Bugün, dünya siyasetinin temel sorunu, Amerika’nın tek başına hareket etme eğilimidir. George Bush’un, 2001 yılının Ocak ayında başkan seçilmesinden bu yana, bu eğilim Amerikan yönetiminin en belirgin özelliği olarak görülmektedir. Seçimlerden hemen sonra, Bush’un, küresel ısınma konusundaki Kyoto protokolünün iptal edileceğini ilan etmesi Financial Times gazetesinde şu yorumun çıkmasına neden olmuştu: “Yurtiçinde liberalleşme ve yurtdışında tek başına hareket etme eğilimine sahip olması gösteriyor ki, bu hükümet, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en muhafazakar Amerikan hükümeti olacak.”1
Bu eğilim, 11 Eylül 2001’den itibaren çarpıcı bir biçimde güçlendi ve en somut şekliyle Amerika’nın Irak’a karşı, mevcut rejimi değiştirmek amacıyla (tabii ki Amerika’nın kuyruğundan ayrılmayan dalkavuk Tony Blair ile birlikte) savaş açma girişiminde görüldü. New York ve Washington’a 11 Eylül’de yapılan saldırının birinci yildönümünü izleyen günlerde, Amerika’nın Ulusal Güvenlik Stratejisi açıklandı. Bu strateji şu durumun onaylanmasıyla başlıyor: “Birleşik Devletler, dünya üzerinde eşsiz bir etkiye ve güce sahiptir.” Ve şu uyarıyla devam ediyor: “Askeri gücümüz, Birleşik Devletler’i geçmek ya da onunla eşit düzeye gelmek umuduyla silahlanmaya devam eden potansiyel düşmanlarımızı, bu niyetlerinden vazgeçirmek için yeterince güçlüdür.”2
Bu sözünü sakınmayan açık itirafı, sağ görüşlü gazeteci Anatol Lieven, “Amerika, kesin bir askeri üstünlük sağlayarak, dünyaya tek başına hakim olmaya çalışıyor’ şeklinde yorumladı. Açıklanan bu ulusal güvenlik stratejisi, ‘ekonomik küreselleşmeyle birlikte, Büyük Güçler arasında yüzyıllardır devam eden üstünlük mücadelesine son verebilecek olan ‘küresel yönetim’ biçimleri ortaya çıkıyor’ fikrini (bu fikir soğuk savaşın hemen ardından yaygınlaşmıştı) savunanlar için kötü bir sürpriz oldu.3 Üstelik, bu fikri en güçlü şekilde savunan, ‘Uluslararası Toplum Doktrini’ni ilk olarak 1999 Balkan Savaşı sırasında açıklayan ve 2001 Eylül ayında İşçi Partisi Konferansında yineleyen Tony Blair idi.4 Fakat, Blair’in ‘dünyayı yeniden düzenlemek’ konusundaki heyecanlı konuşmaları aslında, George Bush’un bakış açısıyla uyuşmuyor, çünkü Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleeza Rice’ın da çok doğru bir şekilde saptadığı gibi, ‘bu yönetim (Bush yönetimi) kendini hayali bir uluslararası toplumun çıkarlarına göre değil, kendi ulusal çıkarlarına göre şekillendiriyor.”5
Amerikan emperyalizmini anlamak
Blair’in erdemli ahlakçılığının, Bush ve danışmanlarını, reel politikalarını meşrulaştıracak maskeler bulmaya zorlaması biraz garip bir durum doğrusu. Fakat, bugün asıl önemli olan, Amerika’nın bu savaştan ne kazanmayı beklediğini anlamak. Edward Luttwak, ‘büyük strateji’yi, yurtiçi politikaları, uluslararası diplomasiyi, ekonomik faaliyetleri ve devleti güçlendiren ya da zayıflatan diğer bütün olguları kapsayan ve daha geniş bağlamıyla içine askeri olayları da alan devletlerarası çatışmaların bir boyutu olarak tarif eder.6 Bu bağlamda, George W. Bush yönetimindeki Amerikan imparatorluğunun büyük stratejisi nedir?
Marksist emperyalizm teorisinin ayırdedici bir özelliği, devletler arasındakı diplomatik ve askeri çatışmaları, kapitalizmin sürücü gücü olan rekabet süreçlerinin örnekleri olarak ele almasıdır. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, Nikolay Buharin’in Birinci Dünya Savaşı sırasında formüle ettiği gibi, Marksist emperyalizm teorisi, görece özerk olarak gelişen iki sürecin – devletler arasındaki jeopolitik rekabet ve sermayeler arasındaki ekonomik rekabet – 19. yüzyıl boyunca giderek iç içe geçtiğini söyler. Bir yandan, savaşın giderek endüstrileşmesi, Büyük Güçlerin kapitalist bir ekonomik taban oluşturmadıkları taktirde kendi konumlarını koruyamamaları anlamına gelirken, diğer taraftan, sermayenin giderek yoğunlaşması ve uluslararasılaşması, şirketler arasında ulusal sınırları aşma konusunda bir rekabetin ve uluslararası alanda da jeopolitik mücadelelerinin (ki bu mücadeleler sırasında aslında her bir şirket kendi devletinin desteğine başvuruyordu) yaşanmasına yol açtı. Karmaşık çatışma biçimlerinin içinde artık tamamen birbirine geçmiş olan ekonomi ve güvenlik alanlarındaki rekabet, 1914 ve 1945 yılları arasındaki emperyalistler arası korkunç savaşlar dönemine yol açmıştır.7
Amerika’nın neden savaş istediğini anlamamız için en iyi çerçeveyi bize bu teori sunar. Fakat, bundan önce, önemli bir noktayı açıklamak gerek. Marksist emperyalizm teorisini hem eleştirenler hem kabul edenler, çok zaman, savaşı, emperyalist devletlerin sadece ekonomik nedenlerle yaptıklari bir eylem olarak görürler. Bunun son örneği, Batı’nın Afganistan’a saldırısının asıl amacının, Orta Asya’nın petrol ve gazını dünyaya taşımak için, Afganistan’dan geçen bir boru hattı inşa etmek amacıyla ittifak kuran Bush yönetimi ile petrol kartellerinin bu amaçlarını gerçekleştirmek olduğunu savunan yaygın inançtır.8 Kuşkusuz, bölgenin enerji kaynakları, Washington’un bölgedeki çıkarları açısından önemli bir unsur, fakat Afganistan’daki savaşı sadece buna indirgemek ciddi bir hata olur. Aşağıda göreceğimiz gibi, Amerika Afganistan’a öncelikle politik nedenlerle saldırdı. Bu politik nedenlerin odak noktası 11 Eylül’den sonra kendi küresel egemenliğini dünyaya yeniden kabul ettirmekti. Amerika Taliban’ı devirerek Afganistan’a girmeyi başardı ve böylece Orta Asya’ya egemen olma fırsatını ele geçirmiş oldu; fakat Orta Asya’ya egemen olmak Amerika’nın bu eyleminin arkasındaki asıl itici güç değil, eylemin önemli bir yan ürünüydü. Bununla birlikte, Amerika’nın stratejisini sadece jeopolitik nedenlere bağlamak da bir hata olacaktır: yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi, Bush yönetiminin savaş planlarının önemli bir hedefi de, Orta Doğu’nun petrolünü kontrol etmektir.9
Daha genel olarak, emperyalizmin tarihi boyunca, Büyük Güçler, ekonomik ve jeopolitik nedenlerin karmaşık bir bileşiminin itici gücüyle hareket etmişlerdir. 19. yüzyıl sonunda, Almanya’nın dünyanın en üstün donanmasını inşa etmeye karar vermesiyle birlikte, İngiliz egemen sınıfı kendisine yönelik en büyük tehdit olarak Almanya’yı görmeye başladı. Bu, aslolarak, Britanya’nın deniz kuvvetlerinin üstünlüğüne ve bizzat Britanya adalarının güvenliğine yönelik bir tehditti; çünkü imparatorluğun ve onun denizaşırı yatırımlarının kontrolü Britanya’nın deniz gücüne bağlıydı.10 Bir başka örnek vermek gerekirse, Hitler, uzun vadeli amacı bütün Avrasya kıtası üzerinde egemenlik kurmuş, ırksal olarak arı bir Almanya yaratmak olan, son derece ideolojik bir önderdi. Fakat, ekonomik kaygılar Hitler’in hem askeri stratejisini belirlemesinde (İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmaya karar vermek, bu savaşı Sovyetler Birliği’ne kadar uzatmak ve Stalingrad’ı alma girişiminde bulunmak hammadde kıtlığıyla karşılaşma korkusundan kaynaklanıyordu), hem de sömürgeleştirilmiş Rusya’yı bir Alman kapitalizminin ekonomik çelişkilerinin çözümü olarak görmesinde önemli bir rol oynadı.11 Bugün, emperyalizmin Marksist analizinde, jeopolitik ve ekonomik rekabetin, kapitalizm içinde birbirine geçmiş olduğunu anlamak önemlidir ve bunlardan herhangi biri basitçe diğerinden daha önemsiz olarak görülemez.
Soğuk savaş sonrasında Amerikan stratejisi
Bush yönetiminin övündüğü bu eşsiz Amerikan gücünün kökleri, emperyalistler arası rekabetin bir önceki dönemi olan Soğuk Savaş’ın (1945-1990) sonunda yatıyor. Doğu ve Orta Avrupa’daki 1989 devrimleri ve Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşü, Amerika Birleşik Devletleri’nin tek lider askeri güç olarak kalmasına neden oldu. Bu gelişmeler, Amerikan kapitalizmine, Soğuk Savaş döneminde rekabet halindeki süpergüç blokları arasında paylaşılan dünyanın, kendisine kapalı olan bölgelerine girme olanağı sağladı. Bu bölgeler, başta Orta Asya olmak üzere, önemli enerji rezervlerinin olduğu ve Rusya ve Çin ile sınırı olan, dolayısıyla onların etki alanı içerisinde yer alan, statejik olarak önemli yerlerdi. Yine de, Stalinist sistemin parçalanması, Büyük Güçler arasındaki rekabete son vermedi. ikinci Amerikan yüzyılı ve ‘tarihin sonu’ hakkındaki safsatalara kulak asmayan bazı Marksistler, Soğuk Savaş döneminde, uluslararası politikanın iki kutuplu bir yapıya sahip olmasından dolayı dünyada varolan göreli disiplinin şimdi ortadan kalktığını savundular; dünya şimdi, yoğunlaşmış bir jeopolitik rekabet dönemine giriyordu ve bu nedenle istikrarsızlık ve tehlike, 1989 öncesine göre dünyaya daha da fazla egemendi.12
Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, Soğuk Savaş’ın ardından, Amerika, kendisine rakip olma potansiyeline sahip iki odakla karşı karşıyaydı. Bunların birincisi, bizzat Batı kapitalist blokunun içinde yer alan Almanya ve Japonya’ydı. Amerika, Soğuk Savaş boyunca politik ve askeri olarak Almanya ve Japonya’dan üstündü; fakat bu iki ülke Amerikan kapitalizminin önemli rakipleri haline gelmişlerdi. Amerikan ekonomisinin bunlar karşısındaki göreli zayıflaması, 1960’ların sonunda dünya ekonomisinin yeni bir krizler dönemine girişinin başlıca itici gücünü oluşturdu.13
Doğu Bloku’na karşı Batı’da oluşturulan birliğin talebi Soğuk Savaş’a göre şekillenmiş bir dünya haritasının kendisine dayattığı her türlü sınırlamadan kurtulmaktı. Fakat artık Doğu Bloku diye bir şey yoktu, dolayısıyla Almanya ve Japonya, Amerika’dan bağımsız olarak, daha güçlü bir şekilde kendi jeopolitik otoritelerini kabul ettirebilirler ve dünya güçleri içerisinde Amerikan hegemonyasını tehdit edecek şekilde gelişebilirlerdi. Kisa bir süre önce birleşen Almanya, her ne kadar Washington’a bağımlı olmadığını gösterse de (örneğin, 1991-1992’de Yugoslavya’nın parçalanmasını örgütlemek, Bush yönetiminin federasyonu bir arada tutma çabalarına karşı bir meydan okumaydı), Japonya’nın Amerikan pazarına girmesi ve buradaki yatırımlarını gittikçe artırması, onun Amerika tarafından daha büyük bir tehdit olarak görülmesine neden oluyor. Stratfor firmasinin güvenlik danışmanı George Friedman bile 1990’ların başında yazdığı The Coming War with Japan (Japonya ile Bir Sonraki Savaş) adlı kitabında bu noktaya dikkat çekiyor.
Amerika’nin İkinci grup potansiyel rakiplerini ise Batı Bloku’nun dışında yer alan Rusya ve Çin oluşturuyor. Rusya, yoksullaştırılmış ve sosyo-politik bir kaos içinde çökmüş olmasına rağmen, Avrasya çapında geniş bir alana yayılmış büyük enerji rezervlerini barındıran ya da büyük enerji rezervlerinin bulunduğu bölgelere komşu olan ve hala binlerce nükleer savaş başlığına sahip bir Büyük Güç olarak duruyor. Ve hala Amerika Rusya’yı, Çin’den daha büyük bir tehdit olarak görüyor.
Çin’li yöneticiler, 1980’lerde piyasa Stalinizmini benimsediğinden beri, Çin’in gerçekleştirdiği hızlı ekonomik gelişme ‘bırakınız yapsınlar’ kapitalizmini haklı çıkarıyor gibi görünebilir. Fakat bu piyasa Stalinizmi, Çin egemen sınıfına, Çin’in dünyanın en istikrarsiz jeo-politik bölgesindeki en büyük askeri güç olmasını olanaklı hale getirecek bir gelişme süreci yaşaması için gerekli olan kaynakları sağlıyor.14 Özellikle, 1990’larda Japon ekonomisinin Amerika’ya meydan okuma potansiyelini yitirmesiyle birlikte, Çin, Amerikan kapitalizminin karşılaştığı en büyük uzun vadeli tehdit haline geldi. Yakın zamanda, Amerika’nın başlıca uluslararası ilişkiler analizcilerinden biri olan John Mearsheimer’in yazdığı gibi:
“Eğer ekonomisi bu hızla gelişmeye devam ederse, Çin’in ne kadar güçlü bir hale gelebileceğini gözümüzün önüne getirmenin bir başka yolu da, onu, Amerika ile karşılaştırmaktır. Amerika’nın GSMH’si 7,9 trilyon dolardır. Eğer Çin’in kişi başına düşen GSMH’si Güney Kore’nin GSMH’sine eşitse, Çin’in GSMH’si hemen hemen 10.66 trilyon dolar olmalıdır ve bu Amerika’nın GSMH’sinden aşağı yukarı 1,5 kat daha büyüktür. Eğer Çin’in kişi başına düşen GSMH’si Japonya’nın GSMH’sinin yarısı ise, Çin’in GSMH’si Amerika’nın GSMH’sinin 2,5 katı olmalıdır. Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin, hemen hemen Amerika'nın yarısı kadar bir zenginliğe sahip olduğunu düşünürsek, Çin’in, Amerika’dan bile daha güçlü olma potansiyeline sahip olduğunu görürüz.” 15
Mearsheimer bu karşılaştırmayı temel alarak, Kuzey Doğu Asya ve dünya için korkutucu bir senaryo kuruyor.
“Çin diğer Asyalı rakiplerinin bazılarından daha zengin olmayabilir...fakat sahip olduğu büyük nüfus avantajı, ona, Japonya ve Rusya’nın kurabileceğinden çok daha güçlü bir ordu kurma olanağı veriyor. Ayrıca Çin, şu anda tahmin edemediğimiz kaynaklardan nükleer silah elde etme şansına sahip olabilir. Kuzey Doğu Asya… şu anda olduğundan çok daha tehlikeli bir yer haline gelebilir. Çin, bütün daha önceki dünyaya egemen olma potansiyeline sahip güçler gibi, dünyaya tek başına egemen olmak isteyebilir, ve bunun sonucunda Çin’in diğer rakipleri (ABD’de dahil olmak üzere) Çin’in bu gelişimini durdurmak için onu kuşatmak isteyebilir.”16
Başkan Jimmy Carter’in (1977-1981) Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin de içinde olduğu bir kesim, (özellikle bu tahminler –Marsheimer’ın savundugu gibi– 'mekanik istatistiksel karşılaştırmalara dayanarak' yapıldığında), Çin’in kapasitesinin Amerikan hegemonyasına meydan okuyabilecek bir gelişmeye sahip olduğu görüşüne şüpheyle yaklaşıyor.17 Bununla birlikte, bu şüpheye sahip olanların arasından, Brzezinski, bir takım odakların, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Amerika’ya meydan okuyor olmasının, Amerika’nın Batılı kapitalist devletlerin liderliğini sürdürmesini ve diğer büyük güçlerin de onun bu liderliğini kabul etmesini sağladığını çok güçlü bir şekilde ifade etmektedir. Clinton yönetiminin (1993-2000) asıl jeopolitik başarısı, Soğuk Savaş sonrasında Avrasya’da yeniden düzenlenmiş olan Amerikan egemenliğinin devam etmesini sağlamak olmuştu. Bu devamı sağlayan asıl etken, Amerika'nın ekonomik performansıydı. Amerikan ekonomisi 1990’lar boyunca, ülkenin güçlenmesini sağlayan bir büyüme yaşadı.18 Aynı dönemde Alman ekonomisi hiç gelişmezken, Japonya, tıpkı 1930’lardan bu yana birçok büyük kapitalist devletin yaşadığı gibi çok ciddi bir deflasyonist bunalım yaşadı. Ekonomik güçlerin yeni bir dengeye oturduğu bu süreçte, bu güçler arasında yaşanan göreli yer değişiklikleri, Amerika’nın lehineydi ve bu avantajlı durum, Clinton yönetiminin Amerika’nın askeri gücünü nerede ve nasıl kullanacağı konusundaki seçiciliğiyle daha da pekiştirildi. NATO’nun 1995’te Bosna’da ve –daha büyük ölçüde– 1999 yılında Kosova’da Sırplara karşı düzenlediği bombalama, Avrupa Birliği’nin kendi arka bahçesindeki Balkanlar’da meydana gelen bir krizi aşmak için bile Amerika’nın politik liderliğine ve askeri gücüne ihtiyaç duyduğunun altının çizilmesine hizmet etti.
NATO’nun 1999 Balkan Savaşı sırasında Doğu ve Orta Avrupa’daki ülkeleri de içine alarak genişlemesi üçlü bir işlevi yerine getirdi: 1- Hem Amerika’nın Soğuk Savaş döneminde oluşan, ‘Batı Avrupa’daki lider güç’ konumunu korumasını, hem de bu konumun Doğu’da da kabul edilmesini sağladı. 2- Amerika’nın önderliğindeki NATO’nun, Orta Asya’nın kritik bölgelerine ekonomik ve stratejik olarak nüfuz etmesini yasallaştırdı ve böylece yine Amerika’nın önderliğindeki NATO’nun ‘bölge dışı operasyonlara’ girişmesine izin vermiş oldu. 3- Bu, aslında Amerika’nın politikasını belirleyenlerin kararlaştırmış olduğu, doğrudan Rusya’ya yönelik yeni kuşatma stratejisi ile eşanlamlıydı. Bu strateji, Rusya’nın başarılı bir liberal demokrasiye dönüşme olasılığı olmadığından yola çıkarak, bu ülkenin kuşatma altına alınması gerektiğini savunuyordu.19 Çünkü ilk sınavını Sırbistan’a karşı veren yeni NATO’nun, bu sınavının sonucunda elde ettiği başarı, en olumlu yaklaşımla değerlendirildiğinde bile ‘kuşkulu’dur. NATO’nun Yugoslavya’yı bombalaması (bu bombalama Yugoslav ordusunda küçük çaplı bir yıkıma yol açmıştı) Miloseviç’i Kosova’yı terketmeye zorlayan unsurlardan sadece bir tanesiydi. Rusya’nın onu desteklemeyi reddetmesi ve bir anlaşma yapmaya zorlaması, Miloseviç’in Kosova’yı terketmesinde en az NATO’nun bombalama kampanyası kadar önemli bir rol oynadı. Fakat Balkan Savaşı, ‘insancıl nedenlerle müdahale’ ideolojisine başvuranlar için –özellikle Blair– dünyaya tek bir ulusun egemen olmasına ve en azından birilerinin –bu durumda Amerika ve onun Batılı müttefikleri– insan haklarını ihlal ettikleri bahanesiyle ‘korsan devletler’i, görünürde cezalandırmak için savaş açmasına engel olmak amacıyla ‘uluslararası toplum’ fikrinin gerekli olduğunu öne sürmek için bir fırsat oldu.20
Görünürde, Clinton yönetimi Balkan Savaşı sırasında çok taraflı bir strateji izlemişti. Fakat bu stratejinin arkasındaki gerçek itici güç, NATO’nun genişlemesinin baş mimarı olan Brzezinski tarafından çok daha açık bir şekilde ifade edildi. The Grand Chessboard (Büyük Satranç Tahtası) adlı kitabında, Brzezinski, bu politikayı, böl ve yönet politikasının bütün anakaraya yayılması yoluyla Amerika’nın egemenliğini devam ettirmek için geliştirilen çok geniş bir bakış açısının bir yüzü olduğunu açıkladı. Brzezinski, açıkça emperyalizmin dilini kullanarak, (‘Amerika’nın küresel üstünlüğü bazı bakımlardan ilk imparatorlukları hatırlatıyor’) Amerika’nın, Almanya, Rusya, Çin ve Japonya gibi potansiyel rakiplerini kendi egemenlik alanına dahil etmek ve kendi emri altına almak amacıyla kurduğu koalisyonu savundu:
“Kısa vadede, Avrasya haritası üzerinde bugün geçerli olan coğrafi çoğulculuğu sürekli kılmak ve daha da sağlamlaştırmak Amerika’nın çıkarınadır. Bu nedenle, eninde sonunda Amerika’nın üstünlüğüne rakip olmayı amaçlayacak bir düşman güçler koalisyonun (ya da daha uzak bir ihtimal olsa da, tek bir ülkenin) ortaya çıkmasını engellemek için savunmaya ve manipülasyona daha çok önem vermek gerekir. Orta vadede (gelecek 20 yıl ya da daha uzun süre) yukarıda sözünü ettiğim planı gerçekleştirmek için, yavaş yavaş, bulunduğu bölgede bir etkiye sahip olan, fakat stratejik olarak Amerika ile uyumlu ve Amerikan liderliği tarafindan yönlendirilen ittifaklar bulmak, Avrasya ötesi güvenlik sisteminin Amerika tarafindan şekillendirilmesine yardımcı olabilir. Eninde sonunda, bu koalisyon, çok daha uzun vadede, politik sorumlulukların gerçekten paylaşıldığı bir küresel çekirdeğin yavaş yavaş yaratılmasının yolunu açabilir."21
Fakat şunu anlamak önemli ki, bir koalisyon inşa etmek konusundaki bu vurguya (ve Brzezinski’nin Büyük Güçler arasında, çok uzak bir gelecekte gerçek bir ortaklık ilişkisi kurulması hayaline) rağmen Clinton yönetiminin stratejisi basitçe çok taraflılık değildi.
“Amerika’nın tercihi, mümkün olduğunca, diğer devletlerin onayı ve desteği ile hareket etmektir. Fakat gerekirse, Amerika tek başına saldıracak kadar güçlüdür.”22
Amerika 1999’daki Balkan Savaşı’nı, NATO’nun koruması altında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni hiç hesaba katmayarak başlatmıştı. Ve Clinton yönetimi, İngiltere ve Kuveyt’in desteğiyle 1998 yılının Aralık ayında Irak’ı bombalamaya başlayarak, BM kararlarına uymamıştı. O zaman, Clinton’un beceriksiz ve küstah Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Irak’a yapılan zamansız saldırıyı haklı göstermek için şu açıklamayı yapmıştı:
“Eğer güç kullanmak zorunda kalırsak, bunun nedeni bizim Amerika olmamızdır. Biz uzak görüşlüyüz. En uzak geleceği dahi görebiliriz.”23
Amerikan devletine uzun yıllardır hizmet veren Samuel Huntington’un da uyardığı gibi, bu bakış açısı Amerika’nın eylemlerine yön veren bir çeşit emperyalist küstahlıktır:
“ABD, sanki önceden tek kutuplu bir dünya varmış gibi davranarak, dünyada gittikçe yalnız kalıyor… Ve düzenli olarak çeşitli ülkeleri ‘korsan devletler’ olarak ilan ederken, bazı ülkelerin gözünde kendisi korsan bir süpergüç konumuna düşüyor.”24
Bush Doktrini: Önceden misilleme
Bu korsan süpergüç şimdi önüne gelen her yeri yakıp yıkıyor. 11 Eylül 2001’de binlerce masum Amerikalı sivilin hayatına mal olan terörist canavarlık, bir Amerikan siyaset bilimcisi olan Chalmers Johnson’un deyimiyle ‘arkadan vurma’, Amerikan emperyalist gücünün özellikle Orta Doğu’da yarattığı provokasyona karşı gelişen tepkinin göstergesiydi.25 Fakat, New York ve Washington’a yapılan saldırılar, genç Bush’a, niteliksel olarak, kendisinden önceki yönetimlerin izlediği ‘tek başına hareket etme stratejisi’nden bile daha tek yanlı olan küresel stratejisini sürdürme olanağı verdi.
Amerikan yönetiminin, uluslararası bir koalisyon inşa etmeyi küçük görmesi, onun NATO’ya karşı olan gerçek tutumunu açığa çıkardı. 12 Eylül 2001’de, Kuzey Atlantik Konseyi, tarihinde ilk kez, 1949 yılında imzalanan kuruluş anlaşmasındaki beşinci maddeyi kullanarak, Amerika’ya yapılan bir saldırının, üye devletlerin bütün müttefiklerine yapılmış sayıldığını açıkladı. Bush, bu dayanışma deklarasyonunu BM Güvenlik Konseyi’nin 11 Eylül’den sonra ne yapılması gerektiğine dair çözüm önerisiyle beraber bir kenara koyarak, Afganistan’a saldırırken NATO’yu kullanma zahmetine girmedi. Her zaman Birleşmiş Milletler’i küçümseyen Amerika, şimdi aynı tavrı, iki yıl önce, Balkanlara müdahale ederken, sadece bir araç olarak kullanmayı tercih ettiği NATO’ya karşı takınıyor. Ve bunun açık bir göstergesi olarak, Ulusal Güvenlik Stratejisi NATO’ya sadece üç paragraf ayırıyor.
Bu tek başına hareket etme konusundaki tercih, Amerika’ya, (Amerikan gücünün hala sıkıntısını çektiği), ciddi bir sembolik darbe olarak yansıdı. Mali sermayesine ve askeri kumanda merkezine yapılan görkemli saldırıdan sonra, tabii ki, Amerika, uluslararası polisi yardıma çağırmak için acil yardım hattını aramadı ve kendisi karşı saldırıya geçti. Amerikan gücünün kutsallığı bozulmuştu –birileri Amerikan gücünden intikam alıyor gibi görünüyordu. Pentagon’un şefleri, 1999 yılındakı Balkan Savaşı’ndan dolayı NATO’nun hantal prosedürlerini bilmelerine rağmen, NATO’nun hemen harekete geçmesini istediklerini açıkça göstermekten kaçınmadılar. Fakat, Kabil’in 2001 yılının Kasım ayında düşmesinden bu yana, Bush yönetiminin ‘terörizme karşı savaş’ iddiasını, kendisine yönelik bazı tehditleri yok etmek ve herkesi yıldırmak amacını güden saldırgan jeopolitik stratejisini haklı göstermek için kullandığı açıkça ortaya çıktı.
Bush bu stratejinin ilk adımını, 29 Ocak 2001’de Birleşik Devletler’de, Amerika’nın teröre karşı başlattığı savaşın hedeflerini açıklayarak attı: ‘Terörizme karşı savaşımız şu andan itibaren başlamıştır’. Bush, teröristler ağına yapılacak doğrudan saldırılara ek olarak, ikinci amaçlarının, Amerika’yı ya da onun dostlarını ve müttefiklerini, silahlarla ya da kitle imha araçlarıyla tehdit etmek için teröre destek veren rejimlerin, bunu yapmalarını önlemek olduğunu açıkladı ve İran, Irak ve Kuzey Kore’yi ‘şer ekseni’ olarak adlandırdı.26 Sonradan, Devlet Müsteşarı John Bolton, bu teröristler ağına ‘Libya, Suriye ve Küba’yı da ekledi. Amerika’ya göre bu devletler, ya terörizme destek vermeyi ya da kitle imha silahlarına sahip olmayı sürdürüyorlar.27
Amerikan yönetiminin stratejisi, Bush’un 1 Temmuz 2002’de yaptığı ve Financial Times’ın “tamamen yeni bir önceden savunma doktrini” olarak adlandırdığı konuşmasıyla daha açık bir hale geldi.28 Bush şöyle diyordu:
“Geçen yüzyılın önemli bir bölümünde, Amerika’nın savunması Soğuk Savaş doktrinine bağlı olarak oluşturulmuştu. Bu savunma stratejisi caydırıcılığa ve kontrol altına almaya dayanıyordu. Bazı durumlarda, bu stratejiler hala geçerli. Fakat yeni tehditler, yeni fikirleri gerektiriyor. Bugün caydırıcılık –tehdit oluşturan uluslara karşı şiddetli bir misilleme yapılacağı vaadi– nereden, ne zaman ve nasıl geleceği belli olmayan gölge teröristlere karşı savunulabilecek hiçbir ulus ve yurttaşın olmaması nedeniyle, aslında onlara karşı yapılacak hiçbir şey olmadığı anlamına geliyor. Kitle imha silahlarına sahip dengesiz diktatörler, bu silahları misilleme için kullandığında ya da terrörist ittifaklara verdiğinde ise, bu diktatörleri kontrol altına almak için artık çok geç olacaktır.
En iyisinin olmasını umarak Amerika’yı ve dostlarını savunamayız. Sürekli, ciddi bir şekilde, sılahsızlanmayı durdurma anlaşmaları imzalayıp sonra bunları sistematik olarak ihlal eden diktatörlerin sözlerine güvenemeyiz. Eğer bütün bu tehlikelerin tamamen gerçekleşmesini beklersek, geç çok kalmış olacağız.
Vatan savunması ve misilleme, sağlam bir güvenliğin parçalarıdır ve bunlar Amerikanın temel öncelikleridir. Fakat teröre karşı verilen savaş savunmayla kazanılmayacak. Teröristler meydana çıkmadan önce, onlara karşı savaş açmak, planlarını bozmak ve yaratacakları tehlikelerin önünü kesmek zorundayız. Güvenliği sağlamanın tek yolu harekete geçmektır ve Amerikan ulusu gerekirse tek başina harekete geçmekten kaçınmayacaktır.29
Bush’un önceden savunma doktrini Ulusal Güvenlik Statejisi içinde çok önemli bir yere sahiptir. ‘Birleşik Devletler, bir yandan uluslararası toplumun desteğini almak için uğraşırken, bir yandan da eğer gerekirse, kendini savunma hakkını kullanmak için önceden misilleme yöntemini kullanarak, tek başina hareket etmekten çekinmeyecektir.’30 Bu doktrinin ilk sınandığı yer Irak oldu. Amerika’nın Orta Doğu politikası, 1991’deki Körfez Savaşı'nın ardından, Irak ve İran’ı izole etmek üzerine kurulmuştu (bu durum ‘ikili kontrol’ olarak adlandırılır). Irak’ın durumuna baktığımızda, ekonomik yaptırımlar ve bombalamalar Saddam Hüseyin’in Bağdat rejimini zayıflatmayı ve onu sürekli savunma konumunda tutmayı amaçlıyordu. 1990’ların sonunda, hem Fransa ve Rusya gibi Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerinin, hem de Arap devletlerinin, Irak ile ekonomik ve diplomatik bağlarını giderek güçlendirmeye başlamalarının ardından, bu politika diplomatik olarak geçersizleşti. Bu durum, Amerika ve İngiltere’nin, Irak’ın izolasyonunun devamını sağlamak amacıyla Irak’a yeni bir saldırıda bulunmak üzere, tek yanlı olarak harekete geçmelerine neden oldu.31
2000 yılı gibi yakın bir zamanda, Condoleeza Rice (Stanford Üniversitesi’nde profesör ve Bush’un danışmanı) bu politikanın sürekliliğinin gerekli olduğunu iddia ediyordu ve Irak ve Kuzey Kore gibi ‘korsan devletler’den söz ederken şöyle diyordu:
“Bu rejimlerin fazla ömrü kalmadığı için şu anda telaşlanmayı gerektiren bir durum yoktur. Bunun yerine, kendimizi savunmak için ilk yapmamız gereken, bu ülkelere caydırıcı bir beyanat vermektir –bu devletlerin elinde kitle imha sılahlari bulunuyorsa bile bunları kullanamayacaklar, çünkü bu silahları herhangi bir şekilde kullanma girişimi bu devletlerin ulusal olarak yok olmaları demek olacaktır." 32
Bu açıklamanın hemen ardından, bu sözlerin ne anlama geldiğini soran bir gazeteciyi, Rice, ‘akademisyenler önlerine gelen her konuda bir şeyler yazarlar zaten.’ diyerek geçiştirdi ve bu açıklamasını izah etmek için 11 Eylül’ün yarattığı dehşete sığındı.33 Rice’in bu argüman gerçekten ikna edici doğrusu.
Bush ve Blair, sürekli Saddam rejimi gibi rejimlerle, Al Kaide gibi teröristler arasında bağ kurmaya çalışarak, Irak ile 11 Eylül arasında bir bağlantı olduğuna dair herhangi bir ciddi kanıt olmamasını görmezden geliyorlar. ‘Amerika’ya karşı nükleer, kimyasal ya da biyolojik bir saldırı başlatan herhangi bir ülke intihar etmiş olur’, fikrinin hakim hale gelmesinden bu yana, dünyada hiçbir ‘terörist saldırı’nın olmamış olması oldukça dikkat çekici bir noktadır. Ve tabii ki, Kitle İmha Silahlarına odaklananlar, hem bu nükleer sılahların varlığının devamının Amerika ve diğer lider devletler tarafından sağlandığını, hem de nükleer silah üreten devletlerin, İsrail ve Pakistan gibi, Amerika’nın yakın müttefikleri olduğunu görmezden geliyorlar. Bush Doktrinini daha iyi anlamak için, Bush yönetiminin kendisine daha yakından bakmalıyız.
Bush II: Cumhuriyetçi sağ dümene geçiyor
Bush II’nin başkan seçilmesiyle sonuçlanan Amerika’daki seçimleri izleyen ilk günlerde Genç Bush yönetimi, babasının devamı olarak sunuldu. Aynı bakış açısı, Irak’a savaş acma planının bir aile hesaplaşması olduğu, açıklamasında da ifade edilmişti. Aslında, bu yöndeki açıklamalar kokten yanlıştır.34 Şimdiki yönetimin üst düzey görevlilerinin çoğu –özellikle Yardımcı Başkan Dick Cheney, Dışişleri Bakanı Colin Powell ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld– büyük Bush’un yönetimi zamanında da (1989-1993) görev yapmış olmalarına rağmen, ideolojik olarak, Bush II, Soğuk Savaş'ın son dönemlerinde (1981-1989) başkanlık yapmış olan Reagan’ın devrine geri dönüşü ifade eder.
Sovyetler Birliği’ni ‘şeytan imparatorluk’ olarak adlandıran ve CIA ve Pentagon’u Üçüncü Dünyanın, Nikaragua, Afganistan, Angola gibi ulusalcı rejimlerine karşı (Amerika, bu ülkelerin Soğuk Savaş döneminde yanlış blokta yer aldığını düşünüyordu) sağ görüşlü gerilla hareketlerini desteklemekle görevlendiren Reagan’di.35 Henry Kissinger, Reagan’ın dış politikasını hayranlıkla şöyle özetliyor: “Özgürlük ve demokrasiyi destekleyerek yüksekten uçan Wilsoncu dilin mayası Makyavelist realizmdi… Reagan Doktrini ise, düşmanın düşmanına yardım etmekle eşanlamlı” (bu stratejiden yararlananlardan biri de Osama Bin Laden olmuştur).36
Bush Jr, kendi kişisel stilini oluştururken, temel konularda, sağ kanat cumhuriyetçilerin sahip olduğu bakış açısından bile daha sağcı bir bakış açısına sahip olan ‘halkla ilişkiler uzmanı’ Reagan’i örnek alıyor. Daha da önemlisi, bu yönetimin ana ekseni, Reaganizm politikaları tarafından belirleniyor. Büyük Bush, Doğu yakasının ürünüydü: Onun dış politikasının tonunu, Irak’a karşı savaş açmak için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin otoritesine dayanan geniş bir koalisyon kurmaya özen gösteren ve Madrid Konferansı’nda, Filistin Kurtuluş Örgütü ile masaya oturmasını garanti altına almak için, İsrail’in sağ görüşlü başbakanı Yitzhak Shamir’e 10 milyar dolar borç vermeyi reddeden, Dışişleri Bakanı James Baker belirliyordu.37
Bush’un Savunma Bakanı Cheney, o zaman görece olarak izole olmus durumdaydı. Mart 1992’de bir Pentagon Savunma Politikası belgesi New York Times’a sızdırıldı. Bu belge, Ulusal Güvenlik Stratejisine giden sürecin ipuçlarını veriyordu: “İlk amacımız yeni rakiplerimizin, eskiden Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi bizim için bir tehdit oluşturmasını engellemektir. Bizim stratejimiz, gelecekte yeni bir küresel rakibimiz olması tehlikesini olanaksızlaştırmaya odaklanmalıdır.”38 İlk Bush yönetimi tarafından reddedilen bu belgenin, yazarlarından bir tanesi, şimdi Rumsfeld’ın yardımcısı olan Paul Wolfowitz idi. Frances Fitzgerald’a göre, on yıldan daha uzun bir süredir Cheney’in arkadaşı olan Rumsfeld, Cheney dönemindeki Washington’un akıl hocasıydı. Önce Ford’un kurmay başkanı, ardından Savunma Bakanı olarak görev yapan Rumsfeld, Ford yönetimi sırasında (1974-1977) sağa doğru keskin bir dönüş yaptı ve Kissinger’in (Kissinger zamanında Dışişleri Bakanıydı) süpergüçlerin nükleer silahlarını azaltmalarını sağlayacak olan SALT II anlaşmasını imzalamasına engel oldu.39
Bugün Cheney, Rumsfeld ve Wolfowitz, Bush’un gündemini hazırlayan sağ kanat cumhuriyetçi entellektüellerin çekirdek grubunu oluşturuyorlar. Bu grubun diğer üyeleri ise, Ulusal Güvenlik Konseyinden Condoleeza Rice, Silahsızlanma ve Uluslararasi İlişkilerden Sorumlu Devlet Müsteşarı John Bolton, ve Reagan döneminin efsanevi ‘karanlıklar prensi’, şimdiki yönetimin Savunma Politikası Yönetim Kurulu Başkanlığı Danışmanı Richard Perle. Fitzgerald’in söylediği gibi, “İlk Bush yönetiminde azınlık durumunda olanlar, ikinci Bush yönetiminde çoğunluk durumundalar.”40 İkinci Bush yönetimi sırasında 1991 Körfez Savaşı’nın mimarı ve Genel Kurmay Başkanı olan Colin Powell, simdi Irak’a karşı savaş açmak için önce uluslararası bir koalisyon inşa etmek gerektiğini söylediğinde yalnız bırakılıyor. Powell’ın yaklaşım tarzı, 11 Eylül’ün hemen ardından bir miktar yankı bulmuştu, fakat Powell, Amerika’nın tek başına harekete geçmesini savunan bu sağcı kanat tarafından giderek ikinci plana itildi. Tek yanlı olarak harekete geçmeyi savunan bu sağcı kanadın gündemini neler oluşturuyor?
Bu sağcı kanadın bakış açısını belirleyen, James Follows’un da belirttiği gibi ‘kötümserlik, iyimserlik ve harekete geçmek için uygulanması gereken prosedürlerin bir an önce bitirilmesi hatta önemsenmemesi konusundaki sabırsızlık’tır'.41 Kötümserlik, aslolarak, Amerika’nın şimdiki üstünlüğünün kısa bir süre içinde, kendisiyle eş düzeyde olan yeni rakipleri tarafından tehdit edilebileceği inancına dayanır. Bu yaklaşım, Clinton yönetimi zamanında Wolfowitz tarafından yazılan bir yazıda çarpıcı bir şekilde açıklandı. Bu yazıda, Wolfowitz, 1989 sonrasında liberal kapitalizmin zaferinin ilan eden safsatalarla, özellikle 19. yüzyılın sonunda geniş bir taraftar kitlesine sahip olan, bundan sonra ekonomik gelişmenin ve uluslararası bütünleşmenin savaşı imkansız kılacağını anlatan ‘tarihin sonu’ görüşünü karşılaştırdı.
“Bu yüzyılın sonu, bir başka yönden, 21. yüzyıla refah ve huzur içinde gireceğimize ve barışın devam edeceğine dair büyük umutların üzerine kocaman bir soru işareti koyan geçen yüzyılın sonunu hatırlatıyor. Geçen yüzyılın sonunda da dünyada bir yandan olağanüstü ve barışçıl bir gelişim süreci yaşanırken, bir yandan da dünya yeni büyük güçlerin tehdidiyle boğuşuyordu – daha doğrusu boğuşamıyordu–. Son dönemde sadece Japonya Asya’da güçlenmiyor, aynı zamanda 19. yüzyıl sonundan önce herhangi bir varlık gösteremeyen Almanya, Avrupa’daki egemen güç haline geliyor.
Bugün, yoksulluğu azaltan, ticareti büyüten ve yeni orta sınıfı yaratan aynı görkemli ekonomik gelişim, yeni ekonomik ve askeri güçler de yaratıyor. Bu durum özellikle Asya için geçerli…. Çin tehdidinin kendisi, bizi oldukça büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bırakıyor. Diğer Asyalı güçlerle birlikte, Çin tehlikesi bizim önümüze oldukça karmaşık bir denklem olarak çıkıyor. Ayrıca, şu bir gerçek ki, bugün Çin’in Asya dışında da büyük bir prestije sahiptir. Ayrica, eğer geçen yüzyılın son dönemecindeki Almanya ile bugünkü Almanya arasında bir benzetme yapmak gerekirse, yine, ‘kendisini güneşten mahrum bırakılmış hisseden, diğer güçler tarafından kendisine kötü davranıldığını düşünen, ve ulusal olarak kendi varlığını hissettirerek, hakkı olduğunu düşündüğü yerleri ele geçirme azminde olan bir ülke görürüz.” 42
Bush ekibini, Amerika’ya karşı herhangi bir meydan okuma tehlikesini engellemek için, Amerikanın askeri gücünün otoritesini kabul ettirmenin yollarını bulmaya yönelten işte bu tarihsel bakış açısıdır. 1990’ların başlarında Cheney’in ekibinde görev yapan ve şimdi Kuzey Doğu, Güney Batı ve Kuzey Afrika ile ilişkiler konusunda Başkanın özel asistanlığını yapan Zalmay Khalilzad’ın da belirttiği gibi ‘belirsiz bir gelecekte, başka bir küresel rakibin ortaya çıkışını önlemek' için, 'gerektiğinde Amerika’nın güç kullanmasına razı olunmasi, Amerika için hayati bir öneme sahiptir’.43 ‘Yeni Amerikan Yüzyılı İçin Proje’ler üretmek üzere sağ kanat cumhuriyetçiler tarafindan kurulan komisyon 2000 yılında şöyle bir uyarıda bulunmuştu:
“Şu anda Birleşik Devletler herhangi bir küresel rakiple karşı karşıya değil. Amerika’nin büyük stratejisi, bu avantajlı durumu korumayı mümkün olabildiğince uzak bir geleceğe taşımayı hedeflemelidir. Çünkü, nasıl olsa, dünyada, şimdiki durumundan memnun olmayan ve bunu değiştirmek isteyen potansiyel olarak güçlü devletler vardır ve bu devletler (eğer yapabilirlerse) bugün görece olarak barışçıl, ve özgür şartlara sahip olan dünyanın bu yönelimini değiştirmek isteyebilirler. Şimdiye kadar bu devletler, Amerikan askeri gücünün küresel varlığı ve gücü sayesinde bu niyetlerinden vazgeçirildiler. Fakat, dünyada Amerikan gücünün varlığı sayesinde sağlanan bu olumlu koşullar, bu gücün azalmasıyla kaçınılmaz bir şekilde zarar görecektir.” 44
Böylece, uzun vadede potansiyel bir güçsüzlük hissi yaratılarak, Amerikan hegemonyasının korunması sağlanmış oluyordu. Fakat, bu fikrin altyapısında, aynı zamanda, Soğuk Savaş'ın sonuçlarından dolayı oluşan güven vardı. Fallows’un söylediği gibi:
“Bu güven, “Birleşik Devletler, ‘şeytan düşman’larla karşı karşıya gelirse kesinlikle kazanır” inanacına dayanıyordu. Bunun kanıtı, tabii ki, Sovyetler Birliğinin çöküşüydü. Ronald Reagan, ‘şeytan imparatorluk’ Sovyetler Birliği ile Amerika arasındaki ilişkilerde yumuşamayı değil, ona karşı kesin bir zafer elde etmeyi savunduğu için başkan seçildi. On yıl sonra ise bu ‘şeytan imparatorluk’ çöktü. Bugünün Amerikan savunmasını yöneten liderlerin çoğu daha önce Reagan’ın ekibinin bir parçasıydı. George Bush’un, teröristlerin sadece uyuşturucu tüccarları gibi kontrol altında tutulmayacakları, Naziler ve Sovyetler gibi ezilip yok edilecekleri konusundakı vaadinin arkasında ‘şeytan imparatorluk’a karşı kazanılan zaferin anısı yatıyor.” 45
Bu güven Amerikan ordusunun, Soğuk Savaş sonrasi dönemdeki başarıları, (özellikle hava kuvvetlerinin 1991’de Irak’ta 1999’da Yugoslavya’da ve 2001’de Afganistan’da, Amerikan ordusunun herhangi bir zarar görmeden bir zafer kazanmasında oynadığı rol) ile daha da pekiştirilmiş oldu.46 11 Eylül’den önce bile Rumsfeld, Amerikan ordusunda değişiklikler yapılması için Pentagon’un direnişine karşı mücadele ediyordu. Amerikan silahli güçlerini, hava kuvvetlerinin hassas güdümlü savaş araçları olarak istihdam edilen çeşitli varyasyonlarının da desteğiyle, görece olarak küçük uzmanlık birimleri şeklinde yeniden organize etmek için yapılan bu düzenlemeyi ( ki bu bilgi teknolojisindeki gelişme sayesinde mümkün hale gelmişti) ‘Askeri Konularda Devrim’ diye adlandırmak gerekir. Rumsfeld Ocak 2002’deki bir konuşmasında, Afgan Savaşı sırasında Kuzey İttifakı ve Amerikan Özel Güçleri tarafından Mezar-ı Şerif’ e yapılan saldırıyla, 1939-1941 döneminde Nazi Blitzkrieg’lerini karşılaştırdı.
“Blitzkreigler’i devrimci ve benzersiz yapan, Almanların kullandığı yeni bir güç olmaları değildi. Blitzkrieg, görülmemiş ve devrimci bir yöntemden daha fazla bir şeydi, Almanlar varolan yetenekleriyle yeni yeteneklerini birleştirmişlerdi. Amerikan ordusu da, Mezar-ı Şerif’teki savaşta buna benzer bir niteliksel dönüşüm yaşadı.
Bu savaşta, koalisyon güçleri, varolan askeri yeteneklerini, en gelişmiş lazer güdümlü silahlardan, 40 yıllık antika B-52’lere ve tabii ki, bir ordunun en temel unsur olan, at sırtındaki askere kadar, ordunun eski ve yeni bütün bileşenlerinden aldılar. Ve bu güçler, bu silahları, düşmanın konumunda, moralinde ve amaçlarını gerçekleştirme niyetinde bir yıkım yaratacak kadar mükemmel bir şekilde kullandılar.” 47
Amerikan askeri gücüne duyulan güven Richard Perle’nin Saddam’ı devirmek için sadece 40.000 Amerikan askerine ihtiyacımız olduğu iddiasına şöyle yansıyor: “Eğer Saddam’ı devirmek için, kimi zaman gereksiz bir şekilde, baskı altında tartışan 200.000 kişiye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çok daha küçük bir güç, özellikle bazı düzenli birimler tarafından desteklenen özel operasyon güçleri bunun için yeterlı olmalıdır.” 48 Bu bakış açısının doğal bir sonucu olarak, Taliban’in devrilmesinin ardından, bugün, Bush ekibi her şeyi yapabileceğine inanıyor.
Amerika Avrupa’ya karşı
Bush ekibinin, prosedürlere uymak istemeyen sabırsız tavrının habercisi işte bu inançtı. İlk olarak, bu ekip, uluslararası kurumları küçümseme konusunda Cumhuriyetçi ve Demokrat oncüllerinden daha hevesli. John Bolton, şu sözleriyle bu tavrı çok doğru bir şekilde özetlemiş oluyor, ‘Şu anda Birleşmiş Milletler gibi bir şey söz konusu değil. Sadece gerçek bir süpergücün önderlik edebileceği uluslararası bir toplumun kurulması söz konusu. Çıkarlarımız bu toplumu kurmayı gerektirdiğinde ve başkalarını da bunu yapmaya ikna ettiğimizde, bu toplumu kurabilecek tek devlet yine Amerika Birleşik Devletleri’dir.” 49
Bu durum, geçmişteki Amerikan yönetimlerinin izlediği politikalarla bağların koparılmış olduğunu değil, sadece bu politikalarda bir vurgu değişikliği olduğunu gösteriyor. Clinton yönetimi de, BM’i görmezden gelerek, gerekli gördüğünde tek başına hareket etmeye çok hazırdı. Genç Bush yönetiminin, Bati Avrupa’daki ve Doğu Asya’daki diğer lider kapitalist devletlere karşı olan bu çok açık küçümseyici tavrı, beyanatlarından da çok açık bir şekilde anlaşılabılır. Bush, seçilir seçilmez Avrupa Birliği ile Kyoto Protokolü, ticaret (özellikle Amerikanın çelik ticaretinde uygulamak istediği gümrük vergisi) ve Amerika’nın Uluslararası Suçlar Mahkemesine olan muhalefeti konusunda bir dizi çatışmaya girişti. Amerikan yönetiminin danışmanlığını ücretsiz olarak yaptığı için gevezelik yapma hakkına sahip olan Perle Cumhuriyetçi sağın Avrupa’ya karşı olan bu küçümseyici tavrının altında yatan gerçek nedeni açıkladı. Perle, Amerika Birleşik Devletleri’nin Saddam’ı devirmek için Avrupa’ya ihtiyacı olup olmadığı hakkındakı sorulara şöyle cevap verdi:
“Avrupalılar’ın, Saddam’a karşı hoşgörü göstermelerine neden olan bakış açısı, onların Saddam’ın varisi olan rejimi de desteklemelerine yol açacak –çünkü Avrupalılar güç kimdeyse her zaman onu desteklerler. Fakat eminim ki tavırlarını çok çabuk değiştirecekler…. Kendi çıkarları ne gerektiriyorsa onu yapacaklar. Şu anda, Avrupalılar, Irak’a karşı uygulanan ekonomik yaptırımlar kalktıktan sonra yürürlüğe girecek olan anlaşmalar imzalamak üzere, Bağdat’taki otelleri tıka basa dolduruyorlar. Eminim ki, aynı kontratları Saddam’dan sonra kurulacak rejimle imzalamak için, yine aynı otellerde olacaklar.” 50
Bazen, Avrupa’ya karşı olan bu küçümseyici tavır açık bir düşmanlıkla beraber gelişti. Sağ kanat cumhuriyetçilerle ile iyi ilişkilere sahip olan İngiliz gazeteci Anatol Lieven 11 Eylül’ün hemen ardından, bu durumu şu örnekle anlatıyor:
Bush’un Ocak’ta başkan seçilmesinden kısa bir süre sonra, bir grup editör ve Amerikan sağ kanadında önemli bir etkiye sahip olan bir grup gazeteci tarafindan New York’taki bir restoranda öğle yemeğine davet edildim. Yemekler ve şarap aşırı pahalıydı, dekor lüks fakat gösterişsizdi, müşteriler güzel giyinmişlerdi ve konuşmaların çoğu, en kibar tabiriyle, anlamsızdı. Konu, dünyanın Amerika dışında kalan bölümüne gelince, ev sahiplerim nefret, hor görme, güvensizlik ve korku karışımı bir tutum aldılar: Sadece Araplara, Ruslara, Çinlilere, Fransızlara ve diğerlerine karşı değil, bütün ‘Avrupalı ‘sosyalist’ –ya da bu anlama geldiği farzedilen– hükümetlere karşı aynı tavrı takındılar. Üstelik bu tavıra paralel olarak –en azından teoride– dünyadaki bir çok ülkeye karşı askeri bir harekat düzenleme isteğini de taşıyorlardı.51
Lieven lider konumundaki cumhuriyetçi politikacılardan bir tanesinin şu sözlerini aynen aktarıyor, ‘Avrupalılarla aynı değerleri paylaştığımızı da kim söylüyor. Onlar kiliseye bile gitmez’. Lieven’in Carnegie Endowment for International Peace (Carnegie Uluslararası Barış Vakfı)’ndaki muhafazakar meslekdaşı Robert Kagan, Amerika’nın neye dayanarak tek başına hareket etmeyi tercih ettiğini ve Avrupa’nın, neden, Avrupa ve Amerika arasındakı güç eşitsizliğinden dolayı çok taraflı hareket etme konusunda ısrarlı olduğunu, biraz daha sofistike bir bakış açısıyla şöyle analiz ediyor:
“Bugünün atlantik ötesi problemi…..George Bush sorunu değildir. Bu bir güç sorunudur. Amerikan askeri gücü, bugün elindeki bu gücü kullanma eğiliminde. Avrupa’nın daha zayıf devletleri, kesinlikle anlaşılabilir bir şekilde bu gücün kullanılmasından hiç hoşlanmıyorlar. Aslında, Avrupalılar, ‘güç’ün sorun olmadığı, uluslararası hukukun ve uluslararası kurumların egemen olduğu, tek başına hareket etmenin yasaklanmış olduğu, bütün ulusların, güçlerinin farklılığına rağmen eşit haklara sahip olduğu ve bu hakların, üzerinde anlaşılarak ortak olarak seçilmiş yöneticiler tarafindan korunduğu, üzerinde yaşanabilir bir dünya yaratmayı hedefleyen güçlü bir Avrupa yaratmak istiyorlar. Avrupalılar, ‘güç’ün ulusal güvenlik ve başarı konusunda en belirleyici unsur olduğu, anarşik, Hobbes'cu dünyanın vahşi hukukunun geçerliliğini azaltmak ve eninde sonunda bu hukuku yok etmek konusunda son derece kararlılar.” 52
Kagan, Avrupa ve ABD arasındaki maddi güç farklılıklarının, Avrupa’daki çok taraflı kurumların bütünleşmesi süreci (ki bu Kagan’a göre ulusal çıkarların uzlaşması noktasında ümit verici bir gelişme) tarafından daha da pekiştirildiğini iddia ediyor. Fakat, Kagan’a göre, Avrupa içindeki devletler arası rekabetin azalması Amerika’nın askeri şemsiyesine bağlıydı:
“Amerika dışarıdan güvenlik sağlayarak, Avrupa’nın bu güvenliği sağlamak için ulusüstü bir hükümet oluşturmasını gereksizleştirdi…. Bu oldukça ironik bir durum. Avrupa’nın ‘güç politikaları’nı reddederek askeri gücü, uluslararası ilişkilerde kullanılan bir piyon olarak görmesinin nedeni aslında, Amerikan askeri güçlerinin Avrupa toprakları üzerindeki varlığıdır. Avrupa’nın yeni Kantçı düzeni, ancak eski Hobbes'cu düzenin yöneticilerine göre hareket eden Amerikan gücünün şemsiyesi altında gerçekleşebilirdi. Amerika’nın gücü, Avrupalıların ‘güç’ün çok önemli olmadığına inanmalarına neden oldu.” 53
Bu tezin temelinde, Kagan’ın, Francıs Fukuyama’nın ileri sürdüğü ve İngiliz Diplomat Robert Cooper gibilerin izlediği, ‘tarihin sonu’yla birlikte ileri kapitalizmin, gelişmiş ülkelerden oluşan blokları arasında bir savaş çıkmasını imkansız hale getiren (hala dünyanın modern-öncesi ve modern bölgelerinde tehditler devam etse de) ‘postmodern’ ve ‘postarihsel’ bir döneme girdiği iddiasına yönelik eleştirisi yatıyor.54 Kagan, Avrupa’nın gerçekten ‘tarihin ötesi’ne geçmiş olabileceğini söyleyerek şöyle devam ediyor:
“Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’nın Kantçı bir cennet içinde olmasında önemli bir rol oynasa da ve hala bu cennetin varlığının devamının sağlanmasında kilit bir rol oynasa da, şu bir gerçek ki, Amerika bu cennete kendisi giremiyor. Duvarlara tırmaiyor ama kapıdan geçemiyor. Amerika, bütün görkemli gücüyle tarihe takılıp kalmış durumda: Hala Saddam’lar ve Ayetullah’lar; Kim Jong Il’ler ve Jiang Zemin’lerle uğraşıyor fakat bu mücadelenin olumlu sonuçlarından başkaları faydalanıyor.” 55
Dolayısıyla, Amerika, dünyada, Avrupalıların bu postmodern cennette yaşamasını sağlamak için gerekli olan askeri gücü (tıpkı özverili bir nöbetçi asker gibi) sağlayan ülke imajına sahip olduğu için, doğal olarak Avrupa’nın bazı tavırlarına içerleme hakkını kendinde görüyor. Alman başbakanı Gerard Schröder, 2002 yılının Eylül ayındaki federal seçimlerde, seçilememe tehlikesiyle karşı karşıya kalınca Sosyal Demokrat Parti’nin politikasını değiştirerek Amerika’nın Irak’a saldırma planına karşı güçlü bir şekilde muhalefet etmeye başlamıştı. İşte böyle durumlar, Amerika ve Avrupa arasında zaten varolan gerilimlerin yüzeye çıkarak patlamasına yol açıyor. Alman Adalet Bakanı’nın Bush’u Hitler’le karşılaştırmasının ardından Condoleeza Rice’in tepkisi şöyle oldu: ‘Zehirli... bir atmosfer yaratıldı’.56 Schröder, güç bela kazanmış olduğu seçim zaferini Berlin’de kutlarken, Donald Rumsfeld, Varşova’daki NATO toplantısını fırsat bilerek Almanya’nın bu tavrı konusundakı yakınmalarını tekrarladı. Hatta Richard Perle, Gerard Schröder’in, Amerika-Almanya ilişkilerini düzeltmek için yapabileceği en iyi şeyin istifa etmek olduğunu söyledi.57
Serbest piyasa emperyalizmi
Bush ve ekibine yol gösteren tarihsel perspektif, bu ekibin şöyle bir sonuca ulaşmasına neden oldu: ‘Eğer Amerikanın şimdiki askeri üstünlüğünü Amerikan kapitalizminin gelişimi için kullanabilirsek, bizim için yeni bir firsat penceresi açılmış olur’. 11 Eylül’ü ve ‘terörizme karşı savaş’ı bu amaç için bir firsat olarak görmek, aslında, yakalanması oldukça zor olan Bin Laden’i ve onun El Kaide ağını ele geçirmekten daha büyük bir oyundur. Bush yönetiminin kilit noktası olan Ulusal Güvenlik Stratejisi şöyle bir uyarıda bulunuyor:
“Eski model büyük güç rekabetinin tekrar ortaya çıkma ihtimalini dikkatli bir şekilde izliyoruz. Şu anda bazı potansiyel güçlerin bir iç değişim sürecinin ortasında olduğunun farkındayız – özellikle Rusya, Hindistan ve Çin.”
Ulusal Güvenlik Stratejisi, bu devletlerin (Rusya, Hindistan ve Çin) aslında Amerika ile ortak çıkarlara sahip olduğunu söylerken, Beijing’e karşı çok açık ve net bir uyarida bulunuyor:
“Komünizmin mırasının kötü yüzünün ortaya çıkması sürecinin başlamasından çeyrek yüzyıl sonra, Çin liderleri, hala, devletin karakteri hakkında, bir dizi köklü değişiklikler içeren seçenekler geliştirmediler. Asya Pasifik bölgesindeki komşularını tehdit eden gelişmiş askeri yeteneklere sahip olmasına rağmen, Çin hala, ulusal büyüklüğünün hedeflediği amaçları gerçekleştirmesini güçleştirecek modası geçmiş yollar izliyor. Çin, bu büyüklüğün asıl kaynağının, sosyal ve politik özgürlük olduğunu zamanla anlayacaktır.” 58
Diğer bir deyişle, Bush ve danışmanları, büyük güçler arasında Amerikanın dayattığı koşullara uygun bir konsensus oluşturmaya çalışıyor. Bu özellikle askeri alan için geçerli. Çünkü, Sadece Sam Amca ‘ileri askeri yeteneklerin’ gelişmeşine izin verebilir. Sağ kanat Cumhuriyetçilerden oluşan ve Amerika’nın savunma stratejisi hakkında çalışmalar yapan komisyon, bunu şöyle doğruluyor:
“Nükleer silahlarımızın büyüklüklerini ve niteliklerini korumamızın nedeni Rusya’nın askeri yetenekleriyle sayısal olarak eşitlik sağlamak değil, Amerikanın stratejik üstünlüğünü korumak ve bununla birlikte nükleer güçlere sahip olası düşman koalisyonların ortaya çıkmasını engellemektir. Amerika’nın nükleer gücü, utanılacak bir durum olmaktan çok; bu karmaşık ve kaotik dünyada Amerikanın liderliğini sürdürmesini sağlayacak bir eleman olacaktır.” 59
Bu beyanatların ışığında, Bush yönetiminin Amerika’nın üstünlüğünü devam ettirmek için dizayn ettiği Ulusal Savunma sisteminin yapısının (ki bu sistem Amerika’ya diğer devletlerden önce ilk nükleer saldırıyı yapma olanağı sağlıyor) ve ABM silahsızlanma anlaşmasının Birleşik Devletler tarafından bir kenara atılmasının Rusya ve Çin’i endişelendirmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Paul Wolfowitz, Ekim 2002’de, Ulusal Önceden Savunma sistemi sayesinde Amerika için olanaklı hale gelen ‘sürekli ilerleme’ye sahip çıkarak bununla şöyle övünüyordu; ‘Nihayet Amerika artık varolmayan bir ülkeyle yapılmış 30 yıllık modası geçmiş anlaşmaların yapay sınırlamaları olmaksızın, önceden savunma stratejisini sürdürmekte özgürdür.’ 60 Aynı yıl Amerikan yönetiminin, Rusya, Çin, Kuzey Kore, İran, Irak, Suriye ve Libya’yı potansiyel nükleer rakipler olarak ilan eden ve nükleer ve konvansiyonel güçlerin birleştirilmesini öneren Nükleer Duruma Bakış belgesi basına sızdı –örneğin, Saddam Hüseyin gibi liderleri öldürmek amacıyla nükleer savaş başlıklarının bunker-buster (beton delen) silahlara eklenmesi.61
Bu arada, ‘terörizme karşı savaş’ stratejisi sayesınde Amerika, Orta Asya’da (bu bölge Amerika’ya soğuk savaş sırasında kapalıydı) bir dizi askeri üs kurmayı başardı ve yine bu strateji sayesinde, Amerikan birlikleri, 1990’ların başına kadar kendilerine kapalı olan Filipinler’deki üslere yeniden geri döndüler.62 Ulusal Güvenlik Stratejisi, bunun geçici bir gelişme olmadığını şöyle vurguluyor: ‘Amerika Birleşik Devletleri, karşı karşıya olduğu belirsizlikle ve güvenliğine yönelik tehditle mücadele etmek için Batı Avrupa’da, Kuzey Doğu Asya’da ve başka bölgelerde, Amerikan güçlerinin geniş bir alana yayılmasını sağlamak için geçici düzenlemeler yapma imkani sağlayacak kadar iyi üslere ve istasyonlara ihtiyaç duymaktadır.’63 Eğer, Çin yöneticileri bu hareketi, kendilerini kuşatmaya yönelik stratejinin ilk aşaması olarak görürlerse kimse onları suçlayamaz.
Bununla birlikte, önemli bir nokta da şu ki, Bush yönetiminin ‘büyük strateji’si sadece basitçe Amerika’nın jeopolitik üstünlüğünü kalıcı kılmayı amaçlamıyor, aslında, serbest piyasa kapitalizminin Anglo-Amerikan modelini dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. Bush, Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin önsözüne şöyle başlıyor; ‘20. yüzyılda özgürlük ve diktatörlük arasındaki büyük mücadele, özgürlüğün güçlerinin kesin zaferiyle ve bir ulusun başarılı bir şekilde ayakta durmasını sağlayacak olan yegane modelin zaferiyle sonuçlandı: özgürlük, demokrasi ve serbest girişim.’ Bush, konuşmasına, amacını açıkça itiraf ederek devam ediyor; ‘insanlığın özgürlüğünün lehine olarak güç ayarlaması yapmak: bütün ulusların ve toplumların, sonucu iyi de olsa, kötü de olsa, kendi seçimlerini kendilerinin yapabileceği siyasi ve ekonomik olarak özgür koşullar yaratmak. Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinin bir bölümünde, ‘serbest pazar ve serbest ticaret sayesinde küresel gelişmede yeni bir devrin ateşlenmesini sağlayacak’ neo-liberal politikaların bir taslağı çiziliyor. Belge şöyle devam ediyor; ‘Amerika’nın Ulusal Güvenlik Stratejisi, açıkça, değerlerimizi ve ulusal başarımızı yansıtan Amerikan enternasyonalizmine dayanacaktır.’ Doğrusu, insanları, ‘ulusal başarı için tek sürdürülebilir model’ olan Amerikan stili ‘bırakınız yapsınlar’ kapitalizmini seçmekte ‘özgür’ bırakan çok garip bir enternasyonalizm. Bu anlayışa göre, yeni bir Büyük Güçler Rekabeti Dönemi’nin yaşanmasını önlemenin tek yolu Rusya ve Çin’in bu ‘ortak değerler’i kabul etmesidir – kastedilen tabii ki Amerikan liberal kapitalizminin değerleridir.64
Solcu liberal ekonomist Robert Wade, Amerikan emperyalizminin çıkarlarının lehine olan Bretton Woods sisteminin 1970’lerin başında çökmesinden bu yana dünya ekonomisinin nasıl bir yapıya sahip olduğunu çarpıcı bir şekilde şöyle betimliyor:
“Bir an dünyada varolan özerk devletler ve uluslararası pazarlar içindeki en güçlü devletin liderliğini yapan, modern zamanlardaki bir Roma İmparatoru olduğunuzu farzedin. Kendi etki alanınızı genişletmeden, normal piyasa güçlerinin kendi ülkenizin ekonomik üstünlüğünü güçlendirmesini sağlamadan, yurttaşlarınızın ürettiklerinden çok tüketmelerini sağlamadan ve size meydan okuyanların başlarını kaldırmalarını engellemeden, nasıl bir uluslararası ekonomi-politik yaratabilirsiniz ki?
Diğer ülkelerin, kendi ekonomilerini yönetmeleri, sizin desteğinize sahip olmalarına bağlıysa, siz de kendi döviz kurunuza ve parasal politikanıza karar verme özerkliği istersiniz. Sizin üstünlüğünüze meydan okuma olasılığı olan merkezlerin gelişimini engellemek için, dünyanın geri kalanındakı ekonomik krizlerin ve istikrarsızlıkların sizin kontrolünüz altında gelişmeşini istersiniz. İhracat mallarınızın fiyatlarından, görece olarak daha düşük fiyatlardakı ithal malların kendi ülkenize akışını sağlamak için dünyanin geri kalanında ihracatçılar arasında şiddetli bir rekabetin olmasını istersiniz.
Peki, böyle bir konumda olsaydınız hangi unsurları uluslararası ekonomi politiğin olmazsa olmaz unsurları haline getirirdiniz? Birincisi, sermayenin hareket özgürlüğü. İkincisi, özgür ticaret (tabii ki sizin tekrar seçilmenizi sağlamak için önemli olan yurt içi endüstrilerin gelişimini tehdit eden ithalatlar dışında) Üçüncüsü, diğer devletlerin özel eğitim, sağlık koruması ve emeklilik politikalarını ve mali varlıklarını yönetmek amacıyla kendi ulusal elitinizin alışkanlıklarını o ülkelere taşımanızı sağlamak için kendi şirketlerinizin özgürlüğüne özel bir vurgu yapmakla birlikte, korumacılık, kamunun satın alma politikaları, kamu mülkiyeti gibi planlamalar yoluyla ulusal şirketler lehine ayrımcılık yapılmayan bağımsız uluslararası yatırım koşullarının olmasını istersiniz. Dördüncüsü, kendi para biriminizin rezerv para birimi olmasını sağlarsınız. Beşincisi, kendi nakit paranızı herhangi bir sınırlama olmadan istediğiniz gibi yaratabilme yeteneğine sahip olmak (dolar-altın bağlantısında olduğu gibi), böylece dünyanın geri kalanıyla birlikte, ticaret zararlarını sınırsız bir şekilde finanse edebilirsiniz. Altıncısı, kendi paranız için geçerli olan değişken faiz oranlarıyla başka ülkelere borç verirsiniz. Böylece ekonominiz kötüleştiğinde (ki bi faiz oranlarının yükselmesi demektir) bu ülkeler, size, aldıklarından çok daha fazla ödemek zorunda kalırlar. Bu bileşim sizin, diğer devletlerin ürettiklarinden daha fazla tüketmenize izin verecektir ve bu dünyanın gerı kalanında periyodik olarak mali istikrarsızlıkların ve krizlerin doğmasına neden olur. Uluslararası çerçeveyı denetlemek için, üye devletlerin beraber çalışıyor gibi görünerek, çok taraflı eylemleri meşrulaştırdıkları, fakat sizin kontrolünüze izin verecek şekilde finanse edilen, uluslararası örgütlenmelerin olmasını istersin.” 65
Bu aslında, Peter Gowan’in ‘Dolar-Wall Street Rejimi’ diye adlandırdığı, Nixon’dan bu yana gelen Amerikan yönetimlerinin geçtiğimiz 30 yil boyunca küresel mali piyasaları organize etme planının betimlemesidir.66 Bu betimlemede, üç yönden abartı vardır. Birincisi Gowan, DWSR’nin nasıl geliştiğini anlatırken özellikle çok komplocu bir ifade kullanıyor. Mali aktörlerin başarısızlıkları (örneğin, Thatcher hükümetinin özelleştirme programı tahmin edilen başarısının çok altında kaldı) ve bundan dolayı planlarında yaptıkları değişiklikler aslında bu hikayenin önemli bir parçasını oluşturur. Ayrıca Robert Brenner’in ısrarla savunduğu gibi, artık altınla ilişkisi olmayan bir doların uluslararası mali sistem açısından merkeziliği her zaman Amerikan kapitalizminin yararına olmamıştır. 1985’de lider kapitalist devletler arasında imzalanan ve doların değerinin düşmesine neden olan Plaza Andlaşması, Amerika’nın uluslararası rekabete dayanabilme gücünün uluslararası piyasalar açısından ne kadar önemli olduğunu kanıtladı. Fakat on yıl sonra, Brenner’in ‘Plaza Andlaşmasından Geriye dönüş’ diye adlandırdığı dönemde, Clinton yönetimi, durgunluk içindeki Japon ekonomisini canlandırmak için, güçlü dolar politikasını değiştirdiğinde, 1990’ların son döneminde gelişen Amerikan imalat sanayisinin lehine olacak krizlerin temelini atmış oldu.67 İkincisi, DWSR’nin işlemesini sağlayan Amerikan egemen kurumları –Wade bunları Amerikan Hazinesi, IMF ve Wall Street’in bileşimi olarak adlandırıyor– sadece Amerikan kapitalizminin değil, bütün diğer kapitalist ülkelerin de bir ölçüde yararına olan ‘kamu mallarını’ sağlayabiliyorlar: Böylece, neo-liberal Washington Konsensüsü tarafından talep edilen suyun özelleştirilmesinden, hem Doğu’da hem Batı’da en çok Suez gibi Avrupalı çokuluslu sirketler yararlanıyorlar. Üçüncüsü, belirtiler şunu gösteriyor ki, Avrupa ve Japon kapitalizmleri, hala görece olarak marjinal jeopolitik aktörler olsalar da, çıkarları ve talepleri Washington ve Wall Street tarafından kolayca görmezden gelinemeyecek kadar büyük ekonomik oyunculardır.
Yaşadığı ekonomik patlamanın ardından, Amerika’yi saran ‘en başarılı olma’ duygusu 1990’ların sonunda buharlaştı ve spekülasyon gruplarının müdahaleleri ve açık bir şekilde teşhir edilen sahtekarlıklar nedeniyle Amerikanin Yeni Ekonomisi –ki Merkez Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Alan Greenspan bu ekonominin Amerika’yı ‘tarihin ötesine’ taşıdığını iddia etmişti’– hakkındaki iddialar Wall Street balonuyla birlikte söndü. Brenner, ‘Amerikanın, ekonomik patlama döneminde sahip olduğu üretkenlik açısından, lider konumundaki diğer rakiplerinden çok da üstün olmadığına dikkat çekiyor: ‘1993 ve 2000 arasında Amerika’da imalat sanayinde emek üretkenliği ortalama %5,1 artarken, Batı Almanya ve Fransa’da imalat sanayinde emek üretkenliği, 1998’den bu yana sırasıyla yıllık ortalama %8 ve %9 oranlarında arttı.’68 Richard Layard, bir bütün olarak ekonomileri karşılaştırarak bu kıyaslamayı şöyle sürdürüyor:
“Geçen on yılda bir saatlik çalışma karşılığında gerçekleşen üretim, Avrupa Bölgesi’ndeki ülkelerde Amerika’dan daha hızlı arttı ve şimdi Fransa ve Almanya’da bu oran Amerika’da olduğu kadar yüksek. Kişi başına düşen milli gelir temelinde bile, üretim Avrupa kuşağında, Amerika’da olduğu kadar hızlı gelişti (son on yıl ve son üç yıl içinde).”69
IMF’ye göre, 2001’de sadece Almanya’da ve Fransa’da değil, İtalya’da da bir saatlik üretim Amerika’dan daha fazlaydı!70
Amerikanın diğer lider güçler üzerindeki büyük askeri liderliği şu gerçeğin gizlenmesine izin vermemelidir ki, özellikle AB ile ekonomik alanda bir rekabet söz konusu olduğunda, Amerika ile Avrupa’nın güçleri çok daha eşit bir düzeyde dengelenmiş durumdadır.71 Bunun altında yatan anlam şudur ki, Amerika’nin şimdiki gücünün devamı, bugünkü koşulların durumunun geçiciliğine ve rastlantılara bağlıdır. Bundan dolayı, Amerikan yönetimleri, geçen nesil boyunca, kendi hegemonyalarını korumak için, –önce Bati kapitalizmine karşı, şimdi küresel ölçekte– şiddetli bir mücadele vermek zorundaydı. Bush yönetimi şartları Amerikan kapitalizminin lehine çevirmek için, şimdiki konjonktürün avantajını kavrıyor. Fakat, –Gowan’ın kitabının başlığını ödünç alırsak– bu bir kumar, kesinlikle bir yarış değil.
‘Rejim değişikliği’ ve petrol politikaları
Amerikan yönetiminin önem verdiği konulardan biri, Amerika’nın büyük rakipleriyle karşı karşıya gelmesi olmakla birlikte, Bush takımının acil önceliği Saddam Hüseyin’i zor kullanarak devirmektir. Bu girişim iki temel işleve sahiptir. Birincisi, Amerika’nın, Irak’ı yenmesi diğerleri için bir uyarı niteliği taşıyacaktır: Eğer ezici Amerikan gücü, küçük bir Orta Doğu gücünün inatçı yöneticisini yok edebilirse, Amerika’nın Washington ile eşit düzeyde olma ihtimali taşıyan rakipleri bundan sonra adımlarına daha dikkat edeceklerdir. İkinci olarak, Saddam’ı devirmek, bundan çok daha büyük bir amaca hizmet eden Amerikan programının çok önemli bir hedefinin gerçekleşmiş olması anlamına gelecektir (en azından Orta Doğu’nun tamamını düzenleme planlarını haklı göstermek için sık sık bu plana sığınan bazı sağ kanat cumhuriyetçi politikacılar açısından).
‘İnsanların anlamadıkları şu ki, onlar, Irak’tan sonra saldıracakları ülkelerin listesine sahipler’ diyor Richard Perle ile aynı görüşleri paylaşan John Pike. Ve şöyle devam ediyor; ‘Irak, bölümün sonu değil, başı’.72 Amerika’nın hedefler listesinin başında Suudi Arabistan geliyor. 2002 Temmuz ayında Perle, Savunma Politikası Yönetim Kurulu’na brifing vermek üzere, bir RAND şirketi için analizler yapan, Lyndon LaRouche’nin önceki takipçisi, Laurent Murawiec’i önerince kıyamet koptu. Kötü bir şöhrete sahip bir komplo teorisyeni olan Laurent Murawic, geçmişte çok kolay bir şekilde aşırı soldan aşırı sağa geçiş yapmıştı. Bu elit danışmanlar grubu, Murawiec’in Suudi Arabistan’ı ‘şeytanın özü’ olarak ilan ettiği ve onun ‘Amerika’nın düşmanları’ arasında sayılması gerektiğini söylediği ve eğer gerekirse Amerika’nın, İslam’ın en kutsal iki şehri olan Mekke ve Medine’yi tehdit etmesi gerektiğini anlatan açıklamalarını hayretle dinlediler.73
Bu heyecanlı konuşmanın hemen ardından Rumsfeld ve Perle, bu deli saçması sözlerle bir ilgilerinin olmadığını açıkladılar. Fakat sağ kanat Cumhuriyetçilerin bir kısmı, Murawiec’in bu görüşlerini paylaşıyordu. Amerikan Özel Girişim Enstitüsü’nden (American Enterprise Institute) Micheal Leeden şöyle diyordu; ‘terör ağının –Al Kaide’den Hizbullah’a, İslamcı Cihad’dan Hamas’a ve çeşitli Filistin Kurtuluş Örgütü gruplarına kadar– bu kadar güçlü olmasının nedeni, dört tiranik rejimin bu örgütlere verdiği destektir ve benim ‘terörün efendileri’ adını verdiğim bu ülkeler İran, Irak, Suriye ve Suudi Arabistan’dır.’ Leeden, Amerika’nın Suudi Arabistan’a karşı savaş açmasını savunmuyor elbet. Washington’un ilk hedefinin, ‘dünyanın en tehlikeli terörist grubu olan Hizbullah’ı yaratan, geliştiren, koruyan, mali kaynak sağlayan ve destekleyen’ İran olması gerektiğini savunuyor: anlaşılan, İsrail askerlerini öldürmek Amerikan sivillerini katletmekten bile daha büyük bir suç.74 Yine de, 1940’dan beri, Amerika’nın Arap dünyasındaki en önemli müttefiki olan Suudi Arabistan’ın, birdenbire, Washington’un ‘korsan devletler’ olarak nitelendirdigi ilk üç devletle aynı kategoride yer alması hayret verici bir değişikliktir.
Bu değişikliği gerektiren üç faktör vardır: Birincisi, 11 Eylül’ün gerçekleşmış olması. Bush yönetiminin kendisi, Bin Laden’in köklerinin Suudi Arabistan egemen sınıfının içinde olduğunu ve 11 Eylül saldırısını gerçekleştiren hava korsanlarının çoğunun Suudi kökenli olduklarını görmezden gelmeye çalışıyor. Fakat sağ kanat cumhuriyetçilerin çoğu, çok açık bir şekilde Suudi Arabistan’ı bu şekilde değerlendirme eğilimine sahipler. Murawiec, Savunma Politikası Yönetim Kuruluna verdiği brifingde, ‘Suudiler, planlanmasından finansmanına, çekirdek kadrosundan militanlarına, ideologlarından amigolarına kadar terör zincirinin her aşamasında aktif rol alıyorlar’ diye anlattı.75 11 Eylül’ün kurbanlarının akrabaları, terörizmi finanse ettikleri gerekçesiyle, bazı Suudi kurumlarına ve üç kraliyet ailesi üyesine dava açtılar. Soğuk Savaş’ın son döneminde, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşması için İslamcı gerillaları finanse etmek, yetiştirmek ve silahlandırmak için Amerika’nın Suudi Arabistan ile yakın bir ittifak kurduğunu –özellikle Reagan Yönetimi– açıklamak Amerikan hükümetinin 11 Eylül olayları nedeniyle itham edilmesini sağlayabilirdi. Fakat, sağ kanat cumhuriyetçilerin prizmasının gerçekleri çarpıtması nedeniyle, 11 Eylül, Suudi Arabistan’ın ‘şer ekseni’ içinde görülmesine yol açtı.
İkincisi, Amerika’nın bugünkü sağ kanat politikacıları, İsrail devletini, geçmişteki Amerikan muhafazakarlarından çok daha kayıtsız şartsız bir şekilde destekliyorlar. Örneğin, Jerusalem Post’un editörü Perle, İsrail’deki etkisini, 2000 yılındaki Camp David görüşmelerini sabote etmek için kullanmaya çalışmıştı. Dolayısıyla, Cumhuriyetçi sağın, uzun vadede İsrail tarafından büyük bir tehdit olarak görülen Irak’la bu kadar meşgul olmasının bir nedeni de, İsrail’in güçlenmesine destek olmaktır. Perle’nin 1996’da belirttiği gibi, ‘Saddam’ı devirmek, İsrail sağının önemli politik amaçlarından biridir.’76 Sağ kanat Cumhuriyetçiler, (Filistin’i Eski Ahit’te Tanrı’nın Yahudilere verdiği topraklar olarak gören köktenci Hristiyanlar bile) Ariel Sharon ve Binyamin Netanyahu gibi Likud liderleri tarafından ilan edilen Orta Doğu barış sürecine karşı bir düşmanlık besleme eğilimindeydiler. Dolayısıyla bu sağ kanat Cumhuriyetçiler, Washington’a, İsrail’in yeniden görüşme masasına oturması konusunda baskı yapan Suudi Arabistan ve Mısır gibi Orta Doğu devletlerinden nefret ediyorlar. Anatol Lieven’e göre, ‘Murawiec, sadece Suudi Arabistan’a bir ültimatom göndererek, Suudi polis gücünün tamamen Amerikan yetkililerinin liderliğinde çalışmasını talep etmeyi savunmuyor, aynı zamanda, Suudi Arabistan halkının Amerika ve İsrail’e yönelik eleştirilerinin bastırılmasını istiyor –ki bu herhangi bir Arap devleti için muhtemelen imkansız bir şeydir.77
Amerikan sağına göre, Filistinlilerle anlaşma yapmanın tek koşulu, Amerika’nın Arap dünyasını kendi isteklerine göre şekillendirmesinin kabul edilmesidir. 2002 baharında, Cenin krizinin doruk noktasına ulaştığı günlerde, William Kristol ve Robert Kagan, Bush’un ‘gerçek bir barışa ve güvenliğe giden yolun Bağdat’tan geçtiğini unutarak barış sürecinin içine çok dalmaması gerektiğini’ iddia ettiler.78 Saddam’ın devrilmesi, liberal demokrasinin bütün Arap dünyasına yayılmasını sağlayabilecek bir ‘geri dönüş’ sürecinin başlangıcı olabilirdi –tıpkı 1980’lerde Amerika tarafından orta Asya’da düzenlenen karşı-devrimlerin ve Doğu Avrupa’da Stalinizmin çöküşünün ardından olduğu gibi.
Wall Street Journal’a göre, ‘Irak’ı Saddam’dan kurtarmak ve demokrasiyi desteklemek, sadece bölgeyi büyük bir askeri tehditten kurtarmak demek değildir. Bu aynı zamanda, Arap dünyasına kendi geleceğini tayin etme olanagına sahip olmanın modern dünyanın bir parçası olduğu mesajını göndermektir.’ Fakat, eğer Arap dünyasında gerçekleşecek bu demokratik değişiklik sonucunda, şimdiki Suudi Kraliyet ailesi’nin yerine Amerika karşıtı bir hükümet gelirse, bu Amerika’yı Suudi petrol alanlarını zorla ele geçirip geçirmeyeceği konusunda bir karar vermeye zorlayacaktır, ki bu OPEC’in sonu olabilir.79
Condoleezza Rice, kendisinin de, Washington’un askeri gücünü kullanarak, liberal kapitalizmin sınırlarını genişletebileceği konusunda, Wall Street Journal ile aynı düşünceleri paylaştığını açıkladı:
“Eğer bir taraftan Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve diğer yandan 11 Eylül, uluslararası politikalarda büyük değişikliklere yol açtıysa, bu sadece ciddi tehlikeler dönemi değil, aynı zamanda muazzam bir firsatlar dönemi demektir…. Bu dönem Amerikan liderliğinin, varolan güç dengelerini ‘özgür dünya’nın lehine olacak şekilde yeniden ayarlamak için 1945-1947 arası, demokratik devletlerin sayısını artırdığı döneme benziyor–ki bugün büyük güçler arasında olan Almanya ve Japonya da bu devletlere dahildir.” 80
Orta Doğu’ya liberal demokrasiyi dayatmak gibi fantazilerin altında yatan gerçek neden, sağ kanat Cumhuriyetçilerin bölge hakkındaki planlarındaki üçüncü ve en önemli faktör olan petroldür. Şu bir gerçek ki, Suudi Arabistan dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olan ülkedir ve bu rezervler İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan ve Suudi egemen sınıflarının her ikisi tarafından kullanılmaktadır. Fosilleşmiş petrol tekelleriyle yakın bağlantılara sahip olan Bush yönetiminin, –Mike Davis bunu ‘Amerikan Petrol Enstitüsü Yönetim Kurulu’ olarak tanımlıyor– varolan enerji rezervlerinden Amerika’nın uzun vadede faydalanma hakkına sahip olup olmayacağı konusunda bazi endişeleri var.81 Dick Cheney’in başkanlığını yaptığı bir ekibin taslağını hazırladığı (Enron’un yardımıyla) Ulusal Enerji Planı Mayıs 2001’de Washington tarafından yayınlandı. Micheal Klare bu rapor hakkında şöyle yazıyor:
“Cheney’in raporu özünde üç anahtar noktayı barındırıyor:
1- Birleşik Devletler artan petrol miktari ihtiyacını açıkça söylemelidir. (Şu anda, Birleşik Devletler, bir günde 10 milyon varil petrol ithal etmektedir ki bu Amerika’nın toplam petrol tüketiminin %53’üne denktir; 2020’de Amerika’nın petrol ithalatı günde hemen hemen 17 milyon varil olacaktır ve bu Amerika’nın toplam petrol tüketiminin %65’ine denk olacaktır.)
2- Birleşik Devletler, bu ek petrol ihtiyacını karşılamak için, sadece Suudi Arabistan, Venezuella, ve Kanada gibi geleneksel kaynaklara bağlı kalamaz. Bu ihtiyacı, Hazar Devletleri, Rusya, Afrika gibi yeni kaynaklardan karşılamak zorundadır.
3- Birleşik Devletler, bu ek petrol miktarını elde etmek için sadece varolan piyasa güçlerine güvenemez. Hükümet yetkililerinin bir kısmının, Amerikan enerji şirketlerinin Amerika dışındaki faaliyetlerine karşı gelişen direnci kırmak için ayrıca özel bir çaba sarfetmesi gerekecektir.
Bu üç ilkeyle aslında, Cheney Planı, Bush yönetiminin, gittikçe artmakta olan petrol ithalatı gereksinimini, denizötesi kaynaklardan karşılamak için kapsamlı bir dizi girişimde bulunmasını istiyor. Özellikle, devlet başkanı ve dışişleri bakanını, Hazar Bölgesi’ndeki petrol üretimini artırmak ve bu petrolü Batı’ya taşımak amacıyla yeni bir boru hattı döşemek için, Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan liderleriyle enerji ve ticaret konusunda işbirliği yapmaya çağırıyor. Ayrıca, Amerikan resmi görevlilerini, Afrika, Basra Körfezi ve Latin Amerika’daki görevlileri petrol endüstrilerini büyük Amerikan şirketlerinin müdahalesine açmaya ve Birleşik Devletler’e çok daha fazla miktarda petrol göndermeye ikna etmeye çağırıyor.
Cheney ekibi çok iyi farkında ki, bu kıstaslardan yola çıkarak Amerika’nın dışarıdaki verimli petrol kaynaklarından faydalanma hakkını elde etmeye çalışması, bazı petrol üreticisi bölgelerde Amerika’ya karşı direnişe neden olabilir. Rapor, 2020 ile birlikte Amerika’nın tükettiği petrolün üçte ikisini ithal edeceğini söylüyor. Dış güçlere bu şekilde bağımlı olmak, doğrusu, Amerika’nın tercih ettiği bir durum değildir.” 82
Klare’in anlattığı bu ‘küresel petrolü ele geçirme stratejisi’ Bush yönetiminin, Rusya’dan yapılan petrol ithalatında büyük bir artış sağlama planı ve Amerika’nın Hazar bölgesindeki askeri üslerin gelişimi, Amerikan devlet görevlilerinin ‘geçen Nisan’da Venezuella’daki sağcılar tarafından yapılan başarısız darbe girişimini desteklemesi ve Kolombiya’daki hükümete yapılan askeri saldırının ardında yer alması gibi eylemlerini anlamamızı sağlıyor. Ayrıca, bir de, Orta Doğu’nun petrol devletlerinin stratejik olarak ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor. Gördüğümüz gibi, Amerika ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler, her iki açıdan da gittikçe kötüleşiyor. 2002 Ağustos ayında, Financial Times’da yer alan bir habere göre, geçtiğimiz aylarda ‘canı sıkkın Suudiler’in Amerikan bankalarındakı paralarından 200 milyar dolar gibi çok yüksek bir miktardaki parayı çekmesi, doların değerinin düşmesine neden oldu. Bu duruma gerekçe olarak ileri sürülen nedenler arasında, İsrail’i desteklediği için Amerika’ya duyulan kızgınlık ve Amerikalı sağ kanat yorumcular tarafından yapılan, Suudiler’in Amerika’daki servetlerini dondurma çağrısına duyulan tepki vardı:
“Medyanın hükümet ile yakın ilişkilere sahip olan kısmının, hükümeti Amerika ile stratejik ilişkileri gözden geçirmesi için yaptığı çağrı Riyad’ın dışına taşmış durumda. Suudi Arabistan eliti içerisinde, petrolün fiyatını dolar üzerinden değil de euro üzerinden belirleyerek, Amerika’yı cezalandırma konusunda çok da açıktan yapılmayan bir tartışma hala devam ediyor.” 83
Suudi Arabistan, sahip olduğu büyük petrol rezervlerini diğer üye devletleri, üretimin miktarını ve petrol fiyatlarını OPEC üyesi devletlerin gelirlerini azaltmayacak, ama aynı zamanda Batı petrol şirketlerinin kazançlarını da fazla düşürmeyecek düzeyde tutmaları için ikna etmek üzere kullanarak OPEC içinde kritik bir rol oynuyor. Aynı zamanda, OPEC tarafından kontrol edilmeyen, düşük randımanlı petrol bölgelerine yatırım yapılmasını da teşvik etmek istemiyor. Fakat Suudi Kraliyet ailesi, bu işlevini sürdürse de, zaten bu petrol, Amerikan kapitalizminin ihtiyacını karşılamaya yeterli değil. Irak ise, dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahip ülke. Saddam sonrasında, Amerikan ordusu tarafından kurulan ve korunan bir hükümet –tıpkı Afganistan’daki kukla Karzai rejimi gibi– tam da Amerika’nın istediği zayıflıkta olabilir. Nitekim, Amerikan yönetiminin uzun bir ‘demokratik geçiş’ dönemi sırasında Irak’ı yönetmek için kendi askeri hükümetini kurmayı planladığı yönünde bazı işaretler de var (İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya’yı işgal etmesi gibi).84
Bazı petrol uzmanları, Amerika’nın egemen olduğu bir Irak’ın OPEC’ten ayrılabileceğini iddia ediyorlar. Bu durum, Birleşmiş Milletler ambargosu nedeniyle, 1991’den bu yana düşen petrol fiyatlarını çok kısa bir zamanda artırabilir ve petrol endüstrisine yatırım yapılmamasından dolayı miktarı azalan petrol üretimini tekrar artırabilir. The Economist şöyle senaryolar anlatıyor.
“Irak petrolü tekrar bir sel gibi akmaya başlayacak mı? Bu mümkün. Ülkesini tekrar inşa etmek için çok paraya ihtiyacı olan, gelecekteki bir Irak hükümeti, yapabildiği en hızlı şekilde, petrol sektörünü büyütmeyi deneyecektir. Bazı petrol şirketi yöneticileri, bu beklenmedik kazancın, en azından, yabancı sermayeyi Irak petrol üretimine çekeceğine inanıyorlar. Yeni hükümet, Amerika’nın istediği gibi OPEC ile bağları koparmasa bile, muhtemelen uzun süre kotalardan muaf olmayı talep edecektir.) OPEC’in petrol ihracatı üzerindeki BM denetimi yıllarını unutmayalım)
Böylece, Saddam Hüseyin’i nakavt etmekle Amerika bir taşla iki kuş vurmuş olacak: Tehlikeli bir diktatör gitmiş olacak ve onun gitmesiyle birlikte, dört yıldan beri petrol fiyatlarını kendi istediği gibi belirleyen, ambargolar koyan ve başka birçok şekilde petrol tüketicisi ulkelere zarar veren bir petrol karteli de gitmiş olacak.” 85
The Economist bu sonucun gerçekleşmesine şu şekildeki engellerin mani olacağını iddia ederek devam ediyor: Suudi Arabistan her zaman yaptığı gibi, son çözümü üreten ülke rolünü oynamayı bu sefer reddedebilir. Bir Orta Doğu savaşı başladığı taktirde, buna çok sinirlenerek petrol fiyatlarının artışını durdurmak için üretimi artırmayi reddedebilir. Şu anda Irak’ın petrol endüstrisinin altyapısı son derece harap durumda ve bunun onarılması ve yabancı yatırımların üretimde büyük bir artış sağlamak için Irak’a akın etmesi yıllar alabilir vs. vs. Fakat bütün bu şartlar hesaba katıldığında bile, şu çok açık kı, Irak’a saldırmanın Amerika’ya sağlayacağı büyük kazançlardan biri, dünyanın en büyük ikinci petrol rezervini kontrol altına almak olacak. Bu durum sadece, Amerıka’nin uzun vadede, bölgedeki petrolden faydalanma hakkını tek başına elinde tutması hakkındaki endişeleri artırmayacak, aynı zamanda Washington’un Almanya ve Japonya gibi petrol ithalatına Amerika’dan daha fazla bağımlı olan rakipleri ve diğer müttefikleri karşısında çok daha avantajlı durumda olmasına neden olacak. Bir kez daha, Amerika’nın büyük stratejisinde, ekonomik ve jeopolitik faktörlerin nasıl biribirinden ayrılamayacak şekilde içiçe geçmiş olduğunu görmüş oluyoruz.
Bush I, Bush II’ye karşı: Egemen sınıfın içindeki tartışma
Bush doktrini ve Bush’un Irak’a saldırma planı Amerikan egemen sınıfı içinde çok açık ve şiddetli bir tartışmanın başlamasına neden oldu. Bu tartışmalardaki en dikkat çekici nokta, birinci Bush yönetimiyle ikinci Bush yönetiminin karşı karşıya getiriliyor olmasıdır. Ağustos 2002’de peşpeşe Bush’un Dışişleri Bakanlığını yapmış olan James Baker ve Lawrence Eagleburger, Amerika’nın Irak’a karşı tek başına savaş açma planına açıkça muhalefet etmişlerdi. Ardından Bush I’in Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yapan Brent Scowcroft da James Baker ve Lawrence Eagleburger’a katıldı. Ve Brent Scowcroft savaş konusundaki eleştirilerinin nedenini şöyle özetledi:
“Asıl nokta şu ki, Irak’a karşı kampanya yapmak ya da bir strateji belirlemek, bütün bunlar için harcama yapmak ve risk almak şüphesiz ki, yönümüzü terörizme karşı savaş amacından, sonucunda ne olacağı belirsiz bir döneme doğru çevirmektir. Daha da kötüsü, şu anda dünyada Irak’a yapılacak saldırıya karşı çıkan gayri resmi bir konsensüs var. Bu duyarlılığın devam etmesi, Amerika’nın hemen hemen her işi kendi başına yapmasını gerekitirir ki bu da askeri operasyonların daha zor ve pahalı bir hale gelmesi demektir.
Bölgede çok daha korkunç sonuçların ortaya çıkması olasıdır. Bugün, bölgedeki ortak görüş, Amerika’nın genel olarak Irak konusunda saplantılı fikirlere sahip olduğu yönündedir. Bölgenin endişesi ise İsrail-Filistin çatışmasının şiddetlenmesidir. Eğer bu şiddetli çatışmaya arkamızı dönersek –doğru veya yanlış, fakat bölge bizim gücümüzün bu sorunu çözmek için orada bulunduğunu düşünüyor– Irak’ı ele geçirmeye çalışmak, bize karşı şiddetli bir öfke patlamasına yol açabilir. Böyle davranarak, müslüman dünyasının temel çıkarlarını görmezden geliyor gibi görünebiliriz. Çünkü müslümanların çıkarına olan kimi durumlar, Amerika’nın çıkarlarının önünde bir engel olarak görülebilir.
Direk olarak İsrail’in eylemlerinden kaynaklanmasa bile, kimi sonuçlar, bölgedeki Arap rejimlerinin iyice istikrarsız hale gelmesine ve böylece ironik bir şekilde Saddam’ın amaçlarından bir tanesinin gerçekleşmiş olmasına yol açabilir. Ve en asgari düzeyde Amerika’nın, terörizme karşı, diğer Arap devletleriyle beraber çalışmasını engelleyebilir ve teröristlerin tabanlarını genişletmelerine neden olabilir.” 86
Bu eleştirileri, önceki başkanlıkların Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski gibi tecrübeli devlet adamları kadar Clinton yönetiminin kıdemli elemanları olan Madeline Albright ve Richard Holbrooke da paylaşıyordu. Kissinger, Diş İlişkilerden Sorumlu Senato Komisyonunda Bush Doktrinini şöyle eleştirdi: “Ne Amerika’nın ulusal çıkarları ne de dünyanın çıkarları, hiçbir büyük ulusa kendi ulusal güvenliğine karşı bir tehdit olarak gördüğü devlete önceden saldırma hakkını vermez.”87 Fakat kendisi de eski bir savaş suçlusu olan Kissinger, kendi başkanlığı döneminde –örneğin, 1970 Mayıs’ında Amerika’nın Kamboçya’yı işgalinde olduğu gibi– ‘önceden saldırı’ hakkını kullanmaktan çekinmemişti. Kissinger, sadece, ‘önceden saldırı’ doktrininin alenen benimsenmesinin ‘Amerika’nın rakiplerinin gözünü korkutmaktan çok onlara ‘önceden saldırı’ yöntemini uygulamaları konusunda cesaret verebileceği’ endişesini taşıyordu’.
Dolayısıyla, Bush yönetimi ile ona yöneltilen eleştiriler arasındaki temel tartışma, amaçlardan çok, bu amaçlara ulaşmak için kullanılacak olan stratejiler hakkında. Örneğin, Holbrooke, Irak’ta bir rejim değişikliği gerçekleştirme amacını onaylıyor, fakat şunu iddia ediyor:
“Bağdat’a giden yol Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden geçer. Eğer Bush yönetimi diğer ulusların desteğini kazanmak istiyorsa, ki bu Irak’ta basarı elde etmek için zorunludur, bu basit gerçeği anlamalıdır. Bu uluslararası desteği kazanmak için, Saddam ayrıntılı bir denetlemenin (herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde önceden Bağdat yönetimine bildirimde bulunmadan) yapılmasına izin vermediği taktirde, ona karşı güç kullanımı için yetki verecek yeni bir Güvenlik Konseyi çözümü gereklidir. Böyle bir çözüm, Türkiye ve İngiltere gibi ülkelerin, Saddam’ı devirmek için harekete geçme konusunda ikna olmalarını sağlayabilir ve Almanya, Fransa, Suudi Arabistan gibi, Saddam’ı devirmek konusunda kararsız olan ya da buna karşı çıkan ülkelerin üzerinde bir baskı unsuru oluşturabilir.” 88
Aslında, Holbrooke’un bu yaklaşımı, ilk Bush yönetiminin, 1991’deki Körfez Savaş'ının zeminini oluşturan stratejisine dönüş anlamına gelebilir –Amerika’nın askeri güç kullanımını meşrulaştırmak için BM otoritesini kullanmak ya da Robert Kagan’ın söylediği gibi ‘çok taraflı kadife eldivenin içindeki tek taraflı demir yumruk’.89 Scowcroft ve Brzezinski de çok benzer seyleri savundular.90 Bush, 11 Eylül saldırısının birinci yıldönümünün ardından Birleşmiş Milletler Genel Toplantısında yaptığı konuşmasında Güvenlik Konseyi’nin önerilerini dikkate alabileceğinin ipuçlarını vermişti. Fakat Bush ve danışmanları, yeni bir Güvenlik Konseyi çözümünü, Fransa ve Rusya’nın umduğu gibi, bir alternatif olarak değil, sadece Saddam’a karşı başlatılacak bir hareketin başlangıcı olarak görüyorlardı. Bush, İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasını engelleyemeyen Uluslar Birliği [Birleşmiş Milletler’in öncülü] örneğini kullanarak, Birleşmiş Milletler’e saldırdı ve şöyle bir uyarıda bulundu:
“Gerekli kararın çıkması için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ile birlikte çalışacağız. Fakat Birleşik Devletler’in amaçlarından kimse kuşku duymasın. Güvenlik Konseyi’nin geçmiş kararları uygulanacaktır…. ya da tek başımıza harekete geçmek kaçınılmaz olacaktır. Meşruluğunu kaybetmiş bir rejim iktidarını da kaybedecektir.”
Dolayısıyla, BM, Washington’un savaşını onaylayabilir ya da Amerika ve İngiltere’nin Irak’a karşı zaten başlatmış olduğu saldırıyı yerinde oturup seyredebilir.91
Egemen sınıfın Bush’a yönelik eleştirilerinin arkasında, aslında, dünyadaki ve Orta Doğu’daki güç realitelerinin öneminin anlaşılması yatıyor. Amerika’nın Orta Doğu’daki stratejisi, bölgedeki anahtar konumundaki devletlerle kurduğu bir dizi ittifaka bağlıdır (bir yandan İsrail, bir diğer yandan muhafazakar Arap rejimleri, özellikle Mısır ve Suudi Arabistan). İsrail, Amerika için çok değerli bir müttefiktir: Bölgede izole edilmiş durumda olduğundan ve Amerika tarafından korunduğundan dolayı, İsrail, Orta Doğu’da, Amerika’nın çıkarlarını tehdit eden yerli Arap rejimlerine karşı Washington’un kullanacağı güvenilir bir ‘karşı güç’ olma özelliği taşıyor. Fakat, yapılan eleştirilerde de belirtildiği gibi, sadece İsrail’e güvenmek, Amerika’nın bölgedeki geniş halk kitlelerinin düşmanlığını kazanmasına neden olabilir. Birinci Bush yönetimi, İsrail’i 1991’deki Körfez Savaşı’nın dışında tutmak için büyük bir çaba harcamıştı (Ariel Sharon’un şiddetli muhalefetine rağmen). Çünkü İsrail’in bu savaşa karışmasının, Amerika’nın, Arap müttefikleriyle beraber Saddam’a karşı kurduğu koalisyona zarar verebileceğini biliyordu.92
Üstelik, Amerika ile Arap egemen sınıfını hala birbirine bağlayan yakın ekonomik bağlardan kaynaklanan maddi çıkarlar, bu stratejik bakış açısını daha da gerekli kılıyordu. Bush II ve Baker’ın, ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir yatırım şirketi olan ve Suudilerle önemli bağlara sahip olan Carlyle Grubu’nun üyesi oldukları biliniyor. Kaderin bir cilvesi olarak değerlendirilebilecek bir durumdur ki, 11 Eylül 2001’de Carlyle Grubu’nun Manhattan’da toplantısı vardı: Yani Amerika’nın kurumlarının nüfuzlu kişileriyle, Osama Bin Laden’in üvey kardeşleri, İkiz Kuleler’in alevler içinde çökerek bir toz yığını hale gelmesini yan yana oturarak beraber izlediler.
Amerikan emperyalizmi, müttefikleri olmadan dünyanın liderliğini ele geçiremez. Bütün ekonomik ve askeri gücüne rağmen, Amerika, coğrafi konumu itibariyle, dünya nüfusunun ve dünya zenginliğinin çoğunun yoğunlaştığı bölge olan Avrasya’ya uzak. Amerika’nın tasarladığı askeri güce ulaşabilmesi için, onun Avrupa’da ve Asya’da üsler kurmasının alt yapısını hazırlamayı kabul eden müttefiklere ve müşterilere ihtiyacı var. Nispeten zayıf olan Avrasya egemen sınıflarının bile, kendi kaynakları ve çıkarları vardır; işbirliğini kabul etmeleri zor kullanarak sağlanamaz, bunu sağlamak için rüşvet vermek ve onları işbirliğine ikna etmek gerekir. Brzezinski’nin özellikle vurguladığı gibi, uluslararası bir koalisyon inşa etmek, Amerika’nın Avrasya kıtasındaki egemenliğini sürdürmesi için zorunludur.
Bush ekibi, gerekli koalisyonları inşa etmenin ve yaşatmanın gerektirdiği uzlaşma ve gecikmeler karşısında çok sabırsızlanıyor. Bu, sadece maceraperestliklerinden kaynaklanmıyor; ABD’nin şimdiki üstünlüğünün, potansiyel rakiplerini ortadan kaldırmak için eşsiz bir fırsat sunduğunu düşünüyorlar. Ancak, şimdiki yönetim önceki yönetimlere göre tek başına hareket etme konusunda daha hevesli de olsa, Amerika’nın askeri gücünün sınırlarını aşmaları mümkün değildir. Örneğin, Sharon, İsrail’in 1991 Körfez Savaşı’nda yaptığını (Amerika’nın isteklerine uyarak herhangi bir Irak saldırısına karşılık vermemek) bu sefer yapmayabileceğini söyleyerek bir uyarıda bulunduğunda, Rumsfeld hemen müdahale ederek, İsrail’in gelecekte Irak ile savaşmaktan sakınmasını istedi. ‘Bu işe karışmamak İsrail’in çıkarınadır.’ dedi.93 Fakat Cumhuriyetci sağ, İsrail’in Filistin’de yaptıklarından dolayı çok kızgın olan Arap dünyasına müdahale etmek istiyorsa beraberindeki politik riskleri de omuzlamak zorundadır.
Sonuç
Şu çok açık bir şekilde görülmelidir ki, şimdiki Amerikan yönetimin akıl dışı planlarını geçersiz kılmak hiç de zor değildir. Tarih sosyologu Immanuel Wallerstein bile Bush’u ‘jeopolitik bir yeteneksiz’ olarak ilan etmiştir. Bush, Irak’a karşı yapılacak bir saldırının sorumluluğunu tek başına üstlenemediği için şahinlerin kendisini ‘bu saldırıyı gerçekleştirmek zorunda olan bir devlet başkanı’ konumuna sokmalarına izin veriyor (üstelik bu konum hem ABD, hem de dünyanın geri kalanı için sadece olumsuz sonuçlar doğurabilir).94 Anlatmaya çalıştığım gibi, Bush takımının planı, Amerika’nın uzun dönemli olarak karşı karşıya olduğu ekonomik ve jeopolitik tehditlerin doğru olarak okunmasına ve ekonomik ve politik gücünün kendisine kazandırdığı avantajları daha da artırmak amacıyla varolan küresel dengeleri değiştirmek için 11 Eylül’ü öne sürerek Amerika’nın şimdiki askeri üstünlüğünü kullanmaya dayanıyor. Her ne kadar mantıksız unsurlar içeriyorsa da –her şeyden önce, İsrail sağı ile Amerika arasındaki yoğun ilişkilerden dolayı– bu strateji sadece maceraperest bir çılgınlık olarak nitelendirilemez. Belirlenen bu stratejiye rağmen, egemen sınıf içinde hala bir çatışmanın devam ediyor olması, aslında Amerikan kapitalizminin küresel çıkarlarını en iyi şekilde nasıl geliştirebiliriz tartışmasıdır.
Bununla birlikte, Irak’a yapacağı bir saldırının ardından Amerika’nın elde edeceği kazanç çok büyüktür. Belirli bir politik dönem içerisinde elde edilecek bir başarısızlık –ya da Irak’a saldırmaktan vazgeçmek– Bush’un aptal ördek konumuna düşmesine neden olabilir. Anatol Lieven şöyle yazıyor: Irak ile savaşmak Washington’un stratejisinin özünün bir parçasını oluşturuyor. Çünkü Birleşik Devletler’in bu stratejiyi belirlemekteki amaçlarından biri de Amerikan askeri gücünü kullanarak, Amerika’nın omuzlamış olduğu yükü (örneğin, varolan Amerikan ekonomisinin ekolojik maliyetini), dünyanın geri kalanının da –kısa dönemde ABD kapitalizminin bir bölümünün, ABD politik elitinin ya da ABD seçmenlerinin özverisine ihtiyaç duymadan omuzlamasını sağlamaktır.95 Bush yönetiminin stratejisi, 1999 Kasım’ında Seattle’da gerçekleşen protestolardan bu yana milyonları anti-kapitalist hareket içinde yer almaya yönlendiren nedenleri özetliyor: bu nedenlerin başında, kapitalist sistemin emperyalist genişleme çabasının, gezegeni savaş ve çevresel yıkım nedeniyle yok olmakla tehdit etmesi geliyor.
Fakat, gördüğümüz gibi, bu savaş, Amerikan egemen sınıfının bölünmesine ve ABD’nin diğer lider güçler tarafından yalnız bırakılmasına neden oldu. Bu durum New York ve Washington’a yapılan saldırının ardından, uzun bir zamandan beri sürekli Amerika’nın dış politikalarını eleştiren Paris’in günlük gazetesi Le Monde’un, ‘hepimiz Amerikalıyız’ başlığının çok güzel ifade ettiği durumun şaşırtıcı bir şekilde tamamen tersine dönmesidir. Popüler düzeyde, şu anda dünyada Anti-amerikanizm 11 Eylül öncesinde olduğundan daha güçlü, –sıradan Amerikalılara ya da Amerikan kültürüne karşı bir düşmanlık olarak değil, Amerikan devleti ve şirketleri tarafından sürdürülen küresel politikalara muhalefet olarak anlaşıldığı sürece. ABD’de bile Bush’un tek taraflılığı çok az bir desteğe sahip. Geçenlerde yapılan bir ankete göre, Amerikan halkının %65’i, sadece BM onaylaması ve Amerika’nın diğer müttefiklerinin de bu savaşı desteklemesi koşuluyla bu savaşı onaylıyor, %77’si ise BM’in Irak’a müdahale etmesi gerektiğini ve Amerika’nın bu müdahale içinde BM’yi güçlendirecek bir unsur olarak yer alması gerektiğini söylüyor. Sadece halkın 17’si, ‘var olan yegane süpergüç olan Birleşik Devletler uluslararası problemleri çözmek için, önceden müdahale etme hakkı olan bir dünya lideri olmaya devam etmelidir’ görüşünü kabul ediyor.96
Fakat, bu görüş ayrılıkları, iki tür hatayı beraberinde getirebilir. Bunlardan bir tanesi, kapitalist küreselleşmenin önde gelen eleştirmenlerinden biri olan Walden Bello’nun Avrupa ve Amerika arasındaki bölünmeyi memnuniyetle karşılayarak yaptığı hatadır:
“….dünyanın çoğu için çok olumlu bir adım. Bu, Avrupalıların, olumlu bir tarzda, gelişmiş dünyanın yoksulluk ve adaletsizlikleriyle (ki bu yoksulluk ve adaletsizliğin sorumlusu büyük ölçüde Batı egemenliğinin yapılarıdır) mücadele etmesinin olanaklarını yaratacaktır. Bu, Amerikan hegemonyasına karşı, Avrupa, Afrika, Latin Amerika ve Asya ittifakının nihai şekillenmesini de içeren ve dünyanın büyük bölümünün yararına olan yenilikçi küresel ittifakların kurulmasının yolunu açıyor. Tabii ki Avrupa, gelişmiş dünyadakı tarımın bozulmasının en büyük nedenlerinden bir tanesi olan Ortak Tarım Politikası gibi uygulamalara sahiptir. Ve tabii ki Avrupa şirketleri Amerikan şirketlerinden daha az sömürüyor değildir. Üstelik, Avrupa’nın göçmenlere uyguladığı kısıtlamalar, Washington’un uyguladığı kısıtlamalardan çok daha serttir. Bununla birlikte, Washington’un tek başına hareket etme eğilimine karşı ittifaklar kurma çabasına ihtiyaç duymak, Avrupa’yı bu kurumları reforme etmeye yöneltebilir.” 97
Bello’nun, Avrupa Birliği’nin, Amerikan emperyalizmine karşı bir müttefik olabileceği inancının, anti-kapitalist hareketin bir kanadında yankı bulması muhtemeldir –özellikle Fransa’daki ATTAC liderliği tarafından temsil edilen kanadında– Bu inanç aslında, ulus devletlerin gücünü, kapitalist küreselleşmeye karşı etkili bir güç olarak yeniden inşa etmek istiyor. Fakat böyle bir strateji, rekabet halindeki ulus devletlerin içinde yer aldığı bir dünyanın varlığını kabul etmek demektir. Anti-kapitalist hareketin bu stratejiyi savunan kanadının yazarlarının niyeti bu olmasa da, bu strateji, emperyalist rekabetin mantığının kaçınılmaz olduğunu varsayar ve bu varsayım üzerinden varolan hegemonyalara karşı etkili bir güç inşa etmeye çalışır –Bello’nun ‘ABD hegemonyasına karşı Avrupa, Afrika, Latin Amerika ve Asya ittifakı dediği. Fakat, bugün dünyanın sahip olduğu temel çelişki, Amerikan hegemonyası altında olması değildir. Eğer, Avrupa Birliği’ni, ABD’nin üstünlüğüne meydan okuyacak bir güç olarak düşünürsek, bu şu anda, hiçbir şeyin kökten bir şekilde çözümlenmesini sağlamaz. Hatta, daha fazla kaynağın orduya ve yeni silahlanma yarışına gitmesine neden olarak, dünyayı şu anda olduğundan çok daha adaletsiz ve tehlikeli bir hale sokabilir.
Bir diğer yandan, New Left Review dergisinin editörü Perry Anderson, ABD’nin stratejisini analiz ederken, bu analizini bu yazıda anlatılanlara çok benzer temellere dayandırıyor. O da Batı egemen sınıfı içindeki bölünmeye ve ABD’nin tek başına harekete geçme eğilimine karşı dünya çapında gelişen muhalefete (bu şu anda konumuzun dışında) dikkat çekiyor. ‘Atlantik aydınlarının büyük protestosunu’ ciddiye almayıp hor gören Anderson, Bush, Clinton ve Blair’in ‘uluslararası toplum’ doktrinine ve insan haklarına dayanarak yapılan askeri müdahaleler ile, yeni Bush doktrinine göre planlanan savaş arasındaki sürekliliği vurguluyor.
“Deniyor ki, Körfez, Balkan ve Afgan savaşlarının bugünkü Irak savaşıyla alakası yoktur. Onlara göre, bu savaşlar, şimdi Irak’a karşı başlatılmak istenen savaşa muhalefet eden bu tabakanın kesin desteğini kazanmıştı. Ve yine deniyor ki, Körfez, Balkan ve Afgan savaşlarını destekleyen ‘uluslararası toplum’ şimdi bu savaşı desteklemediği için ve bu savaş mantıksız bir strateji olan ‘önceden müdahale’ doktrinini kabul ettirmek istediği için Amerika’nın Irak’a karşı başlatmak istediği savaşın önceki savaşlardan farklı olduğunu söylüyorlar. Amerika bu tepkilere Sade’ın şu sözünü kullanarak karşılık vermekte hiçbir sakınca görmüyor: ‘Bir gayret daha, yurttaşlar’ Kosova’da etnik bir temizlik olmasına engel olmak için, Amerika, bölgeye, tek başına değil, NATO’nun kararıyla ve onunla birlikte girmişti. Ve NATO ile birlikte yapılan bu müdahale, bölgedeki ulusların kendi egemenliklerine zarar verdi ve BM’in imtiyazını ihlal etti. Öyleyse Irak’ın elinde bulunan kitle imha sılahlarının yarattığı tehlikeyi önlemek için yapılacak bir askeri müdahalenin, BM izniyle ya da onun izni olmadan gerçekleşmesinin ne önemi var ki? İlke olarak her iki durumda da amaç aynı: Ulusları, barbarlığın en kötü şekillerinin içinden çekip çıkararak, bulundukları ulusal sınırlar içerisinde, medenileştirme ‘hakkı’na (daha doğrusu ‘görev’ine) sahip olmak (dünyayı daha güvenli ve daha barış dolu bir hale getirmek için)”? 98
Anderson, Irak’a yapılması planlanan saldırıya karşı gelişen muhalefetin zayıf noktasının BM’in kararına bağımlı olması olduğunu ima ediyor.
“Amerika ve İngiltere’de yapılacak bir iki aylık resmi bir propaganda çalışması başarıya ulaşması ihtimali yüksektir. Sonbaharda Londra’da gerçekleşen büyük savaş karşıtı gösteriye rağmen, İngiliz halkının dörtte üçü, eğer BM’in desteği sağlanırsa bu savaşı destekleyebilir. Bu durumda, çakal Fransa’nın da bu cinayetin içinde yer alması çok mümkün görünüyor. Bütün bunların ötesinde, eğer BM’nin desteği sağlanırsa bütün Avrupa’nın Irak’a karşı yürütülen bu kampanyaya boyun eğmesi nerdeyse kesin denebilecek kadar yüksek bir ihtimaldir.” 99
Anderson’un yaklaşımı, onun gibi şüpheci bir entellektüel için doğrusu oldukça kesin yargılar içeriyor. Şu bir gerçek ki, Körfez ve Balkan Savaşı gibi, önceki emperyalist savaşların ideolojik arka planı da, ‘ulusal egemenlik yüce liberal kapitalist değerler adına görmezden gelinebilir’ iddiasına dayanıyordu. Ve şu anda, Bush ve Blair bu iddiayı Irak’a karşı yapılacak saldırıyı haklı göstermek için kullanıyorlar. Fakat, politik hareketler basit mantık yasalarına uymazlar. Daha önceki savaşları destekleyen, fakat bu savaşa muhalefet eden tutarsız bir tutumun varlığı birkaç sonuca yol açabilir. Birincisi, tekrar savaş taraftarı bir durumun ortaya çıkmasına neden olabilir. Alternatif olarak ise, Irak’a yapılacak saldırıya karşı gelişen bu muhalefet, anti-emperyalist havanın genelleşmesini sağlayabilir. 1968’de ‘Viet Kong’a zafer’ şarkısını söyleyenler hayatlarının her döneminde devrimci anti-emperyalistler değillerdi. Başlangıçta hepsi birer pasifist, liberal ya da muhafazakardı. Böyle durumlarda insanların çoğunun hangi istikamete yöneleceği politik güçlerin durumuna bağlıdır. Şu bir gerçek ki, Afganistan’daki savaş ve şimdi Irak’ta başlatılmak istenen savaş hem ABD’de hem Avrupa’da 1999’da Yugoslavya’nın bombalanması sırasında olduğundan çok daha büyük ve geniş bir muhalefet hareketinin doğmasına yol açtı. İşte Anderson’un tarihsel karamsarlığının farkedemediği şeyler politik havadaki değişimin bu yansımalarıdır.100
Şimdi başlatılmak istenen savaşa muhalefet eden popüler isimlerden bazılarının, yine son dönemdeki Anglo-Amerikan macerasının bir ürünü olan bundan önceki savaşlara muhalefet etmekte başarısız oldukları bir gerçektir. Fakat, bu tutarsızlıklarına rağmen, onların bu savaş karşıtı tutumları, Bush’un savaş çığırtkanlığına karşı gelişen bu direnişin meşrulaşmasını sağlamaktadır. Sonuçta, onların bu tutarsızlığının yarattığı yanılsamalar, Noam Chomsky ve Tony Benn gibi Amerikan emperyalizminin önde gelen eleştirmenlerinin 1991 Körfez Savaşı sırasında BM’i Irak’a karşı yaptırım uygulamaya çağırdıkları zaman yarattıkları yanılsamadan daha önemli değildir. Şu anda, Irak’ın abluka altında geçirdiği on yılın insani açıdan korkunç olan sonuçlarının ardından hiç kimse böyle bir ambargo uygulamayı önermeyi düşünemez. Bugüne kadar yaşanan ve ‘insan hakları’ adına başlatılan ve aslolarak ABD’nin işine yarayan emperyalist savaş deneyimleri savaş karşıtı hareketin ideolojik olarak sağlamlaştığı bir öğrenme sürecine yol açtı. Ayrıca, şu anda varolan anti-emperyalist radikalizasyon 1990’ların başında büyük ölçüde yoktu –Stalinizmin çöküşünün ardından kapitalizmin zaferini ilan etmesinden sonra, şimdi Seattle ve Cenova’da gerçekleşen protestolar ve Porto Allegre’deki Dünya Sosyal Forumu sayesinde anti-kapitalist direniş yeniden canlanıyor.
Şu anda dünyada var olan savaş karşıtı hareket ideolojik olarak gercekten de son derece heterojen. Bu hareket, İngiltere İşçi Partisi’nin uysal politikacıları, saygın islamcı liderler, sol kanat sendika liderleri ve anti-kapitalist gençliğin bir araya gelmesinden oluşuyor. Fakat Perry Anderson bir zamanlar şöyle yazmıştı, ‘Birleşik cephe temel sorunsalı –bu taktik, Lenin’in Batı işçi hareketine ölmeden önceki son stratejik önerisi ve Gramsci’nin hapishanedeyken en çok üzerinde düşündüğü konuydu– bugün geçerliliğini korumaktadır. Birleşik cephe taktiği tarihsel olarak hala aşılmamıştır.’101 Birleşik Cephe taktiğinin bir yönü de, politik olarak farklı güçleri asgari ortak bir amaç için eylemde birleştirmesidir: Bu birleşik cephenin içinde devrimci sosyalistler iki şeyi yapmak için uğraşmalıdırlar, birincisi bu mücadelenin olabildiğince militan olmasını sağlamalıdırlar, ikincisi ise bu cephe içerisinde yer alan bazı unsurları hala egemen sisteme bağlayan politik yanılsamalarla mücadele etmelidirler. Bugün, Britanya’da, Amerika ve İngiltere’nin Irak’a karşı bir savaş başlatma planına karşı gelişen kendiliğinden muhalefet oldukça geniştir fakat hareketin başını anti-emperyalist kanat çekmektedir.
Amerika’nın, ‘Terörizme karşı savaş’ stratejisine karşı gelişen muhalefet, anti-kapitalist hareketin anti-emperyalist bir nitelik kazanmasını sağlayarak onun daha da radikalleşmesine hizmet etti. Bugün Vietnam Savaşı döneminden bu yana en büyük savaş karşıtı hareketi inşa etme olanağı var. Ve bu hareket sadece Bush yönetimine ve onun savaş çığırtkanlığına karşı değil, kökleri kapitalist sömürü ve birikim mantığına dayalı olan emperyalist sistemin bizzat kendisine karşı mücadele eden bir harekete dönüşme potansiyeline sahiptir.
Notlar
Bu makalenin yazılması esnasındaki yorumlarından dolayı Sam Ashman ve John Rees'e ve gerekli kaynakları bulmamdaki yardımlarından dolayı Sebastian Budgen ve Chris Harman'a teşekkür borçluyum.
1 G Baker, 'Bush's Tough Stand', Financial Times, 31 Mart 2001.
2 The National Security Strategy of the United States of America, Eylül 2002, www.whitehouse.gov, syf 30.
3 A Lieven, 'The Push to War', London Review of Books, 3 Ekim 2002, syf 8.
4 T Blair, 'Doctrine of International Community', 22 Nisan 1999'da Chicago Ekonomi Klubü'ndeki konuşması, www.fco.gov.uk. Bu konuşma hakkındaki bir eleştiri için A Callinicos, Against The Third Way (Cambridge, 2001), bl 3.
5 C Rice, 'Campaign 2000 – Promoting the National Interest', Dişişleri, Ocak/Þubat 2000 (çevrimiçi), www.foreignpolicy2000.org
6 E Luttwak, Strategy (Cambridge MA, 2001), syf 89. Parlak ve kendine özgü bir Amerikan muhafazakarı olan Luttwak, kendi anlayışıyla bu kavramı ilk olarak Roma İmparatorluğu'nun Büyük Stratejisi (Baltimore, 1976) kitabında geliştirmiştir.
7 N Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi (Londra, 1972). Kuşkusuz, devletler arasındaki ekonomik rekabetler emperyalizm devrinden önce de vardı: imparatorluk olmanın sağladığı ganimete ulaşmak 16. yüzyıldan itibaren Avrupalı güçler arasındaki rekabetin önemli bir kaynağıydı. Fakat, sadece Hollanda ve daha sonra İngiltere kapitalist bir ekonomik tabana sahipti – bu da onlara mutlakiyetçi rakipleri karşısında önemli bir avantaj veriyordu. Bir anlamda, 19. yüzyılda olan, İngiltere-Hollanda modelinin, kitlesel sanayileşme ve sermayenin giderek örgütlenmesi bağlamında genelleştirilmesi idi. Bkz. D Held ve A McGrew'ın derlediği Governing Globalization (Cambridge, 2002), A Callinicos, 'Marxism and Global Governance'; ve A Callinicos, An Anti-Capitalist Manifesto (Cambridge, 2003), syf 50-65.
8 Bkz Ahmed Rashid'in Afganistan üzerine yeni ekonomik hesaplar ve jeopolitik çekişmeler konusundaki kitabı; Taliban: Islam, Oil and the New Great Game in Central Asia (Londra, 2000). Amerikan emperyalizminin büyük eleştirmeni Gore Vidal, Washington'un,11 Eylül konusundaki açık beceriksizliğine yoğunlaşan komplo teorilerinin temkinli bir şeklini yakın zamanda geliştirdi. 'İçerideki Düşman', The Observer, 27 Ekim 2002.
9 Sistematik bir analiz için bkz J Rees, 'Imperialism: Globalisation, the State and War', International Socialism 93 (Kış 2001)
10 P Kennedy, The Rise of the Anglo-German Antagonism, 1860-1914 (Londra, 1980).
11 Örneğin bkz I Kershaw, Hitler 1936-1945: Nemesis (Londra, 2000), bl. 5 ve syf. 400-407, 517, 528-530.
12 Bkz özellikle A Callinicos ve diğerleri, Marxism and the New Imperialism (Londra, 1994); ve Tarık Ali'nin derlediği Masters of the Universe? (Londra, 2000) kitabında G Achcar, The Strategic Triad.
13 C Harman, Explaining the Crisis (Londra, 1984), bl 3, ve R Brenner, 'The Economics of Global Turbulence', New Left Review (I) 229 (Mayıs/Haziran 1998).
14 Örnek için bkz K E Calder, Asia's Deadly Triangle, (Londra, 1997).
15 J J Mearsheimer, The Great Tragedy of Great Power Politics (New York, 2001), syf 398.
16 Age, syf 400. Mearsheimer, egemenliğin küresel düzeyde değil ancak bölgesel düzeyde sağlanabileceğini savunuyor: Birleşik Devletler, daha önce İngiltere'nin yaptığı gibi, Avrupa ve Asya'da bölgesel hegemonya kuran güçlerin ortaya çıkmasını engellemeye çalışmaktadır (bkz. age, bl 2, 4 ve 7). Hegemonyanın bu aşırı ölçüde kısıtlı anlayışı Mearsheimer'in hegemonya ile mutlak siyasi hakimiyeti eşanlamlı görmesinden kaynaklanmaktadır. 'Hegemonya sahibi devlet, öylesine güçlüdür ki, sistemin içindeki bütün diğer devletlerin üzerinde hakimiyet kurmuştur' – age syf 40. Bir kere, bu tanım, gücün ekonomik boyutunu gözardı etmektedir (askeri politik gücün kaynağı olmasının dışında – bkz age bl. 3) Oysa kapitalist devletler sadece jeopolitik amaçlar gütmez, aynı zamanda kendi topraklarındaki sermayelerin çıkarlarını da gözetir. 'Hegemonya' terimini dünya sistemindeki en güçlü devletin, diğer devletleri kendi jeopolitik ve ekonomik hedeflerini desteklemesini sağlama yeteneği (her zaman göreli ve dirençle karşılanan bir yetenek) anlamında kullanıyorum.
17 Z Brzezinski, The Grand Chessboard (New York, 1997), syf l59 – genel bilgi için bkz age bl 6. H Kissinger, çeşitli farklılıklara sahip olmakla birlikte, Amerika'nın jeopolitik pozisyonu konusunda Brzezinski ile benzer değerlendirmeleri paylaşıyor olmasına rağmen, 'Çin'in, süpergüç statüsüne ulaşma yolunda' olduğuna inanıyor – H Kissinger, Diplomacy (New York, 1994), syf 826.
18 C Harman, 'Beyond the Boom', International Socialism 90 (Bahar 2001); ve R Brenner, The Boom and the Bubble (Londra, 2002)
19 J Rees, 'NATO and the New Imperialism', Socialist Review, Haziran 1999; G Achcar, 'Rasputin Plays at Chess', ve P Gowan, 'The Euro-Atlantic Origins of NATO's Attack on Yugoslavia', her iki makale için bkz T Ali tarafından derlenen age.
20 A Callinicos, 'The Ideology of Humanitarian Intervantion', bkz T Ali tarafından derlenen age.
21 Z Brzezinski, age syf 10, 198. Brzezinski, 20. yüzyılın başında, Buyük Güçler arasındaki mücadelenin merkezinde yer alan 'Dünyanın Adası' Avrasya'ya egemen olma 'jeostrateji'sini büyük ölçüde, akademik coğrafyacı ve sendikacı milletvekili Halford Mackinder'den etkilenerek oluşturmuştur. H J Mackinder, Democratic Ideals and Reality (Londra, 1919)
22 R Kagan, 'Multilateralism, American Style', Washington Post, 13 Eylül 2002.
23 C Johnson'un, Blowback kitabından alıntı (New York, 2000) syf 217.
24 S P Huntington, 'The Lonely Superpower', Dışişleri, Mart/Nisan 1999 (çevrimiçi), www.foreignpolicy2000.org
25 Johnson'un şaşılacak derecede isabetli öngörülerde bulunduğu, Amerikan emperyalizminin eleştirisi için bkz C Johnson, age.
26 'The President's State of the Union Address', 29 Ocak 2002, www.whitehouse.gov
27 J Bolton, 'Beyond the Axis of Evil', 6 Mayıs 2002, www.state.gov
28 R Wolff, 'The Bush Doctrine', Financial Times, 21 Haziran 2002.
29 'Birleşik Devletler West Point Askeri Akademisi'nin New York'taki 2000 yılı Mezuniyet Töreni'nde Başkan tarafından söylendi', 1 Haziran 2002, www.whitehouse.gov
30 Ulusal Güvenlik Stratejisi, age syf 6.
31 Gazeteci anlatımıyla iyi bir bilgilendirme için bkz A ve P Cockburn, Saddam Hussein: An American Obsession (Londra, 2002).
32 C Rice, 'Campaign 2000 – Promoting', age.
33 Financial Times'daki röportaj, 23 Eylül 2002.
34 Amerikan yönetiminin genel bakış açısını yansıtan yararlı kaynaklar için bkz N Lemann, 'The Next World Order', The New Yorker, 1 Nisan 2002 (çevrimiçi), www.newyorker.com; 'George Bush and World', New York Review of Books, 26 Eylül 2002; ve A Lieven, 'The Push to War', age.
35 Birleşik Devletler'in 1980'lerdeki karşı-devrim operasyonları için bkz F Halliday, Cold War, Third World (Londra, 1989).
36 H Kissinger, age syf 774.
37 A Shlaim, The Iron Wall (Londra 2001), syf 487.
38 J Mearsheimer'den alıntı, age, syf 386.
39 F Fitzgerald, 'George Bush', syf 81.
40 Age, syf 84.
41 J Fallows, 'The Unilateralist: A Conversation with Paul Wolfowitz', The Atlantic Monthly, Mart 2002 (çevrimiçi), www.theatlantic.org
42 P Wolfowitz, 'Bridging Centuries: Fin de Siecle All Over Again', The National Interest 47 (1997) (çevrimiçi), www.nationalinterest.org
43 N Lemann, age.
44 Yeni Amerikan Yüzyılı İçin Proje, Rebuilding America's Defenses, (Eylül 2000), wwwnewamericancentury.org,pl.
45 J Fallows, age.
46 Hava kuvvetlerinin askeri yararı konusundaki iki farklı değerlendirme için, E Luttwak, age, bl 12 ve J Mearsheimer, age karşılaştırın.
47 R Wolfe'un, 'Tecnology Brings Power with Few Constraints' adlı yazısından alıntı, Financial Times, 18 Þubat 2002.
48 'Saddam's Ultimate Solution/Richard Perle Interview', 11 Temmuz 2002, www.pbs.org. 40.000 rakamını veren kaynak: E Boehlert, 'The Armchair General', Salon.com News, 5 Eylül 2002, www.salon.com
49 F Fitzgerald'dan alıntı, 'George Bush', age, syf 84
50 'Saddam's Ultimate Solution/Richard Perle Interview', age.
51 A Lieven, 'After the Attacks: America's New Cold War', The Guardian, 28 Eylül 2001.
52 R Kagan, 'Power and Weakness', (2002) www.ceip.org
53 Age. 18. yy büyük Alman filozofu Immanuel Kant, savaşlarla çalkalanan bir Avrupa'nın hangi koşullar altında kalıcı bir barışa ulaşabileceğini tarif etmeye çalışmıştır.
54 Örnek için, R Cooper, 'Reordering the World', (2002) www.fpc.org.uk
55 R Kagan, 'Power and Weakness', age. Tabii ki, Avrupa Birliği'nin ulusal çelişkileri aştığı doğru değildir: bu konu için özellikle bkz Alan Milward, The European Rescue of the Nation State (Londra, 1994).
56 Financial Times, 21 Eylül 2002.
57 'Schröder Should Quit to Heal Ties – US Adviser', Reuters, 1 Ekim 2002, www.alertnet.org
58 Ulusal Güvenlik Stratejisi, age syf 26, 27
59 Yeni Amerikan Yüzyılı için Proje, age syf 8.
60 Financial Times, 25 Ekim 2002.
61 W M Arkin, 'Secret Plan Outlines The Unthinkable', Los Angeles Times, 10 Mart 2002.
62 Örnek için bkz baş haber, 'From Suez To The Pacific: US Expands Its Presence Across The Globe', The Guardian, 8 Mart 2002.
63 Ulusal Güvenlik Stratejisi, age syf 29.
64 Age, syf 17,1.
65 R H Wade, 'The American Empire', The Guardian, 5 Ocak 2002.
66 P Gowan, The Global Gamble (Londra, 1999)
67 R Brenner, The Boom and the Bubble, bl. 2 ve 4. Ayrıca Bob Brenner'in Londra'daki Bookmarks kitabevinde 29 Ekim 2002'de yaptığı konuşmadan faydalandım.
68 Age, syf 222.
69 R Layard, 'Britain Will Pay The Price Of Exclusion', Financial Times, 15 Ekim 2002. İki miktar arasındaki fark önemlidir, çünkü Birleşik Devletler'deki ve Britanya'daki işçiler, saat olarak, Avrupalı işçilerden daha uzun süre çalışırlar, bu nedenle kişi başına düşen verimlilik temel alınarak ölçülen bu üretim miktarı, bazı ülkelerin ekonomik performansının ve saat başı harcanan emek miktarının daha yüksek görünmesine neden olur.
70 M Wolf, 'Berlin's Turn To Suffer A Trap Of Its Own Invention', Financial Times, 23 Ekim 2002.
71 Amerika ve Japonya arasındaki ekonomik gerginlikler de çok gerçek, ama şu ana kadar fazla sorun yaratmamaları sağlanabildi (aslen iki ülke arasında eskiden beri varolan mali karşılıklı bağımlılık sayesinde: Japon şirket ve bankaları devasa varlıklarını Amerikan doları olarak tutuyorlar, böylece hem Japon yen'inin değerini ve dolayısıyla Japon ihraç mallarının fiyatlarını nispeten düşük tutuyor, hem de Amerika'nın dünyanın geri kalanına karşı muazzam bir dış ticaret açığına sahip olabilmesini sağlıyorlar. Bkz R T Murphy, 'Japan's Economic Crisis', New Left Review (II) 1 (Ocak/Þubat 2000)
72 E Boehlert, age.
73 Financial Times, 22 Ağustos 2002.
74 M Leeden, 'The Real Foe Is Middle East Tyranny', Financial Times, 24 Eylül 2002. Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi Üyesi Conrad Burns, Rusya ile ortaklık kurmanın alternatif bir petrol kaynağı sağlayacağını savunuyor: 'America Must Wean Itself Off Saudi Oil', age, 11 Ekim 2002.
75 Financial Times, 22 Ağustos 2002.
76 E Boehlert'ten alıntı, age.
77 A Lieven, 'The Push to War', age, syf 8.
78 W Kristol ve R Kagan, 'Remember The Bush Doctrine', Weekly Standard, 15 Nisan 2002.
79 J Lobe'dan alıntı, 'A Right-Wing Blueprint for the Middle East', 4 Nisan 2002, www.alternet.org
80 'Remarks by National Security Adviser Condoleeza Rice on Terrorism and Foreign Policy', 29 Nisan 2002, www.whitehouse.gov
81 M Davis, Marksizm 2002'deki konuşması, Londra, Temmuz 2002.
82 M T Klare, 'Bush's Master Oil Plan'' 23 Nisan 2002, www.alternet.org
83 R Khalaf, 'A Troubled Friendship', Financial Times, 22 Ağustos 2002.
84 D E Sanger ve E Schmitt, 'US Has A Plan To Occupy Iraq, Officials Report', New York Times, 11 Ekim 2002.
85 'Don't Mention The O-Word – Iraq's Oil', The Economist, 14 Eylül 2002.
86 B Scowcroft, 'Don't Attack Saddam', Wall Street Journal, 15 Ağustos 2002.
87 Financial Times, 27 Eylül 2002. Uluslararası sistemi, devletler arasındaki güç mücadelesinin sonucu olan bir anarşi olarak açıklayan önde gelen akademik 'realistler'in, Amerikan yönetiminin stratejisi hakkında şüpheleri var. Örneğin, John Mearsheimer şöyle yazıyor, 'Al Kaide'yi ezmenin en iyi yolu, askeri güce dayalı bir dünya imparatorluğu kurmak yerine, bir yandan İslam dünyasındaki imajını düzeltirken, bir yandan da Amerika'nın küreye yayılmış olan askeri görünürlüğünü azaltmasıdır' – 'Hearts and Minds', The National Interest, 69 (2002), syf 16. Ayrıca K M Waltz, 'The Continuity of International Politics', ve K Booth ve T Dunne, Worlds in Collision (London 2002).
88 R Holbrooke, 'High Road To Baghdad', The Guardian, 29 Ağustos 2002.
89 R Kagan, 'Multilateralism American Style', age.
90 Brzezinski'nin bakış açısı için, 'Right and Wrong Way To Wage A War', International Herald Tribune, 19 Ağustos 2002.
91 'Remarks by the President in Adress to the United Nations General Assembly, New York, New York', 12 Eylül 2002, www.whitehouse.gov. Anatol Lieven'in perspektifinin analizi için, 'America Has Put The UN In A No-Win Situation', The Guardian, 13 Eylül 2002.
92 A Shlaim, age, syf 472-484.
93 Financial Times, 21 Eylül 2002.
94 I Wallerstein, 'Iraq War: The Coming Disaster', Los Angeles Times, 14 Nisan 2002.
95 A Lieven, 'The Push to War', age, syf 8.
96 'Worldviews 2002 Survey of American and European Attitudes and Public Opinion', 2 Ekim 2002, www.worldviews.org
97 W Bello, 'Unravelling of the Atlantic Alliance?', 25 Eylül 2002, www.focusweb.org
98 P Anderson, 'Force and Consent', New Left Review (II) 17 (Eylül/Ekim 2002), syf 28.
99 Age, syf 19.
100 P Anderson, 'Renewals', New Left Review (II) 1 (Ocak/Þubat 2000); ve G Achcar, 'The "Historical Pessimism" of Perry Anderson', International Socialism 88 (Sonbahar 2000).
101 P Anderson, 'The Antinomies of Antonio Gramsci', New Left Review (I) 100 (1976-1977), syf 78. Birleşik cephe hakkındaki bazı güncel yorumlar için, A Callinicos, 'Unity in Diversity', Socialist Review, Nisan 2002