John Molyneux: İnsan Doğası Sosyalizme Engel mi?

BROŞÜRLER
Tipografi
  • Daha Küçük Küçük Orta Büyük Daha Büyük
  • Varsayılan Helvetica Segoe Georgia Times

 Sosyalizme karşı yöneltilen itirazlar arasında en yaygın ve en etkili olanı 'sosyalizm iyi bir fikir, ama hayata geçirilmesi mümkün değil. İnsanın doğasını değiştiremezsiniz!' şeklinde ifade edebileceğimiz argümandır. Fabrikalarda, işyeri kantinlerinde ya da kahvehanelerde karşılaşılan ilk itiraz budur. Pek çok siyasetçi ve entellektüel de zora düştüğünde hemen bu itiraza sarılır. Daha iyi bir toplumun kuruluşunu görmeyi içtenlikle arzulamakla birlikte bunun olabilirliğine tam olarak inanamayan çok sayıda insan sözünü ettiğimiz bu itirazı kabullenir. Pek çok sosyal demokrasi taraftan gibi kendilerini sosyalist olarak gören bazı insanlar da bu inancı paylaşırlar. Sosyalizmin anlamını sulandıran bu argüman, sosyalizme, bugünkü sistemi köklü biçimde değiştirme çabası yerine yalnızca mevcut sistemin aksayan yönlerinin onarılması gibi yüzeysel bir anlam atfeder. Sosyalizme karşı olanlar, insan doğasını kendisine esas alan bu itirazdan oldukça etkili bir biçimde yararlanma şansına sahipler. Gerçekten, kısa, keskin, doğrudan hedefe yönelen bu argüman, üzerinde fazla düşünmeye gerek olmayan, net bir yanıt gibi görünüyor. Bu, 'bazı insanların daha yukarılarda olmaları her zaman için bir zorunluluktur', 'insanlar esas olarak bencil varlıklardır', 'bazı insanlar her zaman diğerlerinden daha fazla şeye sahip olmak ister', 'devrimler her zaman yoldan çıkar ve baskıcı yönetimlere yol açarlar' gibi toplumda yaygın olarak paylaşılan diğer bazı fikirlerle de kesişir.

Sözünü ettiğimiz bu argüman, yasağa uymayıp Tanrı’yı kızdırarak Cennet Bahçesi'nden kovulan Adem ile Havva'dan bu yana tüm insanların daha doğuştan günahkar olduklarını vaaz eden eski Hristiyan inanışından beslenir. İnsanın doğasında insanlar arasında gerçek eşitliği ve işbirliğini olanaksız kılan temel bir kusur bulunduğu inancı -ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi- dünyadaki pek çok kötülüğe hazır bir açıklama getirir gibi görünür. Nitekim, Rus devriminin dejenere olup stalinist diktatörlüğe yol açması, sosyalizmin Doğu Avrupa ve Çin'de açıkça başarısızlığa uğraması gibi belli bazı siyasi olayların insan doğasına bağlanarak açıklandıklarını görüyoruz.

Bu tür fikirler, 'yaşamında terfi edebilmek için diğerleriyle amansızca rekabet eden, ya da, bir arkadaşı tarafından yanıltılıp derin bir düşkırıklığına itilmiş veya insanların duygusuzluk ve bencilliği yüzünden boşluğa düşmüş kişilere rastlamamış tek bir kişi var mıdır?' sorusunda olduğu gibi, insanların kişisel deneyimleriyle ilişkilendirilirler. Bu tür deneyimler, kendisine insan doğasını esas alan argümanın 'sağduyu' haline getirilmesine yardımcı olmuşlardır. Aşağıdaki bölümlerde bunun neden bütünüyle yanlış ve yanıltıcı olduğunu göreceğiz. 

 Neden insan doğasının her zaman için sosyalizmi olanaksız kılacağı ileri sürülüyor? Esas olarak tüm insanlarca müşterek olarak paylaşılan bir dizi karakteristiğin, davranış modelinin ve temel tavrın var olduğu, bunların kollektif mülkiyet ve kontrole dayalı sınıfsız bir toplumun başarılması düşüncesiyle karşıtlık içinde oldukları söyleniyor.

Özellikle, pek çok insanın doğası gereği açgözlü ve haris olduğu, dolayısıyla bu tür insanların paylarına düşenle yetinmeyip daha çoğunu isteyecekleri ve diğerleri üzerinde hakimiyet kurmayı arzulayacakları savı sık sık öne sürülüyor.

Oysa, içinde yaşadığımız toplumda insanların nasıl davrandıkları incelendiğinde bunun yanlış bir sav olduğu ortaya çıkıyor. Toplumda sayısız çoklukta açgözlülük ve harislik örneği yaşandığı kuşkusuz doğru -sağ partilerin milletvekilleri ya da Amerikan Başkanlık seçimlerini kazanan türden politikacılar bu örneklerden yalnızca birkaçı. Bununla birlikte, pek çok özveri, cesaret ve duyarlılık örneğine de rastlıyoruz.

Deprem, yangın vb. felaketler sırasında bazı insanların diğerlerine yardıma olabilmek için yaşamlarını riske atabildiklerini görüyoruz; Nelson Mandela inandığı insanca değerler uğruna yaşamının 27 yılını cezaevinde geçirebiliyor; 1989 yılında Tiananmen Meydanı’ndaki gösteriler sırasında Çinli öğrenciler ve işçiler üzerlerine gelen tanklara karşı bedenlerini siper etme yürekliliğini gösterebildiler. Benzeri örneklere olağan gündelik yaşantımız sırasında da rastlıyoruz: Bütün yaşamlarını fiziksel ya da zihinsel engelli çocuklarının bakımına adayan pek çok anne baba var; bazı işçiler, bir fabrikada çalışıp daha çok para kazanma olanağı dururken, çok daha düşük bir ücret karşılığı toplumsal yararı daha ağır basan işleri tercih edebiliyorlar; doğayı koruma, yoksul ülkelerde açlık içinde kıvranan çocuklara yardımcı olma vb. amaçlarla kurulmuş birtakım örgütlerin yardım çağrılarına duyarsız kalmayıp cömert bağışlarda bulunan çok sayıda insan var.

Devlet sağlık hizmetlerinin ayakta tutulması, evsizlere, yaşlı insanlara, yoksullara yardım gibi konular söz konusu olduğunda kamuoyu esas olarak oldukça duyarlı bir tavır sergiliyor. Margaret Thatcher'ın İngiltere'nin dört bir yanında bireycilik ve bencillik rüzgarları estirdiği 1980'li yıllar boyunca, sağlık hizmetlerine ayrılan bütçenin ya da emekli aylıklarının düşürülmemesi gibi kolektif çıkarları dile getiren çağrılara toplumun büyük çoğunluğunun sürekli destek verdiğini gördük. Hatta, hükümetlerin en ahlaksız, en vahşi emperyalist savaşlara girişme planlan yaparlarken, kamuoyunun desteğini kazanabilmek için bu savaşları 'insanal amaçlı askeri müdahaleler' gibi göstermek zorunda kaldıkları biliniyor. Örneğin, dönemin İngiliz hükümeti ülkeyi Birinci Dünya Savaşı'na katışını meşru kılabilmek için 'zavallı Belçika'nın yardımına koşma' yalanına başvurmak zorunda kalmıştı. Benzer şekilde, petrol için girişilen Körfez Savaşı'm meşru göstermek için 'zavallı Kuveyt'i kurtarma' gerekçesi kullanıldı. Bu örneklerin insan doğasının bencil olmadığının kanıtları olduğu iddiasında değiliz. Ne var ki, bunlar insanların yaratılıştan açgözlü oldukları savının saçmalığını gösteren örnekler. Bu durum, her fırsatta insanları açgözlü ve rekabetçi olmaya, 'insan insanın kurdudur' düşüncesine göre davranmaya teşvik eden kapitalist toplum düşünüldüğünde daha da geçerlilik kazanıyor.

İşin aslında, bir birey doğuştan iyi ya da kötü değil, kimi zaman bencil ama kimi zaman cömert, bazen korkak ama bazen cesur, kimi zaman atılgan ama kimi zaman temkinlidir. Ailesi için her türlü özveriye katlanmaya hazır olduğu halde komşusu için kılını bile kıpırdatmayacak insanlar vardır. Bazıları bir hayır kurumuna oldukça cömert maddi katkılarda bulunurlarken çocuklarına karşı cimri bir tutum takınırlar.

Kimileri hayvanlara karşı sınırsız bir acıma ve sevgi İçinde oldukları halde insanlara karşı çok az duyarlılık gösterirler vb.

Bütün bunlar içinde bulunulan koşullara bağlı olarak biçimlenir. Davranış ve tutumlar, İnsanın kendisini güvencesiz ve tehdit altında veya güven içinde ve güçlü hissetmesine, nasıl ve ne tür düşünüş tarzlarına göre yetiştirilmiş olduğuna, yaşamı sırasında ne tür deneyimlerden geçtiğine vb. bağlı olarak değişiklik gösterirler.

Bu söylediklerimiz bireyler için doğru ise, tarihin de gösterdiği gibi, toplumlar ve toplumsal sınıflar için çok daha doğrudur. Örneğin, nihai sonucunun insan doğasının değişmezliğini gösterdiği ileri sürülen Rus devrimini ele alalım ve aslında durumun bunun tam tersi olduğunu göstermeye çalışalım.

Rus halkı yüzyıllar boyunca çarlık rejimi altında çile çekti, baskı altında yaşadı. Rusya, cahilliğin ve batıl inançların olağanüstü boyutlarda yaygın olduğu, kadınlara karşı son derece geri ve bağnaz tutumların sergilendiği, Yahudi düşmanlığının vahşilik boyutlarında yaşandığı bir ülke idi. Öyle ki, durum, yüzeysel bir bakış açısına sahip olanlara, sanki Rus insanlarının doğasında onları bütün bunları kabullenmeye iten birşeyler varmış gibi görünüyordu (tıpkı bu tür insanlara İngilizlerin 'doğası gereği özgürlüğüne düşkün' bir halk olarak görünmesi gibi!). Ama, aynı Rus halkı ilkin 1905'te, ardından çok daha güçlü bir şekilde 1917'de çarlık rejimine karşı ayaklandı. Aynı insanlar grevler ve gösteriler yaptılar, çeşitli kereler ayaklanma girişiminde bulundular ve nihayet savaşarak dünya tarihindeki en büyük devrimi gerçekleştirdiler.

Bu devrim her şeyi altüst etti: Fabrikalara el koydu, toprağı köylülere dağıttı, Rusya'yı emperyalist savaştan geri çekti. Ulusal azınlıklara Rusya'dan ayrılma hakkı tanıdı, kadınlara toplumsal haklarını kazandıran yasalar çıkararak onların yasal eşitliğini gerçekleştirdi; bir Yuhudi olan Leon Troçki'yi devrimin başını çeken işçi sovyetine başkan seçti ve devrim ordularının komutanlığını onun ellerine teslim etti. Durum, bizim çokbilmiş yüzeysel gözlemcilerimize, her şeyi altüst eden devrimci ateşliliğin Rus halkının 'doğasında olan' bir özellik gibi göründü (tıpkı İngilizlerin bunlara 'doğası gereği ılımlı' bir halk olarak görünmesi gibi!).

Bundan sonra, işçi ve köylüleri bir buldozer gibi ezen, milyonlarca insanı açlığa, bir o kadarını Sibirya’daki çalışma kamplarında ölüme mahkum eden stalinist bürokrasi 1920 ve 1930'lu yıllarda devrimi yıkıma uğrattı. Bu kez, Rus karakteri üzerine çok şey bildiğini zanneden bizim sözde uzmanlarımız, bu yeni durumu Rusların 'doğası gereği tiranlık altında yaşamaya istekli' bir halk olduğunun kanıtı olarak gördüler.

Gerçekte ise, Rus halkının 'doğası' -Rusya'daki toplumsal sınıfların birinden diğerine farklılıklar göstermiş olan kolektif tavır, toplumsal psikoloji, davranış tarzları- birbirinden farklı maddi koşullara bağlı olarak büyük değişiklikler göstermişti.

Uzun bir zaman dilimini kapsayan çarlık rejimi ve buna eşlik eden itaatkârlık psikolojisi, esas olarak Rus ekonomisinin aşırı geri kalmışlığının bir sonucuydu. Çarlığın çökmesi ve devrimci coşkunun hızla kabarması ise, kaynağını kapitalizmin -köylü kitlelerini kendi arkasında harekete geçirme yeteneğine sahip güçlü bir işçi sınıfıyla yüz yüze bulunan zayıf bir kapitalist sınıfa sahip- Rusya'daki özgül gelişiminden almıştı.

Devrimin stalinizmin ellerinde yıkıma uğraması, toplumsal olaylara kayıtsızlığın, uysallığın ve itaatkârlığın açıkça tekrar boy göstermesi, devrimin ulusal sınırların dışına taşmada başarısız kalması ile işçi sınıfının 1918-1921 yılları arasındaki korkunç iç savaş sırasında uğradığı fiziki tahribat sonucu yaşadığı yalıtılmışlığın (izolasyonun) bir sonucu idi. Değişen koşullar beraberinde değişen bir 'doğa' getiriyordu.

Bir bütün olarak dünya tarihi, Rus tarihinin bu 20 yıllık kesitine yakından bakıldığında görülenleri çok daha açık ve çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer. Belli toplumlar için doğal ve ebedi oldukları düşünülen bazı toplumsal davranış tarzlarının, bir başka zaman diliminde, aynı toplumlar tarafından doğal olmayan davranış tarzları olarak tümden reddedildikleri görülür.

Siyah derili insanların köleleştirilmesi, onyedinci yüzyıldaki İngiliz halkının ezici çoğunluğuna bütünüyle normal bir uygulama olarak görünürdü. Bu durumun siyahların yaratılıştan aşağı bir doğaya sahip olmalarından ileri geldiği öne sürülüyordu. Oysa, ondokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru, İngilizler kölecilik kurumunu insan doğasına karşı bir tecavüz olarak göreceklerdi. Bugünkü Amerika Birleşik Devletleri'nde siyahların doğasına ve haklarına ilişkin bu iki karşıt bakış açısı varlıklarını sürdürmektedir; birisi kuzeyde, diğeri güneyde hakim durumdadır.

Amerika'daki Kızılderililer için toprağın özel mülkiyeti 'doğal olmayan' bir şeydi. Onsekizinci yüzyılın toprak sahibi ise bunu en temel insan hakkı olarak görüyordu. Antikçağ'daki Yunanlılar eşcinselliği sevginin alabileceği en yüksek form olarak görüyorlardı. Oysa, Viktorya dönemi İngilizleri için eşcinsellik aşağılık bir şeydi. Görücü usulü evlilik, geleneksel Hintliler için yüzyıllardır geçerli bir biçim olarak varlığını sürdüregelmiştir. Bugün, Batı'daki pek çok insan bunu 'doğal olmayan' bir şey olarak görüyor. Dolayısıyla, toplumsal koşulları değiştirdiğimiz anda 'insan doğası'nı da değiştirmiş oluyoruz.

Sayısız çoklukta benzerini ekleyebileceğimiz bu örneklerin hepsi, insanların tavırlarının, davranışlarının, ahlaki değer yargılarının çok büyük ölçülerde değişebildiğini açıkça gösteriyor. Yine bu örnekler, -insanlarda genetik olarak varolmayıp toplumsal olarak öğrenilen kültürün insan yaşamının biçimlenişinde ne denli önemli bir rol oynadığına işaret ediyor. Ayrıca, değişen maddi koşullara uygun olarak, kültürel evrimin ne kadar geniş boyutlara erişebildiğini ortaya koyuyor.

 İnsanlar koşulların değişmesiyle birlikte değişirler. Peki ama bu aslında insan doğası diye bir şeyin olmadığı anlamına mı geliyor? Sosyalistler, anti-sosyalist argümanla başetmenin kestirme bir yolu olarak kimi zaman insan doğası diye bir şeyin gerçekte varolmadığını öne sürme eğilimi göstermişlerdir. Oysa, insan doğasının varlığını Kimden yadsımak ciddi sorunları beraberinde getirir.

İlk olarak, böyle bir iddia insanların mutlak olarak aldatılabilir varlıklar oldukları düşüncesine yol açabilir. Bu durumda, örneğin medyayı (kitle iletişim araçlarını) ve çocuk yetiştirimini bütünüyle kendi kontrolü altında tutan totaliter bir rejimin insanları istediği biçimde yönlendirerek bir ayaklanma olasılığını tamamen ortadan kaldırabileceğini söylemek mümkün hale gelir. Oysa durumun böyle olmadığına tanıklık eden pek çok kanıt var. Tarihte görülen en totaliter rejimler olan Hitler Almanyası ile Stalin Rusyası'nda bile, egemenler toplumdaki tüm direnişi ya da tüm düşünceleri baskı altına alarak ortadan kaldırmayı başaramamışlardı. Hatta Hitler'in toplama kamplarında bazı insanlar son ana kadar mücadele etmişlerdi. Devletin insanların beynini yıkama gücü hiçbir zaman sınırsız değildir ve -diğer şeylerin yanı sıra- devlet baskısı insanların doğal ve en temel gereksinmeleriyle çatışmaya düştüğü zaman bu gücün son sınırına erişilir.

İkinci olarak, insanın bir doğası olmadığını iddia etmek, insanların kendilerini doğadaki diğer canlılardan ayırt eden ve herkesçe paylaşılan müşterek karakteristiklere sahip olmadıklarını ileri sürmek anlamına da gelir. Oysa gerçeğin böyle olmadığı çok açık. Eğer durum bu olsaydı, insan türlerinden ya da insanlık tarihinden söz etmemiz olanaksız hale gelirdi.

Şu halde insan doğası hakkında neler söylenebilir?

Soruyu yanıtlamaya biyoloji ile başlamalıyız. İnsanların son derece özgül bir genetik koda sahip, farklı biyolojik yapıda canlılar oldukları çok açık. Bu genetik kod insanoğlunun temel fiziksel yapısını belirliyor.

Kuşkusuz, bu biyolojik doğa bile nihai olarak sabit ve ebedi değil. Ancak, zamansal açıdan, biyolojik evrim son derece ağır ilerliyor ve tarihsel gelişimin zaman cetvelinden bütünüyle farklı bir düzene sahip. Biyolojik açıdan, bugünkü insanlarla 10.000 hatta 20.000 yıl önce yaşamış insanlar arasında esaslı bir fark bulunmuyor. Dolayısıyla, bizim burada ele aldığımız sosyalizmin uygulanabilirliği sorunu açısından, insanların fiziksel doğasının sabit ve sürekli kaldığı söylenebilir.

Bu fiziksel doğa, insanoğluna, insan doğasının temelini oluşturan belli bazı ortak gereksinmeler ve yetenekler kazandırıyor.

Hava, yiyecek, su, barınma, uygun iklimsel ortam bu gereksinmelerin en temel ve tartışılmaz olanlarından bazıları. Uyku, -hayvan türlerinden farklı olarak insan yavrusunun kendi kendine yeter hale gelebilmesi için birkaç yıl geçmesi gerektiği düşünülürse anne babanın bakım ve himayesi, vb. bu temel gereksinmeler arasında.

Yetenekler beş duyuyu, büyükçe bir beyine sahip oluşu, dik durma ve yürüme becerisini, eli belli mekanik hareketleri yapabilir şekilde kullanma kapasitesini, karşılıklı iletişimi olanaklı kılan bir ses düzenini vs. içeriyor. Bazı insanların bu yeteneklerden bazılarına sahip olmadıkları hatırlatılarak bu söylediklerimize itiraz edilebilir -örneğin bazı insanlar doğuştan görme veya işitme yeteneğine sahip değiller; ancak bunlar yalnızca genel olanı bozmayan istisnalar. Yaklaşık son 20-30.000 yıldır tüm toplumlarda tüm insanlar tarafından ortaklaşa paylaşılan bu gereksinme ve yetenekler insan doğasının ilk yapı taşlarını oluşturuyorlar. Ne var ki, söz konusu yeteneklerin gereksinmeleri karşılarken kullanıldıktan özgül biçim insanları tüm diğer canlılardan ayırıyor. İnsanlar, yaşamlarını idame ettirmek için sistematik bir biçimde araçlar üretirlerken birlikte çalışıyorlar. 

Kuşkusuz -bir bakıma- hayvanlar da çalışıyorlar: Sincaplar fındık gibi kabuklu meyveleri toplayıp biriktiriyorlar, aslanlar ava çıkıyorlar, kunduzlar kendilerine yuva yapıyorlar, hatta bazı maymun türleri sopaları bir araç olarak kullanıyorlar vb. Ancak, insan emeği, zaman içinde nitelik açsından bundan daha ileri olan bir şeye doğru gelişim gösteriyor. Araçların -ki bunlar üretim araçları olarak anılıyorlar- sistematik ve bilinçli üretimi emeğin üretici gücünü muazzam ölçüde arttırıyor. 

Hayvan emeği esas olarak ilkel bir düzeyde kalır ve kuşaklar boyu kendisini aynı düzeyde yinelerken,- insan emeği bilginin bir kuşaktan diğerine aktarılmasıyla -ilkin yavaş, sonraları dev adımlarla- gelişim gösteriyor.

 Emeğin toplumsal karakteri esaslı bir öneme sahip bulunuyor. Nitekim Yunan filozofu Aristo insanı 'toplumsal hayvan' olarak karakterize etmişti. Gerçekten, insanlar her çağda birbirinden ayrı bireyler olarak değil, gruplar halinde yaşamışlardır. Benzer şekilde, insanların emeği, en erken zamanlardan itibaren her zaman toplumsal, işbirliğine dayalı bir karaktere sahip olmuştur. Örneğin, erken Taş Çağı insanları iri bir hayvanı avlamaya çıktıklarında, tıpkı daha sonraki göçebe topluluklar gibi kolektif hareket ederlerdi.

Büyük olasılıkla, insanoğlunun daha sonra oluşan temel karakteristiklerinden olan dilin gelişimini yaratan şey onun bu işbirlikçi (collaborative) emeği idi. Bilinen her insan toplumu, dikkate değer karmaşıklıkta bir dil geliştirmiştir. Karşılık olarak, dil, insanın toplumsal bilincinin gelişiminde kesin bir öneme sahip olmuştur. Bu sayede kültür öğrenilebilir ve bir kuşaktan diğerine aktarılabilir hale gelmiştir. 

Bunları söyledikten sonra, 'insan doğası'nın temel özelliklerini bir cümleyle özetleyebiliriz. İnsanlar, dilin, toplumsal bilincin ve kültürün gelişimine yol açan işbirliğine dayalı toplumsal emek aracılığıyla karşılanan belli ortak gereksinmelere sahip olup farklı bir biyolojik yapı gösteren canlılardır.

İnsan doğasının bu tanımlamasında en önemli nokta, onun belli temel süreklilikleri yerleştiriyor olmanın yanı sıra, toplumsal emeğin biçiminde dinamik bir öğeyi de içermesidir. İnsanlar bulundukları maddi çevreyi dönüştürürlerken aynı zamanda kendilerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini de dönüşüme uğratırlar. Gereksinmelerini karşılamak üzere sahip olduktan yetenekleri kullanırlarken, bu yetenekleri artar ve gelişir -Marks'ın söylemiş olduğu gibi ‘yemek iştahı kamçılar.’ Belli temel gereksinmeler karşılandıkça, bu gereksinmeler genişler ve ortaya yeni gereksinmeler çıkar. Yiyeceğe duyulan gereksinme, belli kalitede yiyeceğe duyulan gereksinme halini alır. Örtünme gereksinimi kürk ve posta sarınma gereksiniminden başlayarak gelişir ve mağazalardan hazır giysi almak için para gereksinimine dönüşür.

Üretim biçimi değiştikçe toplumsal örgütleniş de değişir. Avcılık ve toplayıcılıktan el emeğine dayalı manüfaktür üretimine, oradan modem sanayi üretimine doğru geldikçe, bunun küçük göçebe topluluklarından yerleşik kasaba yaşamına ve nihayet modern ulus-devlet aşamasına gelen bir sürece karşılık geldiğini görürüz. Bu süreçte insan davranışları ve tavırları köklü değişiklikler gösterir. Marks'ın Komünist Manifesto'da açıklamış olduğu gibi: İnsanların düşünceleri, bakış açıları ve kavranılan, tek kelimeyle söylersek insanın bilinci, onun maddi yaşam koşulları, toplumsal ilişkileri ve toplumsal yaşamında ortaya çıkan her bir değişimle birlikte değişim gösterir. İnsan doğasının değiştirilemez oluşu şöyle dursun, değişme ve gelişme kapasitesi insan doğasının en temel yanıdır. Ve bu, insanoğlunu diğer hayvanlardan ayıran en önemli şeylerden biridir.

Son bir nokta: Eğer insan doğası yukarıda açıkladığımız gibiyse, bu insanı esas olarak 'iyi' ya da 'kötü' yapar mı? Hayır; insan doğası esas olarak ne 'iyi' ne de 'kötü'dür. 'İyi'nin temel anlamı, onun gereksinmelerini karşılayıp onun gelişimini daha da ileri götürerek insan doğasına hizmet eden şeydir. ‘Kötü'nün temel anlamı ise, onun gereksinmelerini karşılamada başarısız kalıp gelişimini sekteye uğratarak insan doğasına aykırı düşen şeydir.

İnsanların iyi ve kötü kabul ettikleri şeylerin farklı tarihsel dönemlerde farklılıklar gösteriyor olmasının nedeni de budur. Koşullar değişince insanların gereksinmeleri ve dolayısıyla sahip oldukları ahlaki değerler de değişir. Aynı şey farklı toplumsal sınıflar için de geçerlidir - bunların yaşam koşulları birbirinden farklıdır; birbirine karşıt çıkarlara sahiplerdir ve bu yüzden birbirinden farklı ahlaki değerler geliştirirler.

 Her şey gibi kapitalizmin ekonomik sistemi de her zaman değişmektedir. Bugünkü kapitalizm Marks'ın ve Kraliçe Viktorya'nın zamanındaki kapitalizmden çok farklıdır.

Marks 1848’de Komünist Manifesto’yu yazdığında kapitalizm Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'nın yalnızca bazı bölgelerinde tam olarak kurulmuştu. Bugün ise tüm dünyaya hâkim. 1848'de, kapitalist üretimin başlıca birimleri tek tek bireylerin veya ailelerin mülkiyetinde olan küçük fabrikalardı. Günümüzde ise, kapitalizm Exxon, Ford ya da ICI gibi devasa büyüklükte çokuluslu şirketler tarafından kontrol altında tutuluyor. Frederick Engels 1844’te İngiliz İşçi Sınıfi'nın Durumu’nu kaleme aldığında, Manchester kentinde, aralarında çocukların da bulunduğu işçiler günde 12-14 saat karın tokluğuna çalışıyor ve mağaraları andıran karanlık, son derece izbe yerlerde yaşıyorlardı. Bugün Manchester kentinin işçileri durumlarını bir hayli iyileştirmiş durumdalar, fakat Kalküta, Kahire ve Rio de Jeneiro'da en az bunun kadar kötü koşullarda yaşayan işçiler var.

Fakat, bütün bunlara ve diğer değişikliklere karşın, ekonomik sistemin kendisini 'kapitalist' olarak tanımlamamıza yol açan belli başlı nitelikleri varlıklarını sürdürüyorlar. Bunlar arasında en önemlileri şunlar:

  1. Başlıca üretim araçları (fabrikalar, toprak, makineler, ulaşım vasıtaları vb.) toplumdaki küçük bir azınlığın -kapitalistlerin- mülkiyeti ya da sıkı kontrolü altında bulunuyor.
  2. Nüfusun ezici çoğunluğu üretim araçlarının mülkiyetinden ya da kontrolünden yoksunlaştırılıyor; dolayısıyla bu insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için emek gücü olarak bilinen çalışma kapasitelerini kapitalistlere satmak zorunda bırakılıyorlar. Dahası, bunlar, emek güçlerini kapitalistlere bir artık, ya da kâr getirecek koşullarda satmak zorundalar.
  3. Üretim araçları, birbiriyle rekabet içinde üretim yapan farklı kapitalistler (ya tek tek bireyler, ya da gruplar veya kapitalist devletler) arasında bölüşülüyor. Kâr, bu rekabetin ölçüsünü oluşturuyor. Kâr için yapılan sürekli rekabet, kapitalist üretimin her birimini kontrol edenleri işçilerini mümkün olduğu ölçüde daha çok sömürmeye zorluyor. Kapitalizmin savunucuları her zaman bu durumun bir şekilde 'insan doğası'na uygun düştüğünü ileri sürerler.

Bir zamanlar bu iddianın doğru olan bir yanı vardı. Kapitalizm (yaklaşık 500 ile 200 yıl arasında değişen bir zaman öncesi) bir sistem olarak ilk kez ortaya çıkmaya başladığı zaman, insanın yiyecek, giyinme, barınma gibi en temel gereksinmelerinin karşılanması konusunda kendinden önce gelen feodal sisteme oranla daha büyük bir kapasiteye sahipti. Ancak, bunun dışında kalan tüm diğer özellikleri açısından bütünüyle berbat bir sistemdir. Her şeyden önce, kapitalist tarzda davranmanın insanlar için 'doğal' ya da içgüdüsel olduğunu ileri sürmek bir saçmalıktan ibarettir. İnsanın gelişiminin kapitalizme varmasından önce geçen zaman yaklaşık 2 milyon yıldır; ne genel olarak malların alınıp satılmasına, ne de emek gücünün alınıp satılmasına (kapitalizmin en temel özelliği) doğal dünyanın ya da insanlık tarihinin İlk dönemlerinin herhangi bir anında rastlanılır.

Aksine, tarih, insanların ancak kendileri için çalışıp yaşamlarını devam ettirme olanağından zorla yoksunlaştırılmış oldukları zamanlar emeklerini satarak bir başkası İçin çalışmaya razı geldiklerini gösteriyor. Bu durum, İngiltere'de, arazilerin etrafının çitle çevrilerek toprağın ortak kullanımına son verildiği onbeşinci ve ondokuzuncu yüzyıllar arasında yaşandı.

Sanayi yatırımında bulunabilecek ve geniş ölçekte emek gücü satın alabilecek zenginliğe sahip bir sınıfın ortaya çıkması, Marks'ın 'ilkel kapitalist birikim' adını verdiği son derece vahşi bir sürecin yaşanmasını gerektirdi. Bu süreç içinde, milyonlarca Afrikalı köle olarak yurtlarından alınıp başta Amerika olmak üzere Batı'ya getirildi; Orta ve Güney Amerika'da yaşayan yerli halkın büyük bölümü soykırımdan geçirildi; yağmaya uğrayan ve büyük bir yoksulluğa itilen Hindistan ve Uzak Doğu buna benzer sayısız barbarlığa sahne oldu.

Bunların yanı sıra, kapitalizm ve kapitalist sınıf, kendi egemenliğini kurabilmek için feodal aristokrasiye karşı şiddete dayalı bir dizi devrimci mücadeleye ve iç savaşa girişmek durumunda kaldı. Bu öylesi bir şiddetti ki, İngiltere ve Fransa'da kralların başı uçuruldu. Dolayısıyla, kapitalizmin gelişiminde 'doğal' sayılabilecek hiçbir şey yoktu.

Ayrıca, kapitalizmin bireysel çıkarı üretimin itici gücü durumuna getirdiği de doğru değildir. Kapitalist üretimin itici gücü kârdır; fakat kâr ancak toplumun sermayeyi elinde bulunduran küçük bir azınlığı tarafından elde edilebilir. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bireyler açısından, kapitalizm kendi çıkarının reddi esasına dayanır. Kapitalistlerin işçilere sürekli olarak haris olmamayı telkin etmelerinin nedeni de budur. Yine, bu, işçilerin kendi sendikaları aracılığıyla kendi çıkarlarını dayatma yeteneğini sınırlandırmak için her zaman sınırlayıcı yasalar çıkarmalarının nedenini de açıklar.

İnsan doğasının bir ifadesi olmak şöyle dursun, kapitalizm insan doğasının en önemli ve en ayırt edici özelliğini -emek kapasitesi- alarak onu kökünden çarpıtır.

Kapitalizm, emeğe satın alınabilir ve sömürülebilir bir meta gibi davranmak suretiyle işçiye kendi emeğini yabancılaştırır. Böylece, çalışma, insanların bireysel ve toplumsal gereksinmelerini karşılamak üzere doğayı bilinçli olarak dönüştürmenin bir aracı olmaktan çıkar ve salt toplumsal varoluş için kaçınılmaz bir gereklilik olan parayı elde edebilmenin bir aracı durumuna gelir.

İşçiler kendi çalışmaları üzerinde tüm kontrolü yitirirler ve çalışma anlamsız, insanın yaratıcılığını yıkan, bıktırıcı, ağır bir iş haline gelerek gerek fiziksel gerekse psikolojik açıdan işçiyi yıkıma uğratır. Sonuç, pek çok insanın yaşamının 40 - 50 yılını nefret ettiği ya da en iyi ihtimalle hiçbir haz duymadan katlandığı işlerde tüketmesi ve yaşamsal dinamizmini bu yorucu süreç içinde hemen tamamen yitirmesidir. Hatta kapitalizm, insanların emeğinden gerektiğince kâr edemez hale geldiği zamanlarda pek çok insanı çalışma olanağından mahrumlaştırır; onları sadakadan başka bir şey olmayan işsizlik parasıyla yaşamlarını sürdürmeye zorlayarak sefaletin içine iter. Dolayısıyla, bugün milyonlarca insan insanoğlunun varoluşunun en temel öğelerinden biri olan yararlı toplumsal emek sarf etme olanağından yoksun durumdadır -oysa ovalık ve toplayıcılıkla geçinen 'ilkel' topluluklarda her birey bu şansa sahip bulunuyordu.

Emeğe yabancılaşma yalnızca işyerini ve çalışma koşullarını etkilemekle kalmaz, ayrıca tüm toplumsal ilişkileri de etkiler. İşçiyle işçi, anne baba ile çocuk, kadınla erkek, cinsellikle sevgi arasındaki ilişkiler çarpıtılır.

İnsanlar birbirlerine nesne ve çıkar için kullanılacak metalar gözüyle bakarlar ve bu şekilde davranırlar. Cinselliğin kendisi bir meta haline getirilir ve diğer metaların satışını kolaylaştıran bir araç olarak kullanılır. En çok ezilmiş, kendisine en çok yabancılaşmış bireyler, çoğu zaman ezilmişliklerinin ve yoksulluklarının acısını çalıştıkları işyerlerinde - ya da genel olarak toplumda- kendilerinden daha güçsüz ve savunmasız durumda olanları ezerek çıkarmaya çalışırlar. 

Bunlardan hiçbiri insan için doğal ya da insan doğasının ürünü olan bir şey değildir: Hepsi, insan doğasını bozan ve ona tecavüz eden bir sistemin ürünüdür.

Nihayet, kapitalizm insanların en temel, en doğal gereksinmelerini -su, beslenme, giyinme, barınma- karşılama konusunda da son derece yetersiz ve kötü bir sistemdir. Her yıl, yiyecek fiyatlarının düşmesini önlemek için tonlarca şarap denize dökülür; çürümeye terk edilmiş sığır eti kümeleri hızla yükselip adeta birer 'et dağı' görünümü kazanır. Ama, eşzamanlı olarak milyonlarca insan yetersiz beslenmenin sıkıntısını çekerken on milyonlarcası açlıktan yaşamını yitirir. Milyonlarca ve milyonlarca insan aslında tedavisi son derece kolay hastalıkların pençesinde kıvranır. İngiltere ve ABD gibi zengin ülkelerde kaynaklar lüks otellerin, büroların yapımı için harcanır. Öte yandan, gene bu ülkelerin caddelerinde pek çok evsiz insan geceleri binaların dışkapılarının önünde birbirlerine sokularak uyumaya çabalar.

Bu da doğal ya da insan doğasının ürünü olan bir şey değildir. Kalahari'nin 'ilkel' olarak nitelenen ve yakınlarındaki çölde avlanarak ve toplayıcılık yaparak geçinen Güney Afrikalı yerlilerinin beslenme düzeyi, dünyanın en büyük kentlerinde insanların neden oldukları kıtlık yüzünden açlıktan kıvranan veya kıt kanaat geçinen milyonlarca insanın beslenmesinden çok daha iyi durumda bulunuyor. Kuzey Kutbu'ndaki yerliler buz bloklarından yaptıkları barınaklar içinde Waterloo Köprüsü altında karton kutulara sarınarak ısınmaya çalışanlardan daha rahat uyuyorlar.

Bu barbarlıklar, kapitalizm temel gereksinmelerin karşılanmasını satın alma gücüne bağlı kıldığı ve aynı zamanda büyük yığınların satın alma gücünü iyice azalttığı için yaşanıyor. Sınırsız ve vahşi bir kâr güdüsüyle hareket eden kapitalizm soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu da kirletiyor; insana varolma ve varlığını sürdürme şansı veren doğayı yok olma tehlikesiyle yüz yüze bırakıyor.

 Soruna insan doğası açısından bakıldığında, kapitalizmin kötü ve insan doğasına aykırı bir sistem olarak açıkça mahkûm edilebildiğini görüyoruz. Peki ama sosyalizm için neler söylenebilir?

İnsan doğasının varlığını en azından temelde kabul ediyorsak, insanın doğasının derinlerinde bir yerde, içinde hepimizin eşit ve özgür olacağı, kendi kendini yöneten sınıfsız bir toplumun başarılmasını önleyecek karakteristik bir öğenin bulunduğunu söyleyemez miyiz? Neden içimizde toplumun her zaman yöneten ve yönetilenler olarak ikiye ayrılmış şekilde kalmasına yol açacak bir iktidar hırsı veya diğerleri üzerinde üstünlük kurma gereksinmesi olabileceğini düşünmeyelim? Belki de, bireyler arasında doğuştan gelen fiziksel eşitsizliklerin varlığı toplumsal eşitliğin önünde üstesinden gelinemez bir engel oluşturuyordur? Bu ve benzeri sorulara kaynağını somut gündelik yaşamdan alan basit bir karşılık verebiliriz: Onbinlerce yıl, hatta belki yüzbinlerce yıl, insanlar özel mülkiyetin, sınıf bölünmelerinin, yöneticilerin ya da devletin olmadığı topluluklar halinde yaşadılar.

Arkeolojik kayıtlar, elde yapılmış ilk aletlerin - çakmaktaşından yapılmış basit aletler- bundan 2,5 milyon yıl öncesine ait olduklarını gösteriyor. Bundan sonra, 10 bin yıl kadar önce tarım üretiminin ortaya çıkmasına kadar, insanlar ilkin toplayıcılar, ardından örgütlü ovalar ve toplayıcılar olarak ve çoğu zaman küçük göçebe topluluklar halinde yaşadılar.

Bu dönem boyunca ne ekim, ne çanak çömlek ne de ulaşım araçları vardı. Gerek topluluk, gerekse topluluk üyeleri açısından, gündelik olarak gereksinilenin dışında artık olarak bir şey üretmek mümkün değildi.

Böyle bir artık olmaksızın toplumun sınıflara - alttakilerin emeğiyle geçinen ve onların üstünde yer alan bir insan katmanı- bölünmesi söz konusu olamazdı. Ne de, tam gün çalışan yöneticilere, silahları sayesinde iktidarlarını sürdürebilecek askerlerden oluşan özel silahlı kurumlara sahip bir devletin varlığı mümkün olabilirdi. Herkes yaşamı idame ettirmek için gerekli gereksinmelerin üretilmesiyle meşguldü. Böylece, yeryüzünde ilk ortaya çıktıkları andan bugüne kadar geçen zamanın %99'unu kapsayan çok büyük bir bölümünde insanlar sınıfsız topluluklar halinde yaşadılar. Sınıfsız toplumların varlığı, salt arkeolojik bulguların incelenmesi veya mantıksal akıl yürütmeler sonucu ileri sürülen bir varsayım değildir. Benzeri bir yaşam tarzı süren yeteri sayıda avcı-toplayıcı topluluklar kısa bir zaman öncesine kadar varlıklarını sürdüregeldiler ve modern antropologlar tarafından incelendiler. Güney Afrika'daki Kalahari Çölü'nde yaşayan ve Amerikalı Richard Lee başta gelmek üzere bir dizi antropolog tarafından incelenmiş olan Kung San adlı topluluk bu konuda verilebilecek en iyi örnektir.

Bu topluluk en az 10 bin yıldır Kalahari Çölü'nde varlığını sürdürmektedir. Her biri yaklaşık 30 kişiden oluşan küçük topluluklar halinde yaşarlar ve İki haftada bir yer değiştirerek yeni bir yerde kamp kurarlar. Maddi eşya birikimleri yok denecek kadar sınırlıdır, sahip oldukları yegane şey bir yerden başka yere giderken beraberlerinde götürebilecekleri eşyalardır; fakat zengin bir sözlü kültüre sahiplerdir. İçinde yaşadıkları doğal çevre hakkında ayrıntılı bir bilgiye sahip olmaları, makul bir günlük yaşam standardına erişmelerine olanak tanır. Avlanma ya da toplayıcılık sayesinde elde edilen yiyecek topluluk üyeleri arasında kolektif olarak paylaşılır. Richard Lee toplulukla ilgili olarak şunları söylüyor: "Aile içinde ve aileler arasında, gönülden paylaşım Kung topluluğunun davranış ve değerlerinin tümünü belirliyor; tıpkı kâr ve akılcılığın kapitalist ahlakın (etik) merkezi öğesi olması gibi, paylaşım toplayıcı topluluklarda toplumsal yaşamın merkezi öğesini teşkil ediyor."

Kung topluluğu çok güçlü bir eşitlikçiliğe sahip. Zengin-yoksul şeklinde bir ayrım söz konusu olmadığı gibi, şeflere ya da liderlere de sahip değiller. Richard Lee topluluğa bir başkanlarının olup olmadığını sorduğu zaman şu yanıtı alıyor:

'Elbette başkanlarımız var; aslında hepimiz birer başkanız, çünkü her birimiz kendi kendisinin başkanı.'

Kung topluluğu üzerine yürüttüğü alan çalışmasının sonuçlarını diğer avcı-toplayıcı topluluklar hakkında sahip olduğu bilgilerle birleştiren Richard Lee, bize şunları söylüyor: "Son yıllarda Kung topluluğu içinde ve diğer onlarca toplayıcı topluluk arasında yürüttüğüm çalışmalar sırasında doğrudan gözlediğim yiyeceklerin komünal paylaşımı olgusu, öyle hafife alınabilecek türden bir bulgu değil. Paylaşımın toplayıcılar arasındaki evrenselliği, Marks ve Engels'e ait olan ve insanlık tarihinde devletin ortaya çıkışından ve toplumun sınıflara bölünmesinden önce bir ilkel komünizm aşamasının yaşanmış olduğunu öne süren teoriye güçlü bir destek sağlıyor."

Gerçek bir komünal yaşam düşüncesi, çoğu zaman, teorik olarak desteklenmesi gereken ama pratik olarak gerçekleştirilmesi mümkün olmayan ütopik bir ideal olarak reddedilir. Ancak, toplayıcı topluluklarda gözlenen bulgular bize bunun aksinin doğru olduğunu söylüyor. Paylaşıma dayalı yaşam tarzı yalnızca gerçekleştirilebilir bir şey değil, dünyanın pek çok bölgesinde ve çok uzun süreler boyunca fiilen varolmuş bir gerçekliktir.

Bütün bunları avcı-toplayıcı topluluklar arasında insanların bir 'doğal durum' içinde bulunduklarını, ya da insan doğasının 'esas olarak' sosyalist olduğunu ileri sürmek için anlatmıyoruz. Böyle bir iddia, anti-sosyalist argümanı tersyüz etmek ve dolayısıyla aynı temel hatayı yinelemek anlamına gelir. Gerçekte, avcı-toplayıcı yaşam tarzının bizzat kendisi uzun süreli bir kültürel evrimin ürünüdür ve paylaşım da dâhil olmak üzere onun en önemli niteliklerinin pek çoğunun toplumsal olarak öğrenilmesi ve kültürel olarak güçlendirilmesi gerekir. Richard Lee yerinde bir yorumla şunu söyler: "Her bebek hem paylaşım yeteneği, hem de bencil olma yeteneği ile donatılmış olarak dünyaya gelir." Bununla birlikte, antropolojik bulgular insan doğası ile sosyalizmin hiçbir şekilde birbirine karşıt olmadığını kanıtlıyorlar.

Modern sosyalizm, insan doğası ile uygun olmanın da ötesinde şeyler vaat eder. Günümüzde, sosyalizmin anlamı ilkel komünizm koşullarına geri dönüş değil, binlerce yıllık zamanı kapsayan sınıflı toplumun teknolojik başarıları üzerine basarak muazzam bir ilerlemenin başarılmasıdır.

İlkel komünizm herhangi bir artık birikiminin yokluğu üzerinde şekillenmişti; modem sosyalizm ise, bugün üretim güçlerinin insanların yaşamlarını sonu gelmez bir didiniş içinde tüketmelerine gerek kalmadan herkesin tatminkâr bir yaşam sürmesine olanak tanıyacak bir artığı başarabilecek ölçüde gelişmiş olduğu gerçeğine dayanır.

Bugün sosyalizmin anlamı, çokuluslu şirketlerin, olağanüstü zengin kapitalistlerin ve onların devletlerinin tekelinde bulunan muazzam zenginliğin, üretim kapasitesinin, bilim ve teknolojinin bunlardan alınıp uluslararası ölçekli kolektif, demokratik bir kontrol mekanizmasına tabi kılınmasıdır. Sosyalizm, yeryüzünde yaşayan herkese yeterli yiyecek, giysi ve barınağın temin edilmesini, açlık ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasını güvence altına alacaktır. Zaman içinde, sömürüye, ulusal çelişkilere, savaşa, cinsel baskıya -bunları besleyen maddi koşulları ortadan kaldırmak suretiyle- bir son verecek ve tüm insanlığı tek bir toplumsal birim olarak birleştirecektir.

İnsanları kendi emeklerini ve emek ürünlerini kolektif olarak kontrol edebildikleri bir konuma yerleştirecektir. Böylece, yabancılaşmanın ve binlerce yıl süren kölecilik, serflik aşamalarından geçtikten sonra kapitalist ücretli emekle zirvesine çıkan insan doğasının tahribatının üstesinden gelinecektir.

Sosyalizm bireysel ve toplumsal ilişkileri dönüştürüp özgürleştirecek; insanların gereksinmeleriyle uyumlu, insanlığın gelişimini kolaylaştıran bir çevre yaratacak; insanın doğa üzerindeki etkinliğinin akılcılık temelinde planlanmasını olanaklı kılacak ve böylece doğal çevrenin insafsızca yıkıma uğratılmasına son verecektir.

İnsanoğlunun en temel özelliklerinden biri de sanatsal yaratıcılıktır. Tarihte görülmüş en eski oyma eser 300 bin yaşındadır. Her insan topluluğu kendisine özgü bir müzik ve dans yaratmıştır. Sanatsal etkinlik, tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de çok küçük, ayrıcalıklı bir azınlığın tekelindedir - çoğunluğun yaratıcılığı engellenir ve ezilir. Sosyalizm, serbest zamanı ve eğitimi genişletip herkese yaymak suretiyle bu yaratıcılığı özgürleştirecek ve sanatsal etkinliği yeniden sağlıklı bir yapıya kavuşturacaktır. Böylece büyük bir kültürel zenginliğin boy vermesi için gerekli ortam hazırlanmış olacaktır. Şu halde, sosyalizm tüm insanlarda müşterek olan temel maddi gereksinmeleri karşılamakla sınırlı kalmayıp bütüncül bir gelişme yaratacak, insan doğasını tüm yönleriyle zenginleştirecektir. Sosyalizm yalnızca gerçekleştirilmesi mümkün olan bir şey değil, ayrıca uğrunda savaşmaya değer bir zorunluluktur.

Çeviren: Bernar Kutluğ

Sosyalist İşçi Yayınları – Is Human Nature a Barier to Socialism?

SON SAYI