İşçiler kapitalistlerden daha akıllı, köylülerden daha okumuş ve gençlerden daha ciddi olduğu için devrimci değildir. İşçilerin devrimciliği tümüyle kapitalist sistemin doğasından kaynaklanır.
Kapitalist sistem tarihin akışını şaşırtıcı şekilde hızlandırır, üretici güçlerde öngörülemez bir gelişim ve patlama yaratırken, karı nasıl daha fazla artıracağı bu artışı nasıl sürekli hale getireceği sorusuna da çoktan yanıtını vermişti: Mülksüzleştirme!
Kapitalizm zenginliği hayal gücünün de ötesinde bir performansla sürekli şişirirken, çelişkili bir biçimde bu zenginlik ancak yaygın ve derin bir yoksulluğun, bu yoksulluğun toplumsal temeli olan mülksüzleşmenin üzerinde yükseldi.
Bir toplumsal ilişki olarak sermaye birikimi, bu iki karşıt dinamiğin aynı anda var olmasına bağlı. Karl Marks’ın ısrarla altını çizdiği gibi, kapitalizm sermaye birikimi demek. Üretimin, parçalanmış sermaye grupları arasındaki keskin rekabete bağlı olması, tüm toplumsal yapıların, siyasi kurumların, ticari anlaşmaların, ahlaki değerlerin, aile örgütlenmesinin, devletin, devletlerarası ilişkilerin, daha fazla biriktiremezse yok olacağının farkında olan sermaye gruplarının birikim ihtiyacına göre örgütlenmesi eğilimini yarattı. Ama ne yazık ki bu birikimin, tek bir kaynağı var. Ne sistem ne de tek tek kapitalistlerin kaçınabileceği, bir sanayi kompleksini insanın üretici emek gücü olmadan bütünüyle idare edecek robotlar dünyası ütopyası, bu acı gerçeği en azından ideolojik dünyada görmezden gelme eğiliminden kaynaklanıyor.
Sermaye birikimi patronlar sınıfının kendi özel tüketimleri dışındaki tüm gelirlerinin yeniden üretim sürecine aktarılarak daha fazla kar elde etmek için yatırıma aktarılması ve bu yatırımdan elde edilen gelirin de yeniden üretim sürecine aktarılması döngüsüdür. İşte acı olan da bu. Çünkü bu koskocaman döngüde, kapitalistlerin kar elde edebileceği tek bir mal var. Yatırım yapan bir kapitalist ne makinelerden ne de hammaddeden kar elde edebilir. Sermayenin bu değişmeyen kısmına yaptığı harcama, ne eksik ne fazla ürüne zaten aktarılmış olur. O zaman, Marks’ın sorduğu soru, anlamını daha da artırıyor: Öyle bir mal olmalı ki, kapitalistin üretim sürecinin çalışması için kendisine ödediği değerden daha fazla değer yaratabilsin. İşte bu mal, emek gücünden başka bir şey değil. Karın tek kaynağı, sermaye birikimi döngüsünün üzerinde yükseldiği mekanizma, yaşamak için emek gücünden başka hiçbir aracı, yeteneği olmayan ve sattığı emek gücünün değerinden daha fazlasını kapitalizmin doğal kontratıyla, bir toplumsal sözleşmeyle patronlara bırakan mülksüzleştirilmiş işçilerdir.
İşçilerin devrimciliğinin tarihsel ve güncel kökeni, işçi sınıfının mülksüz olmasındadır. Bir yandan yaşamak için emek gücünden başka hiçbir üretim aracına sahip olmamasında, koruyacak bir özel mülkiyeti, gezegeni ve başka toplumsal güçleri baskı altına almak özel için mülkiyete dayalı bir sınıf çıkarı olmamasındadır.
Egemen fikirler dünyası
İşçi sınıfı, sadece üretim araçlarından kopuk olması nedeniyle değil, mülksüz olmasına rağmen, kapitalist üretimin örgütlenmesinin doğası gereği üretimi kolektif olarak gerçekleştirdiği için, üretim araçlarını kolektif olarak insan emek gücünün bir etkinlik aracı olarak kullanabildiği için de devrimcidir.
Üretken emek gücünün üretim araçlarından kopuk olması, kapitalist çağın temel çelişkisini oluşturur. Üretimin toplumsal ve küresel karakteriyle, üretim araçları üzerindeki genişletilmiş ya da bireysel özel mülkiyet hakları nedeniyle patronlar sınıfının ürünlere ve zenginliğe el koyması arasındaki çelişki Karl Marks’a göre kapitalist çağın en temel çelişkisi.
Kapitalist sınıf “kan ve ateşle”, bombalar ve katliamla, savaşlar ve işkenceyle sürekli hale getirmeye çalıştığı egemenliğini bu yüzden parası her an elinden koparılıp alınacakmış, cüzdanı sokakta gasp edilecekmiş gibi kaygı ve panikle izler. Çünkü, iş akdi imzaladığı her işçinin emek gücünü yasal bir biçimde çaldığının ve bütün hırsızlar arasından en utanmaz hırsız olduğu için parıltılı bir yaşam sürdürdüğünün farkındadır. Kaygısının ve paniğinin bir nedeni de doğrudan üreticilerin de, emekçilerin ve yoksulların da bu hırsızlığın farkında olduğunu bilmesi ve egemenliğini kurmaya başladığı anın, sosyal devrimin, aşağıdan küresel bir alt üst oluş ihtimalinin de devreye girdiği an olduğunu kavrayan bir sınıf olması. Minicik bir nüfusa sahip vahşi bir egemen sınıf üyesi olduklarını bilir burjuvalar.
Bu tarihsel olarak ömrünü doldurmuş ve tarihsel olarak kan dökmeden yönetemediğini kanıtlayan dünya nüfusunun minicik bir kesimini oluşturan egemen sınıfın hala ayakta olmasının nedeni ise ne sadık katiller komitesi olarak kendisine hizmet eden devlet aygıtının baskı gücü tek başına ne de silaha, işkenceye, savaşa kafasını yoracak, ustaca taktikler geliştirecek kadar boş zamana sahip olması. Bir tek fabrikada bir patrona karşı on binlerce işçi! Bir şirketler grubunda bir yönetim kurulu ve şirket ortakları güruhuna karşı yüzbinlerce işçi!
Bir ülkede bir devlet aygıtına, 700 bin kişilik ordu ve 120 kişilik polis gücüne karşı on milyonlarca işçi! Tüm dünyada devletlere bağlı sadece otuz milyona yakın silahlı güce karşı milyarlarca doğrudan üretici! Bu yüzden sorun sadece sayılarda, egemen sınıfın sahip olduğu şiddet araçlarında ve devletin baskıcı örgütlenmesinde değil. Sorun, burjuvazinin yine Karl Marks’ın işaret ettiği bir alanda sürdürdüğü egemenliğinde. Marks, üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfların entelektüel üretim araçlarına da sahip olduğunun altını çizmişti. Bir işçinin üretilmesine katkıda bulunduğu bir ürünün karşısına almaya gücünün yetmeyeceği cazip bir tüketim malı olarak çıkmasındaki sihirin ve çelişkinin devamlılığının sağlanmasının temel ne deni egemen sınıfın bu sihiri olağan, meşru ve değiştirilemez ilan eden fikirlerinin egemenliğidir.
Egemen fikirlerin panzehiri
Karl Marks ölmeden birkaç sene önce kendisiyle röportaj yapan bir gazeteci şunları yazıyor: “Bütün bu söyleşi, yaşın ve çağların izi üzerine, günün konuşmaları ve akşam sahneleri, zihnimde, yanıtını bu bilgeden isteyeceğim varlığın nihai yasasıyla ilgili sorusunu düşürdü aklıma. Dilin derinliklerine dalarak ve vurgunun yükseklerine çıkarak, devrimciyi ve filozofun sözlerini şu vahim sözcüklerle kestim: ‘Nedir?’… ‘Nedir?’ diye sorduğum soruya, derin ve ağırbaşlı bir tonla yanıt verdi: ‘Mücadele!’ Başta sanki çaresizliğin yankısını duymuşum gibi geldi bana; ama ola ki, bu yaşamın yasasıydı.”
Mücadele, yaşamın yasası olduğu gibi, egemen fikirler dünyasını parçalayacak da tek araçtır. İşçi sınıfının kapitalist üretimin kendi doğasından kaynaklanan devrimciliği, yine kapitalist sınıfın tüm toplumsal yapıların en derinlerine işleyen fikirlerinin egemenliğiyle örselenir. Egemen fikirler, her gün yeni baştan işçi sınıfını böler. Bu yüzden işçi sınıfının fiziksel bölünmüşlüğünden daha önemlisi, fikri bölünmüşlüğüdür. Her politik konu, dünyada yaşanan her keskin politik tartışma, işçi sınıfının saflarında da aynı sertlikte yaşanır. Egemen sınıf, tüm propaganda araçlarıyla, yukarıdan aşağı, radikal bir değişimin gerçekleşemeyeceği yönünde fikri saldırısıyla işçilerin dünyasında hegemonya kurmaya çalışır. Devlet, aile, din, eğitim, her yanı kuşatan boğucu bir ağ olarak medya, kültürel ve ahlaki değerlerin toplamı, egemen sınıfın silah arkadaşları olarak sadık rollerini oynar. Bu rol, temelde, kapitalist sistemin akla uygun tek sistem olduğunu, olsa olsa bir miktar daha reforme edilerek biraz daha akla uygun hale getirilmesinin yeterli olacağını anlatmaktan ibaret. İşte bu yüzden bize gereken tek şey, Marks’la röportaj yapan gazetecinin aktardığı gibi mücadeledir. Üstelik bu mücadele, sosyalistler istese de istemese de süre gider. Her iş başı anı, mücadelenin de başladığı andır. Kapitalist sistemin pahalı, devasa ve karmaşık aygıtlar ve örgütlenmelerle işçi sınıfı üzerinde kapitalist sistemin akla uygun tek sistem olduğu yönünde hegemonya kurmaya çalışması, sadece, bunun ne kadar çürük bir fikir olduğunu göstermekle kalmaz. Milyonlarca işçinin her gün bu fikre ikna edilmek zorunda olduğunu, kısaca, bu fikrin her gün yeni baştan sorgulandığını da gösterir. Yukarıdan aşağıya bütün burjuva propagandasına rağmen, aşağıda, işçi sınıfının çalışma koşullarından, eşitsizlikten, adaletsizlikten her gün yeniden türeyen sorgulamalar arka arkaya patlar. İşte mücadele, bu sorgulamaların yoğunlaşmasını, derinleşmesini, işçilerin netleşmesini, tek tek bütün egemen sınıf kurumlarının teşhir olmasını sağladığı için önemlidir.
Egemen sınıf fikirlerinin ve kurumlarının ne ölçüde teşhir olacağını ise işçilerin mücadelesinin derinliği, bu mücadelenin ne kadar yaygın ve sürekli olduğu, hangi kurumlarla karşı karşıya geldiği belirler.
Bu yüzden hiçbir mücadele başlığı küçümsenemez. En basit işyeri taleplerinden en radikal sloganlarla dile getirilen politik taleplere kadar mücadelenin her bir başlığı işçi sınıfını daha büyük mücadelelere hazırlayan bir okul işlevi görür.
İşçilerin deneyim kazandığı, aralarındaki bölünmüşlüğün azaldığı, öncü işçilerin kendine güvenle harekete geçtiği, patronların bir mücadele sırasında hangi dümenleri çevirebileceği konusunda kitaplardan asla öğrenilemeyecek deneylerin ve bu deneyler ışığında işçi sınıfının büyük çoğunluğunu mücadeleye tekrar ve tekrar kazanmanın taktiklerinin öncü işçiler tarafından şekillendirildiği süreçlerin toplamı olmadan işçi sınıfı egemen sınıfın fikirlerinin etkisinden kurtulamaz.
İşçiler ve devrimciler
Karl Marks’ın anlaşılamama rekoru kıran en önemli tezi, işçi sınıfının kuruluşunun kendi eseri olacağına dair yaptığı vurgudur. Bu tezin anlaşılmasının önünde sayısız engel var. Bu engeller yüzünden, “parti bayrağı daha daha yukarı” sloganları, utanmadan, sıkılmadan atılabiliyor eylemlerde.
Devrimci olanın, işçi sınıfının kendi eylemi olduğu tezi, neden bu kadar anlaşılması güç geliyor? Bunun ilk nedeni, leninizmin, stalinizmin buzdolabında dondurulmuş halinin, tüm devrimci yanları yok edilerek, kuşaklar boyunca sosyalizm geleneğinin kristalize olmuş hali olarak anlatılması. 1930’larda Rusya’da iktidarı ele geçiren bürokratik devlet kapitalisti egemen sınıf, egemenliğini devrimci geleneğin bir devamı olarak yutturmak için, Lenin’i önce ikon haline getirip, ardından tüm devrimci içeriğini boşalttı. Böylece Lenin, “Parti, parti, parti” diye bağıran, kurnaz bir parti memurları hiyerarşisinin zirvesindeki iktidar düşkünü figüre çevrildi.
Bu figür, stalinist diktatörlüğün sosyalizm, parti iktidarının işçi sınıfı iktidarı olarak algılanmasına yardımcı oldu. 1930’lar Rusya’sında rejim muhaliflerine yönelik en önemli suçlamalardan birisi, Lenin düşmanlığı oldu bu yüzden. Bir parti aygıtının egemenliği sosyalizmse, bu sosyalizmde işçi sınıfının kendi eylemine ne hacet! Giderek, kapitalizme karşı mücadele sırasında da akıllı ve devrimciliği şüphe götürmez bireylerin kurtarıcı faaliyetlerinin örgütlendiği bir aygıt olarak partinin kendi eylemi, bu eylemin örgütlülüğü, planlaması, ciddiyeti, kararlılığı, sıradan işçilerin kendi eyleminden çok daha devrimci gelebilir.
Nitekim geldi de.
Sosyalizm mücadelesi, tarihin motoru sınıflar mücadelesidir yaklaşımından çok, kahraman devrimcilerin eylemi olarak görüldü ve sürdürüldü. Her şeyi bilen devrimciler, ilk bakışta şiddetli bir aydınlanmaya ihtiyaç duyuyormuş gibi görünen işçileri kurtarmak üzere yola çıktılar. “Çok şey söylendi onlara dair”, “koyun gibisiniz kardeşim” de denildi, gerçekten bir sürüye benzetilen bildiriler de yayınlandı.
Oysa ne stalinizmin sosyalizmle, ne de kahraman edebiyatı yapanların marksizmle bir ilgisi olabilir. Partiyi, işçi sınıfının aklı olarak iddia edenler, işçileri akılsız ilan etmekle kalmıyor, bir de hafıza ve akıl arasında küçük bir çarpıtma yapıyor.
Devrimci gelenek, kimsenin, özellikle işçi sınıfının aklı değildir. Daha basit bir şeydir devrimci gelenek: İşçi sınıfının dünya çapında mücadelesinin, deneylerinin biriktiği bir havuzdur. Devrimci bir parti, sadece bu mücadelenin deneylerinin hafızasına sahiptir. Hafıza, tek bir bireyin yaşamında oynadığı kaçınılmaz işlevi, sınıflar mücadelesinde de oynar. Paris Komünü bilinirse, 1905 Rus devrimi çok daha iyi anlaşılabilir. 1871’de ortaya çıkan komün tipi işçi demokrasisiyle, 1905’te ortaya çıkan işçi Sovyetleri arasında benzerlikler görülebilir. 1917 Ekim devrimi, bu deneylerin üzerinde yükselir. 1918-1923 yılları arasında Avrupa’da arka arkaya patlayan işçi devrimlerinin neden yenildiğinin deneylerine sahip olmak çok önemlidir. 1919 yılında Torino’da işçiler tarafında icat edilen konseyler deneyinin yenilgisi, İtalya’da faşizmin yükselişi, 1925-1927 Çin devriminin yenilgisinin nedenleri bilinirse, 1930’lardaki Nazizm felaketi ve dünya savaşının nedenleri daha iyi anlaşılabilir. İspanya’da faşizme karşı mücadele deneyleri, Almanya’da Hitler’e karşı mücadele deneyleri, bugün MHP’yi anlamak açısından da önemlidir.
Emperyalizm ve emperyalizm teorileri bilindiğinde, ABD’nin on yıldır süren işgal politikaları ve ABD’nin yenilmesinin neden sosyalizm mücadelesi için önemli olduğu daha iyi kavranır. Sendikaların savaş karşıtı harekette aktif bir rol oynamasının gereği daha çabuk anlaşılır. Devrimci olan işçi sınıfının kendi eylemidir. Devrimciler, bu eyleme sadece yardımcı olabilir, eylem içindeki işçilere mücadele deneylerinin bilgisini aktarmaya çalışarak, her eylemin işçi sınıfının uluslararası hareketinin derslerle dolu olan bir parçası olduğunu bilerek, aslolanın eylemin birleşmesi, her düzeyde daha kitlesel bir birliğe dönüşmesi olduğunu bilerek yardımcı olabilirler. Yardımcı olmak, kurtarıcı olmaktan daha az şatafatlı görünebilir. Ama kurtarıcıların ve kurtarıcı peşinde koşanların istisnasız, her seferinde egemen sınıfların şu ya da bu kanadıyla ve fikriyle uzlaşması, sınıflar mücadelesi tarihinin başka bir kuralıdır.
İşçi Demokrasisi
Sosyalizm teorisi, işçi sınıfı bu teorinin merkezine yerleştiğinde, gerçek bir toplumsal güç olarak tarih sahnesine çıktığında bilimsel bir karakter kazandı. Toplum mühendisliğinin ütopik toplumsal icatları ve girişimleri yerine sıradan insanların değiştirirken değiştikleri kolektif ve aşağıdan eylemin ürünü olarak sosyalizm anlayışı Karl Marks tarafından geliştirildi.
Sosyalizm, mal ve hizmetlerin küresel üretim zinciri içinde temel üretken güç olan işçi sınıfının, diğer toplumsal sınıflardan bütünüyle farklı olan bir özelliğinin ürünü. Bir yandan sanayi üretiminin parçalanması mümkün değil. Bir okulun, bir hastanenin, bir fabrikanın içinde gerçekleşen üretim parçalanamaz. Bu üretimin gerçekleşmesinin ve yeniden gerçekleşmesinin tek yolu, üretim zincirinin tüm noktalarındaki işçilerin iş süreçlerinin devamlılığının sağlanmasıdır. Okulun elektriğe, ısınmaya, temizliğe, öğretmene, muhasebeye, müfredata, tebeşire, sağlık hizmetine vs ihtiyacı vardır. Eğitim hizmetinin üretiminin devamlılığının sağlanması için bir okul içinde bu üretimlerinin hepsinin gerçekleşmesi gerekir. Bir kısmı, elektrik, ısıtma, tebeşir, defter, kalem, bilgisayar ve sağlık gibi, bölge ve hatta ulusal çapta örgütlenmesi gereken bu ihtiyaçlar, neden tek bir sanayinin, tek bir alanda parçalanamayacağını da gösteriyor. Eğitim hizmeti, son derece kolektif bir üretim sürecinin bir parçası.
Üretimin kolektif olması ve üretimin parçalanamaması, emekçilerin ancak kolektif bir üretim yapma yeteneğine sahip olduklarını da kanıtlıyor. İşçi sınıfı bu yüzden daha önceki ve diğer tüm toplumsal sınıflardan farklı, kolektif bir karaktere sahip. Daha önceki ve diğer toplumsal sınıfların, siyasi kurtuluşları için verdikleri mücadele, bu sınıfların üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet haklarını garanti altına almanın aracıyken, işçi sınıfının siyasi kurtuluşu için verdiği mücadele, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmanın ilk adımı olarak görülmek zorunda bu yüzden. İşçiler başka sınıfları sömürmek için değil, sömürü mekanizmasını dağıtmak için siyasi iktidarı ele geçirmek zorunda. İşçi sınıfının siyasi kurtuluşu için verdiği mücadele ekonomik hakları için verdiği mücadeleyle bu yüzden kopmaz bir bağa sahip. İşçi sınıfının, bir başka sınıfı sömürmek için bir mekanizmaya ihtiyaç duymaması, özellikle de toplumun küçük bir azınlığını oluşturan mülk sahibi sınıflar gibi çoğunluğu baskı altında tutmak için örgütlenmemesi, işçi sınıfı demokrasisinin sadeliğinin de nedenidir. Her bir yanı iki yüzlülükle, rüşvetle, işkenceyle, polis zorbalığıyla, bürokratik kokuşmuşlukla dolu olan kapitalist demokrasiyi öve öve bitiremeyenler, sıradan insanların yönetemeyeceklerine duydukları derin, sarsılmaz ve biraz da ahmakça bir inançla, tarihi, kapitalizm aşamasında dondurmaya çalışıyorlar. Ama tarih donuk bir şey değil. İşçi sınıfının demokrasisinin nasıl işlediğini gösteren deneyler yaşandı. Hem 1871 yılında Paris Komünü’nde, hem 1905 ve 1917 Rus işçi devrimlerinde, kısa süren ömürlerine rağmen, kapitalizmin demokrasisinden kat be kat özgürlükçü, eşitlikçi ve basit ve sade yapılarla işleyen işçi demokrasisi deneyleri yaşandı. Kapitalist demokrasi ekonomik ve siyasi alanı birbirinden ayırır ve zorbalığını bu sayede gölgelemeye çalışırken, işçi sınıfının siyasal demokrasisi, ekonomik mücadelesi sırasında kurduğu örgütlerin, birliklerinin, grev komitelerinin yaygınlaşması, bu örgütlerin genel bir ayaklanmanın milyonlarca işçiyi kapsayan doğrudan demokrasiye en yakın siyasi merkezlerine dönüşmesiyle şekillenir.
Kapitalist devlet üst kattadır. Burjuva parlamentosu üst katta, esas işlevi en aşağıda, sermayenin zincirlerinin dövüldüğü işyerlerinde kapitalist sınıfın egemen liği sağlama almanın aracı olan kapitalist devlet mekanizmasını gölgeler.
Milyonlarca işçinin devrimci eylem içinde şekillenen bilincinin ve yaratıcı yeteneğinin bir ifadesi olan işçi devleti ise zaten alt kattadır. Bütün ayrıcalıkları, profesyonel ordu, polis ve bürokrasiyi, seçilenlerin seçenler tarafından her an geri çağırılabilme hakkının sürekliliğiyle yok etme eğilimini hâkim hale getirirken, siyaseti üretim sürecinde, kolektif olarak çalışan sınıfın ellerinde toparlar. Sovyet tipi demokrasi, bu yüzden kapitalizm altında tüm ezilenlerin özgürlük kürsüsüne dönüşür.
İşçi demokrasisi ve devrimci parti
Sovyet, yani işçi sınıfının kendisini egemen sınıf olarak örgütlediği işçi devleti, eşitsiz bilinç ve deneylerin toplamını ifade eder. İşçi sınıfının tüm kesimleri ve siyasi örgütleri, işçi demokrasisinin “parlamentosu” olan Sovyetlerde tartışır, örgütlenir ve çoğunluğu kazanmak için mücadele eder.
İşçi devleti, işçi sınıfının bütününün devletidir. 1905 yılında Rusya-Japonya savaşının yarattığı ekonomik kriz ve siyasi bölünmüşlük içinde Rus işçi sınıfı ayaklandı. Ayaklanma devrimci patlamaya dönüştü. 1871 yılında Paris işçilerinin ayaklanması sırasında şekillenen Komün tipi örgütlenme 1905 devrimi sırasında Sovyet adı verilen sınıf şekillenmesinin en yüksek düzeylerinden birisinde yeniden canlandı.
Dönemin Bolşevik Partisi’nin önde gelen üyeleri Sovyet adını alan örgütlenmenin ne siyasi ne de tarihsel önemini kavrayabildiler. Bolşevik Partisi sovyete ültimatom vermeye hazırlandı. Bolşeviklere göre Sovyet partiye katılmalıydı!
Tartışmaya katılan Lenin, “Sovyet mi, parti mi?” sorusunu sormanın yanlış olduğunu, hem sovyeti hem partiyi savunmak gerektiğini vurguladı. Sovyet, işçi sınıfının mücadele eden tüm kesimlerinin doğrudan demokrasiye en yakın biçimde işleyen kolektif eyleminin ve bilincinin ifadesiyken ve tam da bu yüzden işçi devriminin üzerinde yükseldiği, toplumun tüm ezilenlerini etrafında toparlayan politik odakken, devrimci parti de varoluşunu devam ettirmek zorunda.
Parti mi Sovyet mi tartışmasını bugün yapmak anlamsız gelebilir. Hâlihazırda işçi sınıfının öldüğünü ya da gücünü yitirdiğini düşünenler açısından kesinlikle anlamsız bir tartışma bu. Ama işçi sınıfının toplumsal değişimin sahici öznesi olma yeteneğini yitirdiğini hiçbir somut kanıt göstermeksizin savunanların da sınıflar mücadelesinde bir anlamları olduğu söylenemez.
Anlamlı olan işçi sınıfının kendi eylemi. Bu eylem kendiliğinden biçimler alabilir, patlamalar halinde devam edebilir, sendikal örgütlenmeler aracılığıyla sarsıcı eylemlere dönüşebilir, hiç beklenmedik bir anda bir işçi eylemi tetikleyici bir rol oynayabilir ve zincirleme eylemler önüne gelen tüm kurumları süpürerek yıkıcı bir güç kazanabilir. Rusya’da böyle oldu. İşçi sınıfı tarih sahnesinde kendi kaderini kendi ellerine alma cesaretini gösterdiğinde ve “ben varım “ dediğinde tüm kurumlar hızla dağılmaya başladı. Rusya’da adı Sovyet olan örgütlenme kurulu tüm ilişkileri ve yapıları parçalayan eylemin aynı zamanda burjuva çağının hiçbir aşamasında eşi benzeri olmayan yaratıcılık patlamasının, adalet patlamasının, eşitlik patlamasının da adı oldu. Yine de tüm bu toplumsal patlamaya rağmen devrimci bir işçi partisine ihtiyaç var. İşçi sınıfının devrimci geleneğine ihtiyaç var. İşçi sınıfının eylem kılavuzu olacak bir kütüphaneye ihtiyacı var.
Mücadelenin düzeyi ne olursa olsun, sınıf bilinci, eyleme katılan işçilerin bilinci, eylem içinde sorunu uzlaşmayla çözmek isteyenlerin ağırlığı, aşağıdan hareketin taleplerine sırtını dönmeye meyleden liderliklerin ağırlığı nedeniyle parçalı olmaya devam edecek. Sadece durgun zamanlarda değil, hareketin patlama anlarında da egemen fikirler işçi sınıfının arasına sızacak. İşçi sınıfının eylemi tarihsel bir derinliğe ulaştığında, egemen sınıf, fikirlerini sosyalistlerden daha sosyalist formüllerle ifade etmeye devam edecek. Eğer sosyalizm mücadelesi, tek başına işçi sınıfının burjuvaziyi devirme mücadelesi değilse, aynı zamanda işçi sınıfının öncülerinin işçi sınıfının geri kalan kesimlerini her gün yeniden tekrar tekrar kazanma mücadelesiyse, hareket halindeki işçilerin öncülerinin işçi sınıfının dünya tarihsel mücadele geleneği üzerinde yükselen politik fikirler üzerinde bir arada kalmaya, tartışmaya devam etmesi gerekir. Devrimci parti de budur işte!
21. yüzyılda işçi sınıfı
İşçi sınıfının devrimci gücünün azaldığını ya da yok olduğunu iddia etmek için üretilen en güçlü iddia, aslında bir iddia bile sayılamayacak olan, işçi sınıfı artık eskisi gibi değil tezi!
Artık eskisi gibi değil! Peki nasıl?
Yanıt: yok!
Eğer, işçi sınıfı devrimci güce, kapitalist üretimin kendi örgütlenmesinin doğal bir sonucu olarak sahipse, bu gücün toplumsal niteliğinin değiştiğini kanıtlamanın ilk yolu, kapitalist üretimin örgütlenmesinin değiştiğini kanıtlamaktır. Eğer tartışmada bir seviye olacaksa, bunun ilk adımı, işçi sınıfının nasıl ve neden öldüğünü, gücünü yitirdiğini, örneğin Karl Marks’ın kapitalizm analizini çürüten ya da aşan bir başka analizle kanıtlamaktır. Sistemin, eğer hala, sermaye birikimi ve kar güdüsüyle hareket ettiği düşünülüyor ama buna rağmen işçi sınıfının zayıfladığı, yok olduğu ya da biçim veya nitelik değiştirdiği iddia ediliyorsa, meta üretiminin ve genişlemiş meta üretiminin, paranın sermayeye nasıl dönüştüğünün ve tüm bu mekanizmanın içinde karın nasıl ve nereden elde edildiğini kanıtlanması gerekir.
Üretim yapmak için bir miktar parayla bir miktar mal almak ve üretimin sonunda bu malları başlangıçta harcanan paradan daha fazla bir para kazanarak satmak gerekiyor.
Ne kadar tartışırsak tartışalım şu soru yanıtlanmak zorunda: sermayenin üretiminde ve dolaşımında, eğer karın kaynağı, işçi sınıfının emeğinin karşılığı ödenmemiş kısmı değilse, kar nereden kaynaklanmaktadır?
Bu soruya kaçamak cevap veren ya da duymazdan gelenlerin, işçi sınıfının niceliğine sarılmaları ise daha da anlaşılmaz. İşçi sınıfının sayısında bir azalma değil, tersine bir artış söz konusu.
Doğan Tarkan’ın bir yazısında vurguladığı gibi, dünyada 270 milyon sanayi işçisi var. Bunların yüzde 40’ı gelişmiş OECD ülkelerinde, yüzde 15’i Çin’de, yüzde 15’i Latin Amerika’da, yüzde 15’i eskiden SSCB’yi oluşturan ülkelerde, yüzde 10’u Asya’da ve yüzde 5’i Afrika’da. Bu, sadece sanayide çalışan ücretli emekçilerin sayısı. 1990’lı yıllarda yapılan bir araştırmaya göre, dünyada üçte biri sanayi sektöründe çalışan 700 milyon ücretli işçi ailesi var. Aileleriyle birlikte 2 milyardan daha fazla sayıda insan, işçi olarak yaşamak zorunda.
Dünya nüfusunun üçte biri ücretli emekçi.
Bu sayıya tarım işçilerini, topraksız köylüleri ve işsizleri eklediğimizde, dünya nüfusunun yarısının yaşamak için ellerinde emek güçlerinden başka satacak hiçbir malı olmayan insanlardan, yani işçilerden oluştuğu açığa çıkar.
Kısacası, işçiler vardır!
Yaklaşık üç milyar insan her sabah, eğer işi varsa, işe gitmek, üretim sürecinin doğal bir kanunu gibi görünen soyguna maruz kalmak, iş kazalarında ölmek, karı ve zenginliği kendi yoksulluğu pahasına üretmek zorundadır.
Yüz milyonlarca insanın her gün yaşadığı ve bu sistem değişmezse ölene kadar yaşayacağı bu sıkıntı ve yabancılaşma dolu sistem, sayıca dünya nüfusunun yarısını oluşturan işçilerin eylemiyle değişecek. Bu değişim için ilk iş, en azından birkaç milyar insanın işçi olduğunu görmesini bilmeyenlere bu insanların işçi olduğunu anlatmaktır!
Üstelik, işçi sınıfı sadece küresel ekonominin temel gücü değil. Türkiye’de de nüfusun temel üretken gücünü işçiler oluşturuyor.
Yok olması, etkisiz olması bir yana, üretim ve hizmet üretimi alanında ücretli emekçiler ezici bir çoğunluğa sahip.
Türkiye İstatistik Kurumu’na göre, 2007 rakamlarına göre istihdam edilen insan sayısı 22 milyon 750 bin. İstihdam edilenler içinde 11 milyon 683 bin kişi, çalışanların yüzde 51.4’ü, ücretli işçi.
Gündelik ücret karşılığında çalışanları ise genel toplam içinde 1 milyon 733 kişi. İşçilerin yüzde 29.5’i tarım, yüzde 20.2’si sanayi, yüzde 6.2’si inşaat ve yüzde 47.7’si de hizmet sektöründe çalışan ücretliler.
Buna 2008 yılının işsizlik rakamları eklenirse, Alman devrimci Engels’in tabiriyle yaşamak için emek güçlerinden başka satacak hiçbir şeyi olmayanların sayısı daha da artar. İstatistik Kurumu’na göre 2008 yılı işsiz sayısı ortalaması, nüfusun yüzde 11’i. 2008 yılında başlayan krizde işten çıkartılanlar, hiçbir iş bulma umudu taşımadığı için kayıtlara geçmeyenler ve mevsimlik işçiler eklendiğinde, Türkiye’de yaklaşık 15 milyon işçinin de işsiz olduğu ortaya çıkar.
Kısacası, tıpkı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de parlak gözlü, Hollywood filmlerinden gördüğümüz uçma, zıplama yeteneklerine sahip robotlar değil, karşılığı ödenmeyen emek gücüyle sermaye birikiminin, karın ve zenginliğin temeli olan işçiler toplumsal sınıflar arasında en kitlesel gücü temsil ediyor.
Rakamlar, Türkiye’de, işveren ya da diğer bir deyişle patron sayısının 1 milyon 330 bin kişi olduğunu gösteriyor. İşsiz, çalışan, mevsimlik çalışan yaklaşık 40 milyon kadın ve erkek işçiler sınıfının karşısında 1 milyon 330 bin kişilik bir “işi olup da verenler” sınıfı. Dünyadaki sınıflar mücadelesine bağlı olarak Türkiye’de değişim, milyonlarca kadın ve erkek işçinin tek tek bireylerin iradesinden bağımsız bir şekilde süren eyleminin, mücadelesinin ürünü olarak yaşanıyor. Burjuva politikasının bütün özü, hangi burjuva partisiyse, milyonlarca işçiyi önce sakinleştirip, ardından kendi politikalarının en akla yatkın politika olduğuna ikna edecek olan, o partiyi bulmak, yaratmak, güçlendirmek, politik destek vermek ve yatırım yapmaktan ibarettir.
Sosyalizm mücadelesinin özü ise bu kırk milyon işçinin kendi hareketini desteklemek, bu hareketin önce var olduğunu görmek, kırk milyon kişiyi bölen temel fikirlere karşı mücadele etmek, kırk milyon işçinin en örgütlü kesimleriyle bağlantı kurmak, onlara güven vermek, onların eyleminin her daim yanında olmaktır. Geçmişte ve bugün mücadele eden milyonlarca işçinin deneylerini, yenilgilerin nedenlerini, zaferlerin hangi yöntemlerle sağlandığını anlatmaktır.
Bunun dışında sosyalizm savunuları laf-ı güzaftır!
İşçi sınıfı nerede?
Uzun, çok uzun bir süre, küreselleşme sürecinin işçi sınıfının yapısını, varlığını ve gücünü yitirdiğini anlattılar ki, 2008 yılının Eylül ayında başlayan kriz anlatanları da öve öve bitirilemeyen küreselleşme sürecini de yalanlamasına ve rezil etmesine rağmen, bazı yalanların tortuları alıcı bulabiliyor hala.
Alıcı bulabiliyor çünkü tarihin motoru işçi sınıfının patronlar sınıfına karşı verdiği mücadeledir tezi, işçi sınıfı her an “dünyayı değiştiren” eylemler, devrimci patlamalar içinde olmalıdır diye algılanıyor. Örgütlü işçi sınıfı her gün dünyanın bir yerini yangın yerine çevirmiyorsa, işte, işçi sınıfının eskisi gibi olmadığının kanıtı size! Zaten hiçbir şey eskisi gibi değil! 21. yüzyılın şafağında, teknolojik sıçramalar en belirleyici güç haline gelmişken, her şey değişirken, işçi sınıfının değişmemesi imkansız!
“Hani, büyük tarihsel atılımların sınıfıydı işçi sınıfı, nerede” demeye getiriliyor.
Halbuki işçilerin nerede oldukları belli! İşlerinin başındalar.
İşçi sınıfı mücadeleye, “işte buradayım” demek için, varlığını kanıtlamak için atılmaz. Somut, yaşamsal sorunlarına kolektif mücadele dışında bir yanıt verme ihtimali kalmadığında harekete geçer.
Bırakalım, tek tek işçileri işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücünü yitirdiğini anlatarak avlamaya çalışan “kasıtlı propagandacıları”, işçi hareketi üzerine en çok kafa yoran, işçi sınıfının çeşitli örgütlenme düzeyleri arasındaki ilişkileri en çok inceleyen, işçi sınıfının devrimci partisinin örgütlenmesi için en çok mücadele eden ve sonucunda zafer kazanan ilk işçi devrimine liderlik yapan Bolşevik Partisi’nin en önemli simgesi olan Rus devrimci Lenin bile, 1916 yılının sonlarında hareketin geleceği ile ilgili karamsar düşüncelerle doluydu. Kendi kuşağının yeni bir devrime tanıklık edemeyeceğini söylemişti. Birinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında, milliyetçilik gemi azıya almışken, dünyanın en önemli sosyalist partisi olan Alman SDP savaşı destekleyerek sosyalizme ihanet etmişken, milyonlarca işçi cephelerde değişik ulusal üniformalar altında birbirini öldürürken Lenin’in karamsarlığa kapılması doğal.
Ama en az bu kadar doğal olan bir başka gelişme ise Rus işçilerinin Lenin’e aldırış etmemeleri ve birkaç ay sonra Şubat 1917’de beş günlük bir devrimci patlamayla Çarlık rejimini devirmeleri.
Sınıf mücadelesi, hareketin ta kendisidir. Hareket, çeşitli düzeylerde her daim sürüyor.
1990’ların ortalarında, çöp işçileri greve çıkmıştı.
Merkez medyanın değeri ölçülemeyen köşe yazarlarının bir kısmı çöp kokusundan rahatsız olmuş, çöp toplamayan işçileri yaşanacak sağlık sorunlarından ve salgın hastalık ihtimallerinden sorumlu tutmaya başlamıştı. İşçilerin tepkisi ise gerçek çöpün bu gazeteler olduğunu çöp yığınlarının üzerinde yakmak olmuştu. Bugün etrafı çöp kokusunun sarmamış olması çöp işçilerinin eski güçlerinde olmamasından değil, ancak sayısız çelişkinin bir araya gelmesiyle kendisine patlayacak kanalları yaratacak olan sınıf hareketinin düzeyinden. Önemli olan, bu çelişkilerin her birinde, her bir ekonomik ve politik sorun açığa çıktığında, bu sorunları işçi sınıfının bütünün ilgisini çekebilecek biçimde formüle edebilecek, bu ilgiyi çekebilmek için hareketin öncülerinin güvenini eylem ve her günkü mücadelede kazanmış olan, devrimci bir politik odağın yaratılabilmesidir.
İşçi sınıfı mücadelesine ara vermiyor. Sınıf hareketi sayısız olasılığa sahip, sürekli devam eden bir hareket. İşçi sınıfı bu hareket içinde, sürekli örgütlenmeye, direnmeye çalışıyor. İşyeri komiteleri, işyeri direnişleri, işçi dernekleri, sendikalar, konfederasyonlar, işçi basını sınıf mücadelesinin düzeyine ve yaygınlığına bağlı olarak ve sürekli örgütleniyor.
İşçi sınıfının tarihi yaptığının inkâr edilemez anları olan devrimci patlamalar ve bu şiddetli sarsıntıları örgütleyen ve adına Sovyet, şura, işçi meclisleri, konsey denilen yapıları, bugün süren hareketin ve örgütlerin içinde tohumlar halinde bulunuyor.