğine ilerlemiş durumda. Örneğin, daha 1960’larda İtalya’da devlet toplam sabit sermayenin çoğunluğundan sorumluydu; Bangladeş’te devlet ‘modern sanayi yatırımları’nın %85’ine sahip; Cezayir’de imalat, inşaat ve hizmet sektörlerinde çalışan işçilerin 1965’te %15’inin işvereni devlet iken, bu oran 1972’de %51’e çıkmış; Brezilya’da 1970’lerin ortalarında devlet tüm yatırımların %60’ının sahibiydi; İngiltere’de aynı dönemde toplam sabit sermayenin %45’i yine devletindi.19 Bütün bunlardan çıkarılması gereken sonuç, örneğin İtalya ve İngiltere’nin sanayilerinin çoğunluğunda ‘sosyalist bir ekonomik taban’ olduğu mudur? Batı’daki diğer ekonomilerin neredeyse tümünün böylesi ‘sosyalist’ bir altyapıya ‘geçiş sürecinde’ (üstelik de oldukça hızlı bir geçiş sürecinde) olduklarını mı kabul edeceğiz?
Gerçek alabildiğine farklı. Plansızlık ve özel üretim kapitalizmin gelişmesinde bir dönemdir sadece. Ama yine de, rekabet kapitalizmin ‘içsel doğası’dır. Demek ki, rekabet, özel sermayenin pazar için ürettiği metalar arasındaki fiyat rekabetinden başka biçimler de alabilmektedir.
Bu doğrultuda düşünceler marksist ekonomik teorinin bu yüzyılda en verimli gelişmelerinin, özellikle de Lenin’in ve Buharin’in tekelcilik ve emperyalizm teorilerinin başlangıç noktası olmuştur. Bu zeminden yola çıkarak Lenin ve Buharin ‘barışçıl’ rekabetin, giderek, ham maddelerin zorla ele geçirilmesi, rakip kapitalistlerin gümrük duvarlarıyla dışlanması gibi biçimlere bürünerek savaşa dönüştüğünü savunmuştur.
Rusya’nın dünyanın geri kalanından ayrı olarak değerlendirilmesi
Bu çerçeve içinde, Rus ekonomisini ve devletini nereye oturtabiliriz? Yukarıda gördüğümüz gibi, kapitalizme özgü ‘birikim uğruna birikim’ eğiliminin iki temel özelliği var:
1 - İşçilerin üretim araçlarından koparılmış olması ve
2 - Kapitalistler arasındaki rekabet.
Bunlardan birincisinin Rusya’da aşırı bir biçimde mevcut olduğu açık. Üstelik bu, totaliter bir polis devletinin alabildiğine güçlü baskı unsurları nedeniyle Rusya’da Batı’da olduğundan daha da ileri bir düzeyde.
Ya ikinci özellik? Rus ekonomisinin kendi içinde üretimin çok büyük ölçüde merkezi yönetime tabi olduğu doğru. Tek tek üretim birimleri çok nadir olarak bağımsız olmuş veya birbirleriyle rekabete girmişlerdir. Batı kapitalizminde, her bir işletmenin içinde planlama ve işbirliği çabalarının yanı sıra, işletme dış dünya ile rekabet eder. Rusya, sadece tek başına düşünüldüğünde, bu rekabet unsurunu uygulama mekanizmalarına sahip değildir.
Cliff’in sözleriyle: “Rus toplumundaki işbölümü, esas olarak, tek bir işyerindeki işbölümünün bir türüdür”.
Eğer herhangi bir kapitalist şirket, örneğin General Motors ya da IBM, dünya ekonomisinin tümünü ele geçirmeyi başaracak olsa, kapitalizm sona ermiş olurdu.
Sermayeler arasındaki rekabet sona erer ve dolayısıyla ‘birikim uğruna birikim ve üretim uğruna üretim’ de ortadan kalkardı. Bu elbette sosyalizm değil, ama yeni bir sınıflı toplum olurdu: Buharin’in sözünü ettiği endüstriyel bir “köle pazarının bulunmadığı köle ekonomisi”.
Bu, eğer dünyanın geri kalanından ayrı olarak var olması mümkün olsaydı, Rusya’nın nasıl bir şey olabileceğinin tam bir tablosunu gösteriyor - aynen bunun gibi, ama daha küçük çapta.
Rusya çevresindeki dünyadan etkilenmiyor olsaydı, artık kapitalizmin yasaları ile açıklanabilecek bir toplum olmaktan çıkardı. Rusya’daki işletmeler sermaye biriktirmek veya sermayenin organik bileşimini artırmak için birbirleriyle rekabete zorlanıyor olmazlardı. Üretimin amacı satıştan gelir elde etmek değil, kullanım değerleri yaratmak olurdu. Rusya, tüm üretim araçlarının devletin elinde bulunduğu kocaman bir şirkete dönüşmüş olurdu. Üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olması ve üretimin amacının kullanım değerleri yaratmak olması açılarından ve sadece bu iki açıdan, Rusya bir işçi devletine benziyor olurdu. Aynı zamanda, Firavunlar döneminin Mısır’ına, Asur ve Endüs vadilerinin eski uygarlıklarına da benziyor olurdu - hem de sadece bu iki açıdan değil, bizzat üreticilerin üretim süreci üzerinde hiçbir denetimi olmayan hiyerarşik bir sınıflı toplum olması açısından da.
Rusya’da devlet kapitalizminin başlangıcı
Fakat Rusya’nın dünyanın geri kalanından ayrı olması mümkün değildi elbet. Lenin sadece dünya sosyalizmini dilediği için değil, Rusya dâhil herhangi bir yerde sosyalizmi kurabilmek için ileri sanayi ülkelerinde işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi gerektiğini bildiği için enternasyonalistti:
“Biz her zaman için hareketimizi uluslararası bir devrime bağladık ve bu açıdan kayıtsız olarak haklıydık...
Tek bir ülkede sosyalist devrim gibi bir işi başarmanın mümkün olmadığını ... her zaman vurguladık”. Ve Mart 1919’da şöyle diyordu Lenin: “Sadece bir ülkede değil, bir ülkeler sisteminde yaşıyoruz ve Sovyet Cumhuriyeti’nin emperyalist devletlerle yanyana uzun süre varolabileceği düşünülemez. Sonunda ya biri ya öbürü muzaffer olacaktır”. Bu uyuşmazlığın kaynağının sadece emperyalist güçlerin askeri müdahalesi değil, aynı zamanda Rusya’nın çevresindeki kapitalist devletlere ekonomik bağımlılığı olduğunu Lenin açık bir şekilde belirtir ve “... tabi olduğumuz, bağlı olduğumuz ve kaçamayacağımız uluslararası pazar”dan söz eder. Emperyalizm çağında aşırı geri kalmışlığı Rusya’yı hızla sanayileşmeye zorladı. Almanya ve diğer ülkelerde devrim başarıya ulaşsaydı, çok miktarda üretim aracı ve vasıflı işgücü Rusya’ya akabilir ve sanayileşmenin başarılmasını sağlayabilirdi. Oysa 1924’te Stalin’in önerisiyle, devrimi uluslararası alanda yaymak perspektifi tek ülkede ‘sosyalizmi’ inşa etmek perspektifine dönüştürülünce işin rengi tümüyle değişti. Eğer sanayileşme tek başına Rusya’da gerçekleştirilecekse, bu ancak köylülükten muazzam bir artık koparmakla ve yüz binlerce köylüyü zorla topraktan ayırıp madenlere ve çelik fırınlarına doldurmakla mümkün olabilirdi.
Bürokrasi ancak bunu gerçekleştirebildiği ölçüde iktidarını sürdürebilirdi. Kitlelerin tüketim ihtiyaçlarını Rus devletinin birikim ihtiyaçlarına tabi kılmak ise, yaygın bir terör ağı kurulmasını gerektiriyordu. Stalin bir süre bu mantığı görmezden gelmeye çalıştı. Bolşevik Partisinin sağ kanadıyla ittifak kurup, bu kanadın görüşleri doğrultusunda, köylülüğe dokunmadan “sosyalizme doğru yavaş adımlarla” ilerlemeyi denedi. Buna uygun olarak, 1923-28 döneminde gerçekleştirilebilen sermaye birikimi ağır sanayiye değil, sosyal hizmetlere, eğitime, tarım ve gıda maddelerine harcandı. Bu yıllarda Batı’ya yetişme açısından çok az ilerleme kaydedildi.
Uluslararası ilişkilerde 1927 yılında sertleşen atmosfer bu politikanın tehlikelerini ön plana çıkardı: Daha hızlı bir birikim oranı gerçekleştirilmeden Rusya’nın güvenliğini sağlamak mümkün olmayacaktı (uluslararası devrim Stalin’in zaten peşinen hesap dışı bıraktığı bir yöntemdi çünkü). Nitekim bir yıl sonra Stalin Buharin ile ittifakını bozdu ve her ne pahasına olursa olsun birikim politikası izlemeye başladı. Rus işçi sınıfının (ve hatta tek tek bürokratların) çıkarları gözden siliniverdi.
Böylesi bir birikim politikası izleyebilmek için başlı başına bir karşı devrim gerekliydi. İşçi sınıfı 1917’de eski devlet mekanizmasını yıkıp yerine gerçek anlamıyla bir sovyet devleti, yani fabrika ve kışlalardaki işçilerin dolaysız iktidarını temsil eden konseylere dayalı bir devlet kurmuştu.
Yeni devlet, fabrikaların ve işçi sınıfının varlığına dayanıyordu. Ne var ki, uluslararası devrimin yenilgisi sonucu, bu dayanak fiziksel olarak yok olmaya başlamıştı. İşçi devletinin 16 emperyalist ülkenin orduları tarafından muhasara altına alınıp işgale uğramasıyla, sınıfın en ileri kesimleri fabrikalardan ayrılıp Kızıl Ordu’ya katıldı.
Hem bu nedenle, hem ekonomik ambargo yüzünden fabrikalar işlemez hale geldi. Üretim, 1913 yılındaki düzeyinin %20’sine düştü. Cepheye gitmeyip fabrikalarda kalan işçiler bile, açlık yüzünden, işyerlerini terkedip köylere çekildiler.
İşçi sınıfının ve üretimin imha olmasıyla birlikte, yeni devlet toplumsal tabanını kaybetmiş oluyordu. Bolşevik Partisi bir süre uluslararası devrime yardımcı olma perspektifiyle kendini sınıfın yerine ikame etti. Fakat bu perspektif Stalin tarafından 1924’ten itibaren değiştirilmeye başlandı. Stalin sadece ‘tek ülkede sosyalizm’ şiarıyla devrimin ölüm fermanını imzalamakla kalmadı, aynı zamanda partinin proleter tabanını da yok etti. Parti 1923’te %70 oranında işçilerden oluşurken, 1927’de eski Çarlık subaylarının, fabrika müdürlerinin vs kabul edilmesiyle sadece %30 oranında proleter bir parti haline dönüşmüş ve üstelik tamamen bürokratlaşmıştı.
Böylece asıl toplumsal tabanından kopan ve tümüylebürokratlaşan devlet ilk Beş Yıllık Plan döneminde (1928-32) dev bir sermaye birikimi sürecini gerçekleştirme görevini üstlendi. Bu görevi dayatan unsur ise dünya emperyalizminin baskısıydı. Stalin’in 1933’te dediği gibi: “Hayır yoldaşlar... tempomuzu asla yavaşlatmamalıyız!... Aksine, gücümüz ve olanaklarımız elverdiği ölçüde daha da hızlanmalıyız... Yavaşlamak geri kalmak demektir, geri kalanlar ise yenilir... Gelişmiş ülkelerin elli veya yüz yıl gerisindeyiz. Bu farkı on yıl içinde kapatmak zorundayız. Ya biz bunu başarırız, ya da onlar bizi ezerler”.
Aynı zamanda, fabrikalarda işçi yönetiminin son kalıntıları da yok edildi. Gerçek ücretler düşürüldü, üretim hızlandırıldı. Köylüler zor kullanarak topraktan fabrikalara sürüldü. Bürokrasi böylece devasa bir ilkel birikim süreci başlattı. Süreç kısa zamanda semeresini ver-meye başladı. Sanayi yatırımları 1928-33 yıllarında bir önceki beş yıla kıyasla altı kat arttı ve bundan sonraki her beş yıllık dönemde ikişer kat artmaya devam etti.
İlkel birikim ve silahlanma yarışı yoluyla kapitalist üretim ilişkileri dayatılıyor
Tüketimin, birikimin gereklerine tabi kılınması Rusya’da aşırı bir biçim aldı. Birinci Beş Yıllık Plan’da milli gelirin %20’den fazlası sermaye birikimine ayrılırken, bu oran daha sonraki plan dönemlerinde daha da arttı.
Bu oran, Amerika ve Japonya’nın kendi gelişmelerinin Rusya’nınkine denk düşen dönemlerinde gerçekleştirdikleri orana yakın olup, 1930’lu yıllarda ise tüm ileri kapitalist ülkelerdeki orandan daha yüksekti. Bir başka deyişle, kapitalizmin bu en belirgin özelliği (yani toplumun sermaye birikimine tabi oluşu) Rusya’da tam anlamıyla gelişmişti.
Böylece, Rusya’da üretimin amacı tüketim değil, birikim oldu. Ekonomi Rusya’nın rekabet halinde olduğu Batı ülkelerindeki dev şirketlerin özelliklerini alırken, sermaye birikiminin temsilcileri ve yönlendiricileri olan bürokrasi de bir ‘kolektif kapitalist’ haline geldi.
Bürokrasinin dış ticaret alanındaki tekeli Rusya’yı fiyat rekabetinden tecrit etmesine olanak sağladı. Ancak, birikimin 1928’de bürokrasinin temel kaygısı haline geldiği andan itibaren, askeri ve stratejik rekabet Rusya’daki sermaye oluşumu sürecinin egemen unsuru haline geldi. Beş yıllık planların başlangıcından itibaren silah üretimi birikim sürecinin egemen unsuru oldu. Örneğin, birikimin gelişmesinin herhalde en iyi göstergesi olan makine üretimi fabrikaları arasında, daha 1932’de kullanılan toplam demir ve çeliğin %46’sını silah fabrikaları tüketiyordu. Bu oran 1938’de %94’e yükselmiş ve tüm diğer makine fabrikası inşaatı neredeyse durmuştu!
İkinci Dünya Savaşı öncesinde birikimin egemen unsuru Batı ülkeleri ile askeri ve stratejik rekabetti. Savaştan sonra Rusya’da bu daha da geçerli hale geldi. Milli gelirin birikime ayrılan oranı 1950-65 döneminde 1930’lardakinden farklı olmamasına rağmen, silahlanmaya ayrılan oran yaklaşık iki kat daha yüksekti. Bunun sonucu olarak, bu dönemde gerçekleşen sermaye birikiminin üçte ikisi doğrudan silah üretiminden kaynaklanıyordu.
Kısacası, 1928’den bu yana tüketimin birikime tabi olmasının nedenlerini rekabetçi dünya kapitalizminde ve bu sistemin yarattığı baskılarda görmek gerekir. Rusya’daki ‘birikim uğruna birikim’ eğiliminin nedenleri bu baskılarda aranmalıdır. Bir başka deyişle, bürokrasiyi birikime zorlayan, kendi istekleri değil, dünya kapitalizminin mantığıdır.
Rus toplumunun dinamiğini içinde bulunduğu dünya tayin ediyor
Rusya, temel olarak, dev bir fabrikaya benziyor. Ve eğer bu bir boşlukta olmuş olsaydı, kendi içinde kapitalist gelişme yasaları geçerliliğini yitirirdi. Oysa durum böyle değil besbelli. Dolayısıyla, Rusya’nın iç dinamikleri de diğer dev şirketlerin dinamiklerini belirleyen yasalara tabi. Elbet şirketler dev boyutlara ulaşıp tekelleştikleri zaman bu yasaların da değiştiğini biliyoruz. Ancak, bu değişiklikler mutlaka asıl yasaların temeli üzerinde gerçekleşir ve bu nedenle, çarpık bir biçimde de olsa, temel eğilim ve çelişkiler geçerli olmayı sürdürür.
Bütün bunlar başta söylediklerimizin tekrarından ibaret: Kapitalizm sürekli hareket halinde olan bir süreçtir, değişmez bir olgu değil. Yüzeysel görünümü ile değil, içsel eğilimleri ile, dinamiği ile tanımlanır. Bu nedenle, Rusya’nın Batı kapitalizmi ile rekabetine bağlı olan ‘birikim için birikim’ sürecini biz Rus toplumunun iç yapısını anlamakta anahtar olarak görüyoruz. Yapıyı anlamak temeldeki süreci anlamaktan geçer.
Aynen bu şekilde, Marks da, ekonomileri ücretli emeğe değil köleliğe dayanan ABD’nin Güney eyaletlerini çevre eyaletlerdeki kapitalist ilişkilerden hareket ederek açıklar. “Ücretli emek” der Marks, “siyahların köleliğinin önkoşuludur. Çevrelerinde ücretli emeğe dayalı özgür eyaletler olmasa, siyah eyaletler tek başlarına var olsa, buralardaki toplumsal koşullar hemen uygarlık öncesi koşullara dönerdi”.
Demek ki, 19. yüzyılda ABD’nin Güney eyaletlerindeki siyahlar için özgür ücretli emek söz konusu olmamasına rağmen, Marks bu eyaletlerin ekonomisini çözümlemek için yepyeni ve ayrı yasalar aramayı düşünmüyordu.
Aynı şekilde, Rusya’nın iç dinamiklerini anlamak da, ancak içinde bulunduğu kapitalist dünya ekonomisinin yapısıyla ilişkili olarak düşünüldüğünde mümkün olabilir.
Rusya’da ve Batı’da kullanım değerleri ve değişim değerleri
Denir ki, Rusya kapitalist olamaz, çünkü ekonomisinin yapısı metaların pazardaki rekabetine dayalı değildir. Şirketler merkezi bir otoritenin talimatları doğrultusunda üretim yaparlar. Dolayısıyla, denir, Rusya’da meta üretimi yoktur ve kapitalist olamaz.
Marks’ın tanımına göre, pazarda başka mallarla değiştirilmeyen bir malın üretimi, değişim değeri değil, kullanım değeri üretimi demektir: “Bir ürünün meta olması için, değişim yoluyla, o ürünü kullanım değeri için isteyen bir kişiye devredilmesi gerekir”. Dolayısıyla, deniliyor, Rusya kapitalist olamaz.
Bu iddia doğru ise, Batı’daki üretimin de önemli bir kısmının kapitalist sayılmaması gerekir. Batı ekonomilerindeki büyük (ve hala hızla büyüyen) devlet sektörlerinden yukarıda söz ettik. Buna ek olarak, ‘özel’ sektörlerin de önemli bir bölümü salt devlet için üretim yapan şirketlerden oluşuyor (örneğin, silah ve cephane üreticileri ile otoyol yapan müteahhitler). Dahası, Batı’da özel sektör giderek artan ölçüde dev tekellerin egemenliği altında.
Örneğin İngiltere’de, yönetim kurumları arasında önemli ölçüde örtüşme olan 100 şirket toplam özel sektör üretiminin yarısını gerçekleştiriyor.
Hem devlet sektörünün hem de tekellerin kendi içlerinde, tek tek her bir üretim biriminin gerçekleştirdiği üretim çoğunlukla piyasaya yönelik değil; genellikle, yukarıdan gelen talimatlar doğrultusunda, aynı kuruluşun başka kesimlerine yönelik. Bir başka deyişle, bir fabrikanın değişim için değil, aynı şirketin başka fabrikalarında kullanım için üretim yapıyor olması söz konusu olabiliyor.
Buna rağmen, böylesi bir fabrikadaki üretim sürecinin bütün aşamaları uzun dönemde kapitalizmin yasalarına uyma eğilimi gösterir. Fabrika merkezi planlamaya tabi olmasına rağmen, birey olarak kapitalist kârını azamileştirmek için fabrikasında kapitalizmin yasalarını dayatmak zorundadır. Fabrikanın bir bölümündeki işçiler diğer bir bölümdeki işçiler için kullanım değeri üretiyor da olsalar, bu üretimi düzenleyen yasalar piyasa için meta üretimini düzenleyen yasalardan farklı olmayacaktır.
Fabrikanın ekonominin geri kalanıyla arasındaki dış ilişkiler fabrikanın içindeki üretimin değişik aşamalarını kapitalist üretim aşamaları şekline dönüştürecektir.
Aynı durum, dev tekellerin işleyişine baktığımızda da geçerli. Bu tekellerin üretiminin çok önemli bölümleri planlı olmasına ve piyasadan çok uzak olmasına rağmen, diğer tekellerle aralarındaki rekabet her tekelin iç işleyişinde, son tahlilde, kapitalist yasaların egemenliğini sağlar.
Devletin askeri gereksinimlerini karşılayan üretim de tekelci üretimden nitel olarak farklı değil. Üretilen mallar rekabetin geçerli olduğu bir piyasada değiştiriliyor olmamasına rağmen (örneğin, İngiltere’de silah üretiminin %90’ı doğrudan devlete satılıyor), bu üretimi planlayanlar kapitalizmin yasalarına uymak zorunda.
Bu uyumu, genellikle, kendi sektörlerindeki (yani silah üretimindeki) maliyetleri, randımanı vs diğer sektörlerle karşılaştırmayı mümkün kılan çeşitli hesaplar yaparak sağlarlar. Devlet bu hesaplara dayanarak silah üreticilerine ne fiyat verileceğini saptar. Böylelikle, silah şirketleri çok nadiren piyasada rekabet etme durumunda olmalarına rağmen, sanki ediyormuş gibi davranmak zorunda kalırlar. Piyasanın yerini devlet bürokrasisi almıştır, ama kapitalizm varlığını sürdürür.
Her iki durumda da, üretim biriminin içinde kullanılan mekanizmalar aynıdır: Emeğin sömürü oranı rakip üretim birimlerinde olduğu kadar (veya daha yüksek) olmak zorundadır, üretkenliği sürekli olarak artırmak gerekmektedir. Bir şirket veya bir ülke üretimini planlıyor da olsa, bu planın içeriği rakip şirket veya ülke ile ilişkilere bağlıdır. Eğer rakiplerinin gerçekleştirdiği sömürü oranını gerçekleştiremezse, onların teknolojik atılımlarının gerisinde kalırsa, tehlikeli bir duruma düşecektir.
Bir şirket gibi, bir ülkenin de iç örgütlenmesini belirleyen, kendi dışındaki sistemin bütünüyle arasındaki ilişkilerdir.
Bu nedenle, bugün ABD ekonomisinin dev silah sektörü, piyasada rekabet etmiyor da olsa, kapitalist bir sektördür. Bu sektör kendi üretkenliğini, teknolojik düzeyini ve emek maliyetlerini Batı ülkelerindeki ve Rusya’dakilerle karşılaştırmak zorundadır; çünkü Avrupa ve Japonya ile ekonomik, Rusya ile ise askeri rekabet halindedir.
Aynı şey bir bütün olarak Rusya ekonomisi için de geçerli. Eğer bu ekonomi silah üretimine tabi ise (ki yukarıda öyle olduğunu gösterdik), o zaman kendi dışındaki üretimle arasındaki ilişkilere tabi demektir. Rusya’yı yönetenler için önemli olan, ülkede soyut olarak ne kadar kullanım değeri üretildiği değil, üretilen miktarın ABD silah sanayi tarafından üretilenle karşılaştırıldığında az mı çok mu olduğu.
İki ayrı kullanım değeri yığını birbirleriyle karşılaştırılarak ölçeğe vurulduklarında, salt kullanım değeri olma niteliğini yitirirler. Değişim değerinin özelliklerini kazanmaya başlarlar: Her birinin değeri kendi öz yapısından ve işlevlerinde kaynaklanacağına, dünya sisteminin geri kalanındaki üretimle arasındaki ilişkiden kaynaklanıyor olur.
Rusya’yı yönetenlerin temel kaygılarına baktığımızda, aynen Batı’lı tekelcilerin kaygılarını paylaştıklarını görmek mümkün. Ekonominin büyüme hızından söz ettiklerinde, sorun Batı’daki büyüme hızlarıyla aradaki fark. Sorun emeğin ürünleri değil, emek üretkenliğinin Batı’daki oranlarla karşılaştırılması. Ekonomideki yenilik ve icatların düşük düzeyi Rus bürokratlarının aklından hiç çıkmıyor. Sorun yine aynı: Batı’daki düzeyin çok daha yüksek olması.
İşçi sınıfını etkileyen temel ekonomik kararların alınmasında kullanılan kıstaslar ve hesaplar Batı’da kullanılanlardan farklı değil. Şu sorunları çözmeye yönelik hepsi: Çeşitli sektörlerin karlılığını nasıl artırmalı? Fazla ücret karşılığında, işçi sayısını düşürüp üretimi artırmayı işçilere nasıl kabul ettirmeli? İşçilerin mümkün olan en hızlı şekilde üretim yapmasını sağlayacak ücret düzeyini nasıl saptamalı? Kısacası, Batı ile rekabet ilişkileri içinde olmanın sonuçlarından kaçınmak mümkün değil.
Devlet kapitalizminin çelişkileri
Rusya ekonomik açıdan aynen dev bir şirket gibi işliyorsa, o zaman kapitalizmin bildiğimiz çelişkileri orada da geçerli olmalı. Demek ki, er veya geç, kâr oranı düşme eğilimi gösteriyor olmalı.
Batı’da kâr oranının düşmesi geçmişte ekonomik daralmanın habercisi olmuştur. Yatırımlar durur, talep düşer, fazla üretim başlar ve sermaye değerleri tepetaklak gider. Ekonomik kriz sırasında zayıf sermaye birimleri
iflas eder ve daha güçlü birimler tarafından yok pahasına devralınırlar. Sermaye böylece yeniden yapılanarak yeniden işlerlik kazanır. Rakipler iflas etmiş ve sermaye değerleri düşük düzeye inmiş olduğundan kâr oranları geçici olarak yükselir ve süreç yeniden başlar.
Ancak, Rusya’da fazla üretim ile sermayenin yeniden yapılanması arasındaki bu ilişkiyi kuran bir mekanizma yok. Önemli yatırım kararları merkezi olarak alınıyor ve bu kararları alan bürokrasinin kararlarını değiştirmesini sağlayacak otomatik bir mekanizma yok. Tek tek fabrika yöneticilerinin de, fabrikalarında üretilen malların tüketiliyor veya bir ambarda birikiyor olması, fabrikanın inşa edilmekte olan ek biriminin tamamlanıp tamamlan maması hiç umurlarında değildir. Bunlar, Rusya ekonomisinin hiç bunalıma girmediğinin değil, sürekli kriz içinde olduğunun göstergeleri. Batı kapitalizmi kriz sırasında sermayenin yeniden yapılanmasını sağlayan şu veya bu etkinlikte mekanizmalara sahip; Rusya ekonomisi ise bu tür içsel düzeltme mekanizmalarından yoksun.
Bu yüzden, kriz sırasında Rusya’da birikim devam etmekle birlikte, bu, ekonomideki kullanım değerleri toplamını artıramıyor. Sürekli bir ekonomik durgunluk durumuna varılmış.
Bu durum ancak son zamanlarda can alıcı bir önem kazandı. Gizli işsizlik Rusya’da 1950’lere kadar öylesine yüksekti ki, ilkel birikim sürecinin yeni yatırımları kâr üreten bir biçimde içine alarak sürmesi mümkün oluyordu.
O yıllara kadar, Rusya temel birikim kaynaklarını üretim araçlarını geliştirmeye ayırmayı başarı ile sürdürebiliyordu.
Fakat bu, tüm üretim araçları bir süre sonra tüketim araçlarına katkıda bulunmak zorunda oldukları için, krizi engellemedi, ancak ertelemekle kaldı. Silah üretimi Batı ile rekabetin temel kaynağı olmaktan başka, devlet kapitalizminin krizini erteleyen bir unsur da oldu. Silah üretimine ayrılan kaynaklar, milli gelirden
ücretlere ve sabit sermayenin yıpranmasına ayrılan pay çıktıktan sonra geriye kalan kısımdan çıkar. Yani kaynaklar ya birikim sürecine ya da silah üretimine ayrılmak zorundadır. Demek ki, silah üretimi birikimi azaltır ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin artış hızını yavaşlatır. Bu da kâr oranının daha yavaş düşme sine ve krizin bir süre daha ertelenmesine neden olur.
Dünya kapitalist sisteminin 1970’li yıllarda yeniden krize girmesi Doğu Bloku’nun devlet kapitalisti ekonomileri üzerinde de etkisini gösterdi. Bunun birçok kesin kanıtı var:
1) Büyüme hızının düşmesi,
2) Kâr oranlarının düşmesi,
3) Belirgin devrevi eğilimler,
4) Teknoloji açığının giderek büyümesi,
5) Uluslararası pazarlarda gittikçe artan çapta borçlanmaya yol açan dış ticaret açıkları.
Doğu Avrupa ekonomilerinde, 1974 ve 1980 krizlerinden önce bile, büyüme hızı belirgin ve sürekli bir düşüş gösteriyordu.
Tablo 1. Doğu Bloku ülkelerinde büyüme hızları (%)
1950-55 | 1955-60 | 1960-65 | 1965-70 | |
SSCB | 11,3 | 9,2 | 6,3 | 4,0 |
Çekoslovakya | 8,0 | 7,1 | 1,8 | 3,4 |
Polonya | 8,6 | 6,6 | 5,9 | 6,7 |
Bulgaristan | 12,2 | 9,7 | 6,5 | 4,5 |
Bu dönemde, sadece Polonya krizin etkilerinden kendini korumayı becerebildi; fakat ancak 1974’te ve özellikle 1980’de çok yüksek bir fatura ödeyerek. Batı ekonomileri 1971-73 yıllarında kısa fakat hızlı bir hareketlenme yaşarken, Polonya bu ülkelerle ticaretini büyük ölçüde artırarak bu yıllarda büyüme hızının düşmesini önleyebildi. Polonya’nın Batı’dan yaptığı ithalat 1970 ile 1973 arasında üç kat arttı ve 1975’e gelindiğinde Polonya’nın dış ticaretinin sadece %45’i diğer Doğu Bloku ülkeleriyle yapılıyordu. İhracat 1974’te krizle birlikte hızla düşerken, büyüme için gerekli ithalatın maliyeti kat kat yükseldi. Bir önceki dönemde gerçekleştirilen hızlı büyümenin etkisi bu dönemde yüksek enflasyona yol açtı. Doğu Avrupa’nın Batı ülkelerine borcu, 1974’e gelindiğinde, 20 milyar doları bulmuş, bu toplamda Polonya’nın payı ise 7 milyar dolara varmıştı. Borç ödemeleri Polonya’nın ihracat gelirinin %25’ine denk düşüyordu.
Aynı süreç 1980 krizinde daha da aşırı bir şekilde gelişti. Bu kez, 20 milyar dolarlık dış borcun yıllık ödemeleri ihracat gelirlerinin %90’ını alırken, 1981’de üretim de %15 oranında bir düşüş kaydetti.
Rusya’da, bundan farklı olarak, son zamanlara kadar kırsal nüfusun fazlalığı 1950-70 yılları arasında kentsel işgücünün her yıl %4 kadar bir artış sağlamasını mümkün kıldı. Yani emek üretkenliğinin durağanlığına rağmen, yılda en az %4 oranında bir büyüme hızı gerçekleşebiliyordu. Ancak bugün kentsel işgücü yılda ancak %1’den az bir oranda büyüyor olduğu için, emek üretkenliğini artırmak can alıcı bir önem kazanmış durumda.
Bunun gerçekten ne denli önemli olduğunu vurgulamak için şu bilgiyi vermek yeterli: Bugün Doğu Bloku ülkelerinde büyüme hızları Batı ekonomilerininkiyle aşağı yukarı aynı (Japonya’dan biraz daha yavaş, İngiltere’den biraz daha hızlı); oysa, Doğu’da bu büyüme hızını gerçekleştirmek Batı’dakinden iki kat fazla yatırım yaparak mümkün olabiliyor ancak.35 Demek ki, kaba bir hesapla, Doğu’daki kâr oranı Batı’dakinden %50 düşük.
Bizzat Rus kaynaklarının verdiği rakamlara bakarak, 1960 ile 1972 arasında kâr oranının ne kadar hızlı düştüğünü görmek mümkün. Bu veriler kâr oranını iki ayrı hesap kullanarak veriyor:
Tablo 2. SSCB’de kâr oranının düşüşü, 1960-72 (%)
1960 | 1964 | 1968 | 1972 | |
1. Hesap | 83,2 | 71,3 | 67,2 | 62,9 |
2. Hesap | 60,4 | 52,1 | 49,4 | 46,6 |
- Hesap: Milli gelirin sabit üretim sermayesine oranı
- Hesap: Milli gelirin, sabit sermaye ile işler durumdaki üretim sermayesinin toplamına oranı
Bu durumda, Doğu Bloku ekonomilerinin Batı ile rekabet edebilmek için, emek üretkenliğini artırmaktan başka çıkar yolları yok. Nitekim bu sorunun Doğu Bloku liderlerinin aklında bir sabit fikir olduğu da açık. Ne var ki, tüm göstergeler, harcanan tüm çabalara rağmen üretkenlik cephesinde başarı sağlanamadığını gösteriyor.
Muazzam ölçekte yatırımlara ve eğitim düzeyi yüksek bir işgücünün varlığına rağmen, Doğu’daki üretkenlik düzeyi Batı’dakinin giderek daha gerisinde kalıyor.
Bugün Rusya, her zamankinden fazla, bir yandan Amerikan buğdayına, bir yandan da Avrupa ve Japonya teknolojisine bağımlı durumda. Kendi teknolojik ve mali olanakları en önemli yatırım projelerinden birçoğunu Batı’nın yardımı olmaksızın gerçekleştirmeye elvermiyor.
Sibirya doğal gaz boru hattı Alman yardımına, Okhotsk petrol kuyuları Japon yardımına muhtaç. Kısacası, Rusya devlet kapitalizminin egemen sınıfı aynen Batı’daki egemen sınıfların hareket serbestliğini kısıtlayan güçlerin etkisi altında. Ve bu egemen sınıf, gün geçtikçe artan ölçüde, hem dünya pazarının temposuna tabi, hem de bu pazarın şekillenmesine katkıda bulunuyor.
Aynen Batı’da olduğu gibi, Rusya’da da sosyalizm ancak şimdiki egemen sınıfı devirerek işçi sınıfı iktidarını yaratacak bir işçi devrimi ile gerçekleşecek. Bu sonuçtan kaçınmak, şu veya bu şekilde ödün vermek mümkün değil. Gorbaçov’in Rusya’sı hiçbir anlamda ‘ilerici’ değil.
Batı ülkelerinde egemen sınıflar işçilerin sosyalizm yolunda nasıl birer engelse, Rusya egemen sınıfı da işçi sınıfının önünde aynı şekilde bir engel.
Bu broşür, Ingiltere Socialist Workers Party’nin aylık yayın organı International Socialism dergisinin Ocak 1975 tarihli 74. sayısındaki “The Theory of State Capitalism” adlı makalenin çevirisidir. Makaleyi Peter Binns broşürün 1985 yılında Londra’da yayınlanan ilk Türkçe baskısı için genişletmiştir. Elinizdeki baskı için çeviri tekrar gözden geçirilmiştir.