Yeni bir sol hareketin doğuşu
Ralph Nader’ın sözleriyle ifade edersek, ‘Seattle, bir yol ayrımı idi’. Dünya Ticaret Örgütü’nün üst düzey yöneticilerinin bir araya geldikleri 1999 yılı Kasım ayı sonlarındaki zirve toplantısının çökmesine yol açan gösterilerden bu yana geçen zaman içinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, küresel kapitalizmi dünyadaki kötülüklerin kaynağı olarak gören, siyasal açıdan aktif bir devingenlik içinde olan bir azınlık hareketi, gözle görülür biçimde cisimleşmiş bulunuyor. Yanlışı bir bütün olarak sistemin kendisinde bulan söz konusu bu bütüncül kavrayış, bu yeni anti-kapitalist hareketi, özgül sorunlardan sadece biri üzerinde yoğunlaşan protesto kampanyalarından ayırt eden özelliği oluşturuyor. Yeni Amerikan Başkanı George W. Bush’un 20 Ocak’taki yemin töreni sırasında düzenlenen protestolara ilişkin olarak Washington Post gazetesinde yayınlanan bir haber yorum, hareketin bu yeni ve ayırt edici boyutuna işaret ediyordu:
“Peki, bunun [başkanın yemin töreni –ç.n.] IMF ve Dünya Ticaret Örgütü ile ne ilgisi var? Protesto gösterilerine katılanlar, uluslararası sermaye kurumları ve ticari kuruluşların, dünyayı ABD’nin politik yaşamını şekillendiren şirketler için bir kar kaynağı haline getirmek için faaliyet yürüttüklerini söylüyorlar. Bu işin yoksulluğu azaltma ya da ulusal paraya istikrar kazandırma maskesi altında yürütüldüğünü, gerçekte ise, pazarın belirlediği çözümlerin yatırımcıların çıkarlarını esas alan çözümler olduğunu ileri sürüyorlar.
Sorunların çerçevesinin bu şekilde çizilmesi, birbirinden hayli farklı amaçlara ve etkinliklere sahip aktivistlerin, ortak düşmana karşı birleşmelerine olanak sağlıyor. Örneğin, yağmur ormanlarının korunması için faaliyet yürüten aktivistlerle, üçüncü dünyada ilkel çalışma koşullarında çok düşük ücretlerle işçi çalıştıran şirketlere karşı mücadele eden aktivistler, kendi doğal kaynaklarını satışa çıkaran bir yoksul ülkede uluslararası sermaye yatırımlarının birden hatırı sayılır düzeyde artmasına yol açabilecek ticaret ve kalkınma politikalarına karşı birlikte tavır alabiliyorlar. Aktivistler, küresel kapitalizmin bu tür meselelerde adil ve sorun çözücü olmadığını söylüyorlar.”1
Anti-kapitalist hareket, dört boyuta sahip bir görünüm içinde kendisini ortaya koyuyor: (i) protesto hareketleri, (ii) politik iklimde geniş ölçekli bir değişim, (iii) yeni bir politik çevrenin oluşumu, (iv) entelektüel alanda yaşanan bir doğrultu değişikliği.
(i) Yeni bir protesto dalgası: Seattle’daki protesto gösterilerinden bu yana geçen zaman içinde, dünya, uluslararası kapitalizme karşı önemli kitlesel gösterilere sahne oldu: 16 Nisan 2000’de Washington, 30 Haziran 2000’de Millau, 11 Eylül 2000’de Melbourne, 26 Eylül 2000’de Prag, 6-7 Aralık 2000’de Nice ve en son 20 Ocak 2001’de yine Washington. Bunların yanısıra, her yılın Ocak ayı içinde İsviçre’nin Davos kasabasında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu toplantıları, hem 2000 hem 2001 yılında protesto edildi. Bu yılın yeni hedefleri, 14-16 Haziran’da Gothenburg kentindeki Avrupa Birliği zirvesi ile 20-22 Temmuz’da İtalya’nın Cenova kentindeki G-8 zirvesi. Bu protesto gösterilerini karakterize eden öğeler, geniş bir çeşitlilik gösteriyor. Seattle’da işçi sınıfının gösterilere örgütlü katılımı yüksek bir düzeydeydi; Washington’daki gösterilerin her ikisinde de zayıftı, Millau’da güçlü, Prag gösterilerinde yine zayıf (ancak yine de belli bir işçi sınıfı katılımı vardı Prag’da), Seul ve Nice gösterilerinde ise belirgin biçimde güçlüydü. Bu tür değişkenliklere karşın, hareketin dikkate değer bir boyuta sahip olduğundan kuşku duyulamaz. Susan George’un da belirttiği gibi, ‘Vietnam Savaşı’ndan bu yana geçen zaman içinde, bu düzeyde enerjik bir aktivizm patlaması yaşanmamıştı’.2
(ii) Anti-kapitalist bir ruh hali: Fakat, kimi açılardan bundan daha da önemli olan şey, politik iklimde ortaya çıkmış olan değişim. Söz konusu gösterilerin önemi, sadece bunların pratik olarak başarmış oldukları şeyden – Seattle gösterilerinin Dünya Ticaret Örgütü toplantılarının birer fiyaskoya dönüşmesine yardımcı olması, Prag’daki protestoların IMF’in yıllık genel toplantısını sekteye uğratması- ibaret değil. Bunların yanısıra, bu gösteriler, simgesel bir niteliğe de sahip olsa, önemi gözardı edilemez bir başka role de sahip oldular.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, son birkaç yıl içinde bile, Seattle’dakinden daha büyük gösteriler yaşanmıştı. Diğer ülkelerde de, kapitalist küreselleşmeye karşı daha önce protesto gösterileri düzenlenmişti: örneğin, Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarını görüşmek üzere Temmuz 1998’de ilkin Birmingham’da, onu takip eden yıl Köln’de toplanan G-8 zirvesine karşı düzenlenen gösteriler, Haziran 1999’da Londra’da J18 olarak anılan anti-kapitalist protestolar. Ne var ki, gerçekten de [Microsoft gibi dev kapitalist şirketlerin üssü durumunda olduğu için –ç.n.] ‘Yeni Ekonomi’nin başkenti görünümünde olan Seattle kentinde işçilerin, öğrencilerin, NGO olarak anılan devletten bağımsız örgütlerin aktivistlerinin kitlesel olarak bir araya gelmiş olmalarından ötürü, Seattle protestoları yeni anti-kapitalist ruh halinin kristalleştiği gösteriler oldu. Nitekim, Polonyalı eski Maliye Bakanı Grzegorz Kolodko, My Globalization başlıklı kitabında, Seattle’dan “küresel Radom” olarak söz ediyor ve Seattle gösterilerini, 1976 yılında Polonya’da rejime karşı girişilen, zor ve şiddetle bastırılmasına karşın 1980-81 yıllarında Polonyalı işçilerin ünlü Dayanışma Hareketi (Solidarnosc)’nin habercisi olan işçi gösterileriyle karşılaştırıyor.
Prag’daki gösteriler de, daha önce bundan daha büyük ve işçilerin daha geniş katılımlarıyla yer aldıkları gösteriler düzenlenmiş olmasına karşın, Seattle gösterileriyle aynı düzeyde olmamakla birlikte, aynı simgesel rolü oynadı. Prag gösterilerinin resimleri, Bolivya’nın önde gelen burjuva gazetelerde bile kendilerine yer buldu. Meksika’nın solcu günlük gazetesi La Jornada, Şubat 2001’de Karayipler’deki Cancun kasabasında toplanan Dünya Ekonomik Forumu’na karşı yapılan gösterilerin, Seattle, Washington ve Prag gösterilerinden ilham aldığını yazarken, Amerikan Financial Times gazetesi şu yorumda bulunuyordu:
“Geleneksel olarak her yıl İsviçre’nin Davos kasabasında toplanmaya alışmış Dünya Ekonomik Forumu örgütünün şansına bakın ki, örgütün bu yıl Meksika’daki toplantısı, kürselleşmeye karşı gelişen uluslararası hareketin ilham kaynağı haline gelmiş olan yerli halkların maskeli isyancılarının [Zapatistalar –ç.n.] Mexico City’e yaptıkları iki haftalık uzun yürüyüşün başlangıcı ile aynı tarihlere rastladı. Bu güne gelininceye kadar, Seattle, Davos ve Prag’daki kürselleşme karşıtı gösterilerde Meksikalılar dikkate değer bir rol oynamamışlardı... Ancak, aktivistler, geçen ay Brezilya’nın Porto Alegre kentinde düzenlenen Davos karşıtı ‘Dünya Sosyal Forumu’nun başarısından sonra, Latin Amerika’da bir kıpırdanmanın başladığını söylüyorlar.” 3
Seattle ve Prag, sisteme karşı insanların kolektif bir direniş gösterebileceklerine ilişkin inancın yeniden yeşermesini temsil ediyor. Bu, dünyada yaşanan her mücadelenin bu sözünü ettiğimiz anti-kapitalist ruh halinin bir ifadesi olduğunu ileri sürmek anlamına gelmiyor ve bu noktayı anlamak önemli. Örneğin, El Aksa kentindeki İntifada, itici gücünü, Siyonist İsrail devletinin baskısı altında ezilen Filistinlilerin bu baskıya, özellikle de West Bank ile Gaza’nın büyük bölümünün İsrail’in eline geçmesini sağlayan ve bu durumu meşrulaştıran ‘barış süreci’ne duydukları tepkiden alıyor. Filistinlilerin ezilmesi ile, Amerikan emperyalizmi görünümü altındaki küresel kapitalizm arasında bir ilişki var kuşkusuz, ancak, Filistinlilerin İsrail devletine karşı giriştikleri mücadelede bilinçlerinin merkezinde yer alan öğe, kapitalist sistemin kendisi değil. Fakat, her şeye rağmen, anti-kapitalist hareket itici gücünü bir başka şeyden alan mücadeleler için dahi bir referans noktası haline geliyor. Edward Said şunları yazıyor:
“Ancak, bir dünüm noktasına erişilmiş bulunuluyor ve Filistinlilerin giriştikleri yeni İntifada bu açıdan önemli bir gösterge niteliğinde. Çünkü, İntifada, Setif, Sharpeville, Soweto ve dünyanın başka yerlerinde dönem dönem görülmüş olan sömürge karşıtı ayaklanmalardan biri değil yalnızca. Bunun yanısıra, İntifada, Seattle ve Prag gösterilerinde sergilenen Soğuk Savaş sonrası dönemin (ekonomik ve sosyal) düzenine yönelik genel hoşnutsuzluğun bir örneğini oluşturuyor.” 4
(iii) Yeni bir politik çevrenin oluşumu: Anti-kapitalist ruh hali, kendi somut ifadesini, içinde yeni bir solun şekillendiği az çok örgütlü politik çevrenin ortaya çıkışında buluyor. Bu süreç, Fransa’da, 1995 grevlerinden sonra, Le Monde diplomatique ve ATTAC’ın neo-liberalizme karşı muhalefet için bir platform sağlamasıyla birlikte başladı.5 Bu girişimler, Avrupa çapında bir etki yarattı: Bugün, ATTAC, Norveç, Danimarka, İsveç ve İsviçre’de de örgütlenmiş durumda ve Le Monde diplomatique İngilizce, Almanca ve Yunanca da yayınlanıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, yeni anti-kapitalist bilince ifadesini kazandıran bir ittifaklar ve kampanyalar patlaması ortaya çıktı. Ralph Nader’ın başkanlık seçimleri için yürüttüğü kampanya, bu hareketlerin ulusal çapta bir odak haline gelmelerine yardımcı oldu. Nitekim, kampanyanın taraftarlarından biri şunu söylüyordu: “Nadar’a oy vermek, benim için, daha geniş bir harekete doğru giden yolda atılmış küçük bir adımdı, beni Seattle ve Prag’daki protestocularla ilişkilendiren bir eylemdi.”6 Thomas Harison, kampanyanın temel politik itkisini şu şekilde özetliyordu:
‘Plütokrasi’, ‘oligarşi’, Nader’ın sıkça kullandığı sözcüklerdi. Nader, bir sosyalist değil, hatta kapitalizme ve pazar ekonomisine karşı da değil. Kullandığı retorik, eski-moda Amerikan popülizmine ve Amerikan ilericiliğine çok yakın. Fakat, Nader’ın kampanyası, durmaksızın, dikkatlerin sınıf egemenliği sorununa çekilmesini sağladı. 1930’ların başkan adaylarından Norman Thomas’tan bu yana geçen zaman içinde, ilk kez önde gelen bir başkan adayı, bu sorunu gündeme getirmiş oldu ve insanlar bunun üzerine kafa yormaya zorlandılar. 7
Olağanüstü başabaş koşullarda geçen başkanlık seçiminin soldaki seçmenleri Demokrat Parti’ye oy vermeye zorlamış ve bu durum daha sonraki seçim kampanyalarında Nader’ın devlet desteği alabilmesi için gerekli olan yüzde 5’lik oy oranına erişmesini engellemiş olmasına karşın, Nader’ın adaylığı ülke genelinde bir kampanyayı harekete geçirdi. Kampanya sırasında Nader’a destek vermiş olan Yeşil Parti’nin önde gelen aktivistlerinden Howie Hawkins, şunları yazıyor:
Nader’ın kırk üç eyalette ve Columbia Bölgesi’nde seçimlerde aday olmasını sağlamak için 463.000 imza toplandı... Yeşil Parti’nin yerel ve ulusal çaptaki bilgisayar kayıtlarındaki veriler, ülke genelinde 150.000 dolayında insanın kampanyayı yürütmek için gönüllü olarak başvurmuş olduğunu gösteriyor. 25.000 gönüllü öğrenci, onbinlerce yeni seçmen kazandırdı. Yapılan anketler, kampanyanın, başlangıçta oy vermeyi düşünmediği halde kampanya dolayısıyla Nader için oy kullanmaya karar vermiş 1 milyona yakın yeni seçmenin varlığına işaret ediyor.
Kampanya sırasında, CD’de iki ve çeşitli eyaletlerdeki on dokuz seçim bürosunda görevlendirilmek üzere, yüze yakın insan ücretli olarak işe alındı ve her eyalette ücretli olarak çalışan en az bir tane alan koordinatörü (field co-ordinator) vardı. Bu profesyonel personelin yardımıyla, ülke genelinde sayısı 500’ü aşan yerel Yeşil Parti gurubu, 900 üniversite kampüsünde Yeşil parti öğrenci gurubu örgütlendi; broşür, bildiri türünden toplam 8 milyon yayın ve 1 milyon adet rozet, afiş vb. materyal dağıtıldı. Kaliforniya Hemşireler Birliği ve Birleşik Elektrik İşçileri sendikası olmak üzere iki sendika, Nader’a doğrudan ve aktif destek verdi. Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) ile Teamsters liderleri, kamuoyu önünde Nader ile flörtleşirlerken, [Demokrat Parti adayı –ç.n.] Gore’a sadece sendikalar sorunu ile ilgili bir mesaj göndermekle yetindiler.
Nader, 50 eyaletin hepsinde birden kampanya yürüten tek başkan adayı idi. Kampanyanın parçası olan açık hava mitinglerinin en kalabalık olanları, Nader için düzenlenen mitinglerdi: New York kentindeki Madison Square Gardens mitingine 10.000, Minneapolis kentindeki Target Center mitingine 14.000, Boston’daki Fleet Center mitingine 12.000, Şikago Pavilion, Portland Coliseum ve Washington MCI Center’daki mitinglerin her birine 10.000 insan katıldı.8
Bununla karşılaştırmalı olarak daha alçakgönüllü bir düzeyde olmakla birlikte, İngiltere’de Socialist Alliances ve Globalize Resistance konferansları, iki insan kütlesinin bir araya gelmesini sağladı: Küreselleşme karşıtı hareketten ilham alarak hareketlenmiş olan insanlarla, Tony Blair hükümeti deneyimiyle birlikte düşkırıklığı yaşayarak partinin niteliği konusunda yanılsamalarından kurtulmuş olan İşçi Partisi taraftarları. Bu durum, Batı Avrupa’da, reformizmin, 1990’ların ikinci yarısında iktidara gelmiş olan sosyal-demokrat hükümetlerin uyguladıkları politikalar sonucu daha da yoğunlaşan krizinin, yığınlar arasında yayılan anti-kapitalist ruh halinin başlıca kaynaklarından biri olduğu gerçeğine işaret ediyor.
(iv) Kapitalizm eleştirilerinin yeniden ortaya çıkması: Yaşanmakta olan entelektüel değişimin boyutunun ne olduğunu ölçmeye çalışırken, Stalinist rejimlerin 1989-1991’deki yıkılışının ardından dünyaya egemen olan sol çöküntünün boyutlarını hatırlamak zorundayız. O koşullarda, Francis Fukuyama, kendinden emin bir şekilde, Tarihin Sonu’nun geldiğini ilan edebiliyordu: Liberal kapitalizm, kendisine alternatif olarak ortaya konmuş tüm sistematik alternatiflere karşı nihai zafere erişmişti ve, liberal kapitalizm, ne olacağı bugünden kestirilmesi mümkün görünmeyen bir nedenden ötürü bir barbarlığa geri dönüş yaşanmadığı sürece, sonsuza kadar egemen sistem olarak yaşamaya devam edecekti. Entelektüel soldan Perry Anderson, rakibinin üstünlüğünü kabullendiğine işaret eden hayli saygın bir dille, Fukuyama’nın ‘muhtemelen haklı olduğunu’ söylemişti.9 Kısa bir zaman önce New Left Review’un editörlüğünü yeniden üstlenmiş olan Anderson, Seattle gösterilerinden sonra bile bu bakış açısını hala koruduğunu gösterdi ve neo-liberalizmin rakipsiz durumda olduğunu ileri sürdü: “Reformasyon’dan [Batı’da 16. yüzyıldaki dinsel reform hareketi –ç.n.] bu yana geçen bütün bir zaman içinde, Batı’nın düşünce dünyasında ilk defa olarak, sistematik dünya görüşü anlamında kaydadeğer muhalif düşünceler yok ve, artık miyadını doldurarak işlevini yitirmiş görünen dinsel doktrinleri bir yana bırakırsak, aynı şey dünya geneli açısından da büyük ölçüde geçerli.”10 Fakat, bu kez, Anderson, hemen bu bakış açısına karşı çıkan yazılarla karşı karşıya kaldı.11
Anderson’ın karamsarlığı, son yıllarda kapitalizmin sistematik eleştirisini sunan çeşitli çevrelerden isimlerle karşıtlık içinde kalıyor. Bu isimler arasında en başta gelenler, Walden Bello, Pierre Bordieu, Susan George, Noami Klein ve George Monbiot. Marksistlerin, bu insanların geliştirmiş oldukları kapitalizm eleştirilerinin neden ve hangi noktalarda sınırlı kaldığını tespit etmeleri güç değil –örneğin, düşmanın küresel kapitalizm mi yoksa sadece neo-liberalizm mi olduğu konusundaki belirsizlik, bunların, sık sık küçük ölçekli kapitalizmi (petty capitalism) çokuluslu dev şirketlere karşı bir alternatif olarak gördüklerinin işaretini veren kimi yanılsamalar içinde olmaları, uluslararası kapitalist kurumlara karşı zaman zaman tutucu sağ ile ittifaklar kurmaya istekli görünmeleri gibi.12
Bunun yanısıra, küreselleşme karşıtı hareket içinde, “Congos” ya da “Seçilmiş Hükümet-Dışı Örgütler” (Co-opted Non-governmental Organizations) olarak anılan ve bir ‘diyalog’ beklentisiyle IMF ve Dünya Bankası ile işbirliğine istekli olan güçlerle, buna karşı çıkan, Bello’nun ifadesi ile söylersek, bu tür uluslararası kurumların ‘meşruluk krizini yoğunlaştırmak’ isteyen güçler arasında bir farklılaşma süreci yaşanıyor. Davos Zirvesi olarak anılan ve patronları geleneksel olarak her yıl bir araya getiren toplantılara bir alternatif olarak bu yıl Ocak 2001’de Porto Alegre’de toplanmış olan Dünya Sosyal Forumu (The World Social Forum, WSF), Le Monde diplomatique ve ATTAC liderliği başta olmak üzere, hareket içinde reformist bir gündemi öne çıkarmak isteyen güçlü unsurların varlığını ortaya çıkardı.
Susan George, Avrupa Parlamentosu’nun uluslararası mali spekülasyonlara kısıtlamalar getiren Tobin Vergisi’ni destekleyen bir karar metni leyhine oy kullanmamış olan radikal soldaki Fransız üyelerini eleştirmekte haklı olmakla birlikte, Porto Alegre’de şunları söyleyebiliyordu:
Üzülerek söylüyorum, 21. yüzyıl başında ‘kapitalizmin devrilmesi’türü ifadelerden ne anlamak gerektiği konusunda artık bir fikre sahip olmadığımı itiraf etmeliyim. Belki de, düşünür Paul Virillo’nun ‘küresel kaza’ olarak isimlendirdiği şeye tanık olacağız. Eğer böyle bir şey gerçekten yaşanırsa, bu durum, hiç kuşkum yok, insanların muazzam boyutlarda sıkıntılar içine düşmesine neden olacak. Eğer bütün mali pazarlar ve borsalar aynı zamanda çökerse, milyonlarca insan bir anda işsizlik ödeneği ile geçinmeye çalışan yoksul insanlar durumuna düşer; bankaların batması, hükümetlerin ekonomik yıkımları önleme yeteneklerini olağanüstü boyutta erozyona uğratır, kendini güvensizlik içinde hissetme, suç gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelir, ve, kendimizi, herkesin herkese karşı savaştığı o Hobbesgil cehenneme doğru sürüklenirken buluruz. Dilerseniz, beni bir ‘reformist’ olarak isimlendirin, ama, ben, neo-liberal bir gelecek arzulamadığım gibi, böyle bir gelecek de arzulamıyorum.13
Ne var ki, bu tür ifadelere bakarak, hemen bunları yerleşiklik kazanmış reformist bir bakış açısının dışavurumları olarak ilan etmek de ciddi bir yanılgı olur. Örneğin, Susan George, aynı konuşmasında, ‘anti-küreselleşme’ terimini reddederek, “bizler, ‘küreselleşme yanlısı’ insanlarız, çünkü, dostlukların, kültürlerin, dayanışmanın, zenginlik ve doğal kaynakların ortak paylaşımından yanayız” diyor ve sermayenin yıkıcı mantığına ilişkin net bir kavrayışa sahip olduğunu gösteriyor:
Çokuluslu şirketlerin ve zengin ülkelerin, hepimizin üzerinde yaşadığı bu gezegeni yıkıma uğratacaklarını nihayet anladıklarında tavırlarını değiştireceklerini düşünmek, hiç gerçekçi değil. Bence, bunlar isteseler bile, hatta kendi çocuklarının geleceği hatırına bunu isteseler bile, duramazlar. Kapitalizm, durduğu taktirde devrilecek, bu yüzden de sürekli gitmek zorunda olan şu ünlü bisiklet gibi; bu anlamda, şirketler, hızla duvara çarpıp duvarın dibine düşmeden önce kimin daha hızlı pedal çevirdiğini görmek için yarışıyorlar.
George, bir başka yerde, postmodernizmin altın çağını yaşadığı 1980 ve 1990’larda akademik ‘kültürel sol’da moda haline gelmiş olan ‘kimlik politikaları’na karşı da keskin eleştirilerde bulunuyor. Diğer şeylerin yanısıra, ‘nüfus azalmasına yol açan guruplararası düşmanlıkları’ kışkırtan bir kapitalist strateji tasarımından hareketle, şunları yazıyor:
Bu amaçlar için bu güne kadar geliştirilmiş en yararlı psikolojik araç, Batı’da ‘kimlik politikası’ olarak anılan şeydir. [Egemenler açısından –ç.n.] ideal durum, her ülkede tek tek insanların, kendilerini güçlü bir biçimde etnik, cinsel, dilsel, ırksal ya da dinsel bir alt-gurupla özdeşleştirmeleridir -ulusal bir kimlikle, toplumsal bir sınıfla ya da mesleki bir örgütle ve özellikle dünya ölçeğindeki insan topluluğu ile değil. Her birey, kendini, ilk olarak dar bir gurupla özdeşleştirmeli, kendini sadece ikincil olarak bir işçi, bir anne ya da baba, bir ulusun ya da uluslararası topluluğun yurttaşı olarak hissetmelidir.14
Bu sözler, kimlik politikasının neden kapitalistlerin böl ve yönet stratejisine uygun geldiği konusunda devrimci Marksistlerin geliştirdikleri eleştiriden15 daha da sert bir eleştirinin ifadesidir. Anti-kapitalist teorinin kendi içinde taşıdığı belirsizlikler, kapitalizm karşıtı hareketin entelektüel ve politik alandaki tartışmaların seyrini değiştirme konusunda sahip olduğu etkiyi azaltmıyor. “Global Capitalism: Can It Be Made to Work Better?” (Küresel Kapitalizm: Daha iyi işlemesi sağlanabilir mi?) başlığını taşıyan özel bir raporda, Business Week dergisi şunları yazıyor:
Son birkaç yıl içinde Seattle, Washington, Columbia ve Prag’da tanık olduğumuz şamatayı görmezlikten gelmek çok büyük bir hata olur. Bu protestolara öncülük eden radikaller, politik açıdan aktif kişiler değiller belki. Fakat, bunlar, kısa bir süre öncesine kadar sadece akademik seminerlerde ya da danışmanlık hizmeti veren uzman örgütlerin gözlerden uzak odalarında dile getirilen küreselleşme üzerine yeniden kafa yorma fikrini, hükümetlerin, önde gelen ekonomistlerin ve şirketlerin gündemine sokacak denli etkili olan bir hareketin ilk itkisini kazanmasında önemli bir rol oynadılar.16
Uluslararası kapitalist kurumlara karşı girişilen eleştirel saldırılar, bu kurumları savunmaya çekilmeye zorladı. Hem Prag hem de Porto Alegre’de, W. Bello, küresel kapitalizmin önde gelen temsilcileri ile tartışan ekiplere öncülük etti; her iki konferans sırasında, hazır cevaplığıyla bilinen George Soros ile Prag’da IMF ve Dünya Bankası’nın başkanlarının bizzat kendilerinin de bu tartışmanın içine çekilmekten sakınamamış olmaları, dikkate değerdi. Dahası, söz konusu eleştirmen guruplar, hem Alegre hem de Prag toplantılarındaki tartışmalarda, bunları köşeye sıkıştırmasını bildiler. Öyle ki, Dünya Bankası başkanı James Wolfensohn, bir keresinde ne söyleyeceğini bilemez hale düşüp kekelemeye başladı: “Ben ve meslekdaşlarım, her sabah işe gitmekten hoşnutluk duyuyoruz.”
Bello’nun, Davos zirvesi sırasında, uydu aracılığıyla televizyonlara aktarılan görüntülerde patronlara dünya için yapabilecekleri en iyi şeyin bir rokete doluşup bir daha dönmemek üzere uzayda bir yerlerde kendilerine yeni bir mekan bulmak olduğunu söylemesinden sonra, Financial Times dergisi, Soros’tan şu şekilde söz ediyordu: “Bu tür can sıkıcı deneyimler, onun hasmını zor duruma düşüren hazır-cevaplık yeteneğini geçici olarak felce uğratmış görünüyor.”17 Soros ise şu itirafta bulunuyordu: “Bu protesto hareketi, varlığını her yerde hissettirmeye başladı. Bunların başvurdukları yöntemler, çizmeyi aşan yöntemler de olsa, etkili yöntemler –toplantıları sekteye uğratma yoluyla, dikkatlerin kendi söyledikleri üzerine çekilmesini sağlamış oldular.18 Tony Blair’in bir yalaka köşe yazarı dahi şunu kabul etmek zorunda kalıyordu: “Porto Alegre’de, Davos’un artık yitirmiş olduğu birşey vardı: Bir hareketin parçası olma duygusu vardı.”19
Hiç kuşkusuz, bir tartışma sırasında patronları sözcüklerle köşeye sıkıştırmak bir şey, gezegenin kontrolünü bunların elinden çekip almak çok daha başka bir şey. Bununla birlikte, kendilerini küresel kapitalizme karşı politik bir mücadele girişmiş insanlar olarak gören ve etkisi giderek artan bir aydınlar gurubunun doğuşuna tanık olduğumuzu belirtmek gerekir. Bourdieu’nin son zamanlarda kaleme almış olduğu yazılar, keskinliği giderek artan anti-kapitalist bir niteliğe sahiptir. Nitekim, Bourdieu (Loïc Wacquant ile birlikte) şunları yazıyor:
İleri sanayi ülkelerinin uzun dönemdeki evriminin amprik analizi, ‘küreselleşme’nin kapitalizmin yeni bir aşaması değil, hükümetlerin mali pazarların taleplerine boyun eğmelerini haklı göstermek için başvurdukları bir ‘retorik’ olduğuna işaret ediyor. Sanayisizleşme (deindustrialization), eşitsizliklerin giderek büyümesi, sosyal politikaların daraltılması, sık sık ve defalarca söylendiği gibi giderek artan yabancı ticaretin kaçınılmaz sonuçları değiller, aksine, bunlar, ulusal hükümetlerin sınıflararası ilişkilerde sermaye sahipleri yararına olan politikaları bilinçli olarak tercih etmelerinden kaynaklanıyor.20
Aydın çevrelerdeki bu radikalleşme, sadece akademi ile sınırlı da değil. Prag’daki protesto gösterilerini izleyen Boris Kagarlitsky, şunları yazıyordu: “Walden Bello, Ekim’deki Lenin’i andırıyor. Görnen o ki, Seattle’dan bu zamana kadar yapılan gösteriler, bir akademisyeni gerçek bir lider haline dönüştürmüş.”21 Gerçekte, Bello’nun önünde ikinci bir Lenin olabilmesi için kat etmesi gereken hayli yol var. Fakat, bir aktivist olarak doğrudan politik bir müdahelede buulnma anlamında bugün üstlenmiş olduğu rolün, bir seminerde akademik bir tezi okumaktan çok farklı olduğu da kuşkusuz. Aynı şey, 1995 grevlerinden sonra, Raisons d’Agir adlı küçük bir politik örgütün oluşumuna varan inisiyatif geliştiren, Avrupa ölçeğindeki bir girişim olan “Estates-General of the Social Movement” hareketine ilk itkisini kazandıran Bourdieu için de geçerli.
Bütün bunlar, uluslararası düzeyde yeni bir solun doğuşuna işaret eden olgular. George Monbiot, “Globalize Resistance” (Direnişi Küreselleştirelim) konferanslarının ardından şunları yazmıştı:
Nihayet yaşanmaya başladı. Atlantik’in iki yakasındaki neo-liberaller evrensel zaferlerini ilan ederlerken, karmaşık öğelerin bir bütünü niteliği taşıyan radikal bir muhalefet hareketi ortaya çıkmaya başlıyor. Bu hareket, karmaşık, kendi içinde çelişkiler barındırıyor, daha önce hiç görmediğimiz bir şeye benziyor. Ama, 14 yılı bulan bir kampanya boyunca, ilk kez, artık durdurulamaz olan bir şeye tanık olduğumu hissediyorum.22
Devrimciler için ilham verici, ama zorlu bir hedef
1968’deki hareket için o yıllarda sık sık söylendiği gibi, bugün tanık olduğumuz şey, sadece bir başlangıç. Anti-kapitalizm, bir ruh hali olarak uluslararası düzeyde yayılıyor. Bir toplumsal hareket haline dönüşüm düzeyi, oldukça değişken –en ileri düzeye erişmiş olduğu ülkeler ABD ile Fransa, diğer ülkelerde daha parçalı ve istikrarsız. İstikrarlı ve kalıcı bir hareket haline gelmesi açısından nihai başarı, Seattle’daki gösteriler sırasında kısa bir süre için yaşanmış olan şeye bağlı: Örgütlü işçilerle küreselleşme karşıtı aktivistlerin bir araya gelerek bir bütün oluşturması. Bunun başarılması, karşılık olarak, kendisini esas olarak neye karşı (neo-liberal politikalar ve çokuluslu şirketler) olduğu ile tanımlayan geniş bir ideoloji olarak bir kapitalizm karşıtlığı düzeyinden çıkarak, daha tutarlı bir sosyalist bilince doğru gelişmesini gerektirecek. Bu, devrimci Marksistler açısından, meselenin ABC’sini oluşturuyor. Gerçek şu ki, karşı karşıya bulunduğumuz şey, sol açısından, 1960’lardan bu yana en büyük açılım.
Bununla birlikte, anti-kapitalist hareket, devrimci sol açısından muazzam zorlu bir görevi de ifade ediyor. Bu ikisi, birbirinden ayrı şeyler. Anti-kapitalist hareket, Monbiot’nun da söylediği gibi, ‘çok bileşenli.... karmaşık.... çelişkili’ bir niteliğe sahip. Çok çeşitli ideolojik kaynaklardan yararlanıyor, içinde çok farklı gurupları barındırıyor ve son derece heterojen aktivistlerin eylemlerinden doğuyor: Yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi ya da azaltılması için kampanya yürüten Hristiyan örgütler, çevreciler, Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımlılığı sorununu ele alan ekonomistler, hayvan hakları savunucuları, 1960 kuşağından arta kalanlar, anarşist sokak-savaşçıları (street-figters), saygın NGO’ ların üyeleri, Üçüncü Dünya ülkelerindeki hareketlerle dayanışmayı amaçlayan çeşitli kampanyaların taraftarları ve bir tutam sendikacı ile sosyalist. Buna karşılık, devrimci sol, sadece 1980’lerdeki yenilgilerden sonra ayakta kalabilmiş Marksist örgütleri kapsıyor –bunlar arasında uluslararası ölçekte en önemli olanlar, Uluslararası Sosyalist Akım (International Socialist Tendency, IST) ile Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreteryası (USFI)23.
Anti-kapitalist hareket ile devrimci solun bir araya gelerek kaynaşması, yaşanması kaçınılmaz olan bir şey değil. Bunun gerçekleşebilmesi için, devrimcilerin kendilerini dönüştürmeleri gerekiyor. Bunlar, sağcı fikirlerin hegemonya kurmuş oldukları, dolayısıyla düşman bir atmosfer içinde Marksist fikirleri ve örgütü yaşatma kaygısının ister istemez belirleyici olduğu 1980’ler boyunca ve 1990’ların ilk yarısında edindikleri alışkanlıklarlardan kurtulmak zorunda kalacaklardır. Bugün, artık yeni çalışma yönetemlerine gereksinim var. Özellikle, Bolşevikler ve Komünist Enternasyonal tarafından Enternasyonal’in kuruluşunun ilk yıllarında (1918-1923) geliştirilmiş olan birleşik cephe anlayışının sistematik kullanımı, bu yeni politik çevre ile ilişki kurmak açısından yaşamsal bir öneme sahip.
İngiltere’de Socialist Workers Party (Sosyalist İşçi Partisi), savaş-karşıtı hareketin 1991 Körfez Savaşı günlerinde olduğundan çok daha ileri düzeyde bir birlik ve ortak amaç sergilediği 1999 Balkan Savaşı sırasında, bu konuda amprik düzeyde bir şeyler geliştirmeye çalıştı. Sol birlik, Mayıs 2000 Londra Anakent Belediyesi seçimlerine kendi adayları ile katılmış olan Londra Sosyalist İttifakı (London Socialist Alliance) içinde çok daha ileri bir düzeye ulaştı. İttifak, radikal solun çeşitli bileşenlerinden İşçi Partisi’nin geleneksel taraftarlarına varıncaya kadar, büyük bir kütlenin birlik arzusuna ifadesini kazandırmayı bildi. Şubat 2001’deki Globalize Resistance (Direnişi Küreselleştirelim) konferansları, hem bu konferansların inşasına, hem de konferanların kendisine damgasını vuran farklı politik görüşlerin temsil edildiği bir birlik duygusu üzerinde yükseliyordu.24
Sistematik birleşik cephe çalışmasına yönelik bu değişim, devrimcilerin anti-kapitalist hareket ile kendilerini ilişkilendirebilmek için gerçekleştirmek zorunda oldukları daha geniş bir değişimin önemli bir parçasını oluşturuyor. Söz konusu değişim, hareketin özgül tarzına ve çabalarına yönelik bir duyarlık geliştirmeyi, onun literatüründen ve üzerine eğildiği meselelerden haberdar olmayı, hareketle diyalog kurma isteğini içeriyor. Prag ve Nice gösterilerine ve Globalize Resistance konferanslarına hazırlık faaliyetleri, bu birleşik cephede yer alan aktivistlerin –argümanların kendi çabalarıyla ilintili olması, öğüt verici ve dayatmacı bir tavırdan uzak kalınması koşuluyla- Marksist argümanlara açık insanlar olduklarını tekrar tekrar gösterdi. Bütün bunlar, devrimci sosyalistlerin, son yirmi yıl boyunca içinde bulundukları yalıtılmışlık koşullarının da kışkırtmış olduğu sekter eğilimlerden bir an önce kurtulmalarının önemine işaret ediyor.
Ancak, devrimcilerin bu zorunluluğu başarabileceklerinin garantisi önceden verilemez. Sosyalist hareketin tarihi, tekrar tekrar, nesnel (objektif) koşullardaki her ciddi değişimin devrimci örgütte bir krize yol açtığını gösteriyor. Örgütün kendisini yeni koşullara uyarlamaya çalıştığı durumda bile, kendi içinde yaratmış olduğu muhafazakarlık örgütü bu uyarlanmadan geri tutmaya çalışıyor. O güne kadar kullanılmış belli bir faaliyet tarzı, eğer o tarz başarılı olmuş ise, örgüt içinde kemikleşme eğilimi gösteriyor. İnsanlar, belli koşullara uygun olup o koşullar için geliştirilmiş olan taktikleri, her zaman için geçerli olan ilkeler gibi algılıyorlar. Örgütü yeni ve farklı koşullara uyarlamak üzere atılan adımlar, örgüt içinden gelen bir dirençle karşılaşıyor ve bu direnç, geçmişte başarılı olmuş perspektif ya da tarzın şimdi yol açtığı eylemsizlik ve hantallıkta ifadesini buluyor.
Troçki, Bolşeviklerin bu konudaki deneyimleri üzerine düşüncelerini ortaya koyarken, 1924’te şunları yazıyordu:
Genel olarak, partinin gelişim süreci içinde karşılaştığı her ciddi dönemeç, parti içinde bir krize yol açıyor ve bu kriz ya dönemece giriş sırasında ya da onun bir sonucu olarak yaşanıyor. Bu durum, partinin gelişim sürecindeki her dönemin belli faaliyet yöntemlerini ve alışkanlıkları gerektirmesi, partinin o döneme özgü kimi özelliklere sahip olması gerçeğinden kaynaklanıyor. Taktik bir değişim, söz konusu alışkanlık ve yöntemlerde şu ya da bu ölçüdeki bir kırılmayı, ileriye sıçramayı ima ediyor. Parti içi sürtüşme ve krizlerin kaynağı, esas olarak burada yatıyor. Lenin, Temmuz 1917’de, “Bu durum çok sık olarak yaşandı” diye yazıyordu: “Tarih, keskin bir dönemeçten geçmek üzere viraja girdiğinde, ilerici partiler bile bir süre için kendilerini yeni koşullara uyarlamakta zorlanırlar ve daha önce doğru oldukları halde şimdi anlamlarını yitirmiş olan sloganları yineleyip dururlar –bu anlamını yitiriş ‘aniden’ olur, tıpkı tarihin keskin dönüşünün ‘aniden’ yaşanması gibi.” Eğer söz konusu dönüş çok sert ya da çok ani ise, eğer o keskin dönemece öngelen zaman içinde partinin yönetici organlarında eylemsizlik ve atalet unsurları aşırı derecede birikmiş ise, partinin tarihin kendisini onyıllardır hazırladığı o kritik ve belirleyici anında liderlik görevini yerine getirememesi gibi ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kalınır. Parti, bir krizin içine çekilir, hareket partiyi aşar -ve yenilgiye doğru yol almaya başlar.25
Lenin, bu tehlikeyle birden çok kere karşılaştı. Bunlar arasında en başta geleni, 1905 Rus Devrimi’ne bir tepki olarak, Tony Cliff’in ifadesiyle söylersek, ‘partinin kapılarının açılması’–yani mücadeledenin seyrindeki yükseliş deneyiminin radikalleştirdiği işçilerin yığınlar halinde parti saflarına kazanılması- için verdiği mücadele idi. Lenin, bu mücadeleyi, partideki ‘komite üyelerinden’ -1905 öncesinin baskı yıllarında Lenin liderliğinde sıkı biçimde merkezileşmiş gizli bir örgüt inşa etmiş profesyonel devrimcilerden- gelen sert direnişe karşı vermişti. Partinin kapılarını yığınlara açması için verdiği bu mücadele sırasında, Lenin’in en yakın müttefiki, Aleksandr Bogdanov idi. Ne var ki, 1905 yeniligisini takip eden gericilik döneminde, Bogdanov, Bolşevik parti içinde yeni koşulların gerektirdiği taktik değişikliklere –örneğin yasal politik faaliyet yürütmede bir platform olarak kullanılması öngörülen Çarcı Duma için yapılan seçimlere aday göstererek katılma- karşı çıkan aşırı-sol fraksiyonun lideri durumuna geldi. Lenin, daha önce partide kendisine en yakın müttefiki olmasına karşın, Bogdanov ile yollarını ayırmakta ve nihai olarak onu partiden atmakta duraksama göstermedi.26
Lenin’in ‘değneği bükme’ pratiği –yani verili bir durumda ikincil önemdeki diğer faktörleri bir kenara bırakarak bütün dikkati abartılı denecek biçimde birincil görev üzerinde yoğunlaştırması, kısmen, ‘tarihin keskin dönemeçlerinin’ dayatmış olduğu değişime partinin kendi içinden gelen muhafazakar direnci kırma zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Cliff şunları yazıyor:
Lenin, değneği bir gün şu doğrultuda, bir diğer gün bunun tersi doğrultuda bükmekte ilkesel olarak haklıydı. Eğer işçi hareketi tüm görünümleri içinde eşit bir gelişmişlik düzeyine sahip olsaydı, eğer hareket dengeli bir gelişim tarafından belirleniyor olsaydı, ‘değnek bükme’ hareket üzerinde zararlı etkilere yol açardı. Ama, gerçek yaşamda, hareketin gelişim sürecini belirleyen şey, eşitsiz gelişim yasasıdır. Hareketin çeşitli görünümlerinden biri, belli bir zamanda belirleyici niteliktedir. İleri doğru atılmanın önündeki temel engel, partinin gerekli kadrolardan yoksun olmasıdır, ya da, aksine, kadrolardaki muhafazakarlık bunların sınıfın ileri kesiminin gerisine düşmesine yol açar. Zaten, tüm unsurlar kusursuz bir biçimde aynı gelişmişlik düzeyine sahip olabilselerdi, bu hem ‘değnek bükme’ pratiğini bir gereklilik olmaktan çıkarırdı, hem de, devrimci bir partinin ya da devrimci liderliğin varlığını gereksiz kılardı.27
Böyle bir yaklaşım geliştirememenin bedeli, sekterliktir. Marks, 1848 devrimlerinin yenilgisinin ardından yaşanan uzun dönemli yalıtılmışlıktan sonra, işçi sınıfı hareketinin 1860’ların başlarında yeniden canlanmaya başlamasına, Birinci Enternasyonal’in kuruluş ve inşasında öncü bir rol oynayarak tepkide bulunmuştu. Bu, daha önce şiddetle eleştirdiği çeşitli sol akımlarla birlikte –örneğin, Felsefenin Sefaleti (1847) adlı çalışmasında ve Kapital’e hazırlık niteliği taşıyan yayınlamamış elyazmalarında (özellikle de Grundrisse’de) fikirlerini yerden yere vurduğu Proudhon’un taraftarlarıyla- çalışmayı da içeriyordu. Marks, Çartist hareketin 1840’lardaki en büyük liderlerinden olan, daha sonra gelen gericilik yıllarında sekter bir insan olup çıkan Broneterre O’Brien’ın yandaşlarının maskaralıklarını tartışırken, bu doğrultu değişimini şu şekilde açıklıyordu:
Enternasyonal, işçi sınıfının mücadelesinde gerçek bir örgütün sosyalist, ya da yarı-sosyalist sektlerin [küçük, dar gurupçuklar –ç.n.] yerini alabilmesi için kuruldu. Başlangıçtaki İlkeler ve Açış Konuşması, buna açıkça işaret eder. Diğer taraftan, eğer tarihin akışı sekterliği halihazırda ezip geçmemiş olsaydı, Enternasyonal varlığını sürdüremezdi. Sosyalist sekterliğin gelişmesi ile işçi sınıfı hareketinin gelişimi, her zaman birbiri ile ters orantılıdır. Sektlerin varlığı, işçi sınıfı bağımsız bir tarihsel hareket geliştirmeye henüz hazır olmadığı sürece, (tarihsel olarak) meşruluk kazanır. Sınıf bu olgunluğa eriştiğinde ise, bütün bu gurupçuklar esas itibariyla artık gerici yapılardır.28
Marks, Ferdinand Lassalle tarafından kurulmuş Genel Alman İşçileri Birliği (ADAV) lideri J. B. Schweitzer’a yazdığı mektupta, bir ‘gericilik dönemi’nin yaşanmakta olduğu 1860’lı yılların başlarında, ‘on beş yılı bulan uzun bir uyku dönemi’nden sonra, Alman işçi sınıfı hareketini yeniden canlandırdığı için Lassalle’ı över. Fakat, bundan sonra, Bismark’ın gerici rejiminden reformlar koparma beklentisine girdiği, devlet eliyle kurulmuş kooperatifleri sendikaların gelişimine karşı alternatif olarak çıkararak ADAV’ı bir sekte dönüştürdüğü için, Lassalle’ı eleştirir:
Her sekt, esas itibariyla dinseldir... O (Lassalle), Proudhon ile aynı yanlışa düştü: yürüttüğü ajitasyonun gerçek temelini sınıf hareketinin gerçek unsurları arasında aramak yerine, sınıf hareketinin izlemesi gerektiğini düşündüğü belli bir doktriner reçeteyi, kurtarıcı bir doktor gibi sınıf hareketine sunmak istedi... Sekt, kendi varlığının meşruluk kaynağını ve önemini sınıf hareketi ile müşterek olarak paylaştığı şeylerde değil, kendisini hareketten ayırt eden, artık önemini yitirmiş belli slogan ya da ilkelerde bulur.29
Bundan sonra, Marks, Schweitzer’in kendisini eleştirmeye girişir:
Genel Alman İşçileri Birliği’nin varlığına son vermeniz, size, ileri doğru büyük bir adım atma, şimdi yeni bir gelişim düzeyine erişilmiş bulunulduğunu, sekter hareketin işçi hareketi içine girip onunla kaynaşması açısından içinde bulunulan anın yeterince olgunlaşmış olduğunu ilan etme ya da bunu kanıtlama olanağı verdi. Sektin gerçek içeriği, daha önceki tüm gerçek işçi sınıfı sektleri için de olduğu gibi, genel hareketin içine onu zenginleştiren bir unsur olarak katılmaktır.
Oysa siz, bunun yerine, sınıf hareketinden kendisini belli bir sekte tabi kılmasını talep etmiş oldunuz. Yanınızda yer almayanlar, sizin bu tavrınıza bakarak, sizin, her ne olursa olsun ‘kendi işçi harketinizi’ her durumda muhafaza etmek istediğiniz sonucuna vardılar.30
1960’lara duyulan özlem: Amerikan SWP’si
Devrimci örgütlerin tarihsel gelişimin kritik anlarında gerekli dönüşü gerçekleştirmede zorlanmaları ya da bunda tamamen başarısızlığa uğramaları ile ilgili olarak, daha yakın tarihten örnekler vermek de mümkün. ABD’deki Socialist Workers Party, Troçkist hareketin 1930 ve 1940’lardaki çocukluk döneminin ilk örgütüydü. James P. Cannon ve Amerikan SWP’sinin diğer liderleri Troçki ile birlikte çalışmışlardı ve bu durum onların Troçki’nin politik ardılları olma iddialarına kısmen bir haklılık kazandırıyordu. SWP, kendi içinde yaşadığı bölünmelere ve devletten gördüğü baskıya karşın, Amerikan devrimcilerinin yaşadıkları en güç dönemlerden biri olan, Soğuk Savaş’ın, McCarthy’ciliğin ve Uzun Dönemli Ekonomik Canlanma’nın gerçek Marksist politikayı çok büyük oranda anlamsız kıldığı 1950’li yıllarda, bir gurup olarak varlığını sürdürmeyi becerdi.
Ancak, örgütün varlığını korumanın bedeli, kemikleşme oldu. Amerikan SWP’sinin liderlerinden Tim Wolforth, 1950’li yıllarda ve 1960’ların başlarında örgütün içinde bulunduğu durumla ilgili olarak şunları hatırlıyor:
Socialist Workers Party’nin şubnelerindeki yaşam hantaldı, rutin olarak yapılan işlerden ibaretti. Branş toplantılarından her biri, son toplantının tutanaklarının okunması ile başlardı. Bundan sonra, branşın örgütçülerinden birinin raporu okunurdu; bu, branşın önündeki çeşitli örgütsel görevlerin tekrar hatırlatılmasından başka kaydadeğer pek bir şey içermeyen kuru bir rapor olurdu. Ardından, branşın mali durumu, Militant’ın [örgütün yayın organı –ç.n.] satışları, forum komitesi, gurubu yeniden şekillendirme vb. gibi ikincil dereceden konulardaki raporlara geçilirdi. O hafta dünyada neler olup bittiğinden ender olarak söz edilirdi ve teori, politik hat ile ilgili meseleler ancak konferans-öncesi dönemlerde, iki yılda bir tartışılırdı. Bu politik partinin apolitik tonu, örgütün en tepesindeki PC (Politik Komite)’de şekillenir ve ülkenin her bir yerel örgütünde inançla tekrarlanırdı.31
Wolforth, 1950’lerde partinin içsel yaşamındaki durağanlığa bir canlılık getiren hizipsel çekişmeleri tanımladıktan sonra, şu yorumlarda bulunuyor:
Burada, söz konusu dönemde SWP’nin içinde hiziplerin at koşturdukları bir bir tür orman görünümünde olduğunu söylemek istemiyorum. Aslında, partinin içsel yaşamı, insana sıkıntı verecek kadar barışçıl ve sakindi. Gurupçuluk, esas olarak, liderlikle poitik bir farklılığa sahip olmadıklarını söyleyen tek tek insanlar tarafından el altından yürütülen bir doğaya sahipti. Üyeler aidatlarını düzenli biçimde ödüyorlardı ve herkes Militant’ın satışlarında yer alıyordu. Parti, alçakgönüllü bir devingenlik düzeyinde, ama sorunsuz ve profesyonelce bir tarzda çekip çevriliyordu. Sorun, partinin belli bir kuşağa ait işçilerden ve aydınlardan oluşmasıydı: 1930’larda ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında partiye katılmış olan, giderek yaşlanan ve yorgun düşen bir insanlar topluluğu. Cannon, yaşlanan kadrolara yaslanmak konusunda [Max] Schatman’dan daha iyi iş gördü ve kendisi ve yandaşları bir bütün olarak devrimci inançlarını korumasını bildiler. Ne var ki, irade gücü ve enerji artık yitip gitmiş olduğu için, bunların elinde kalan yegane şey, bu inançtan ibaretti.32
1960’ların başlarında, özellikle çeşitli küçük gurupçukların öncü aktiviteleri sayesinde, bu durum değişmeye başladı.33 Esas olarak Sivil Haklar Hareketi’nin bir sonucu olarak, yeni bir radikalleşme gelişmeye başladı. Ama, geniş yığınsal harketlenmelere yol açan şey, Vietnam Savaşı’na ve Başkan Lyndon B. Johnson’ın 1964-65’teki doğrudan Amerikan askeri müdahalesinin düzeyini yükseltmesine karşı gelişen muhalefet oldu. Vietnam savaşı, 1960’ların sonlarında ve 1970’li yılların başlarında, uzun dönemli etkileri bugüne kadar gelen derin bir bölünme yarattı. Çok büyük savaş karşıtı gösterilere katılmış genç kuşak başta olmak üzere, milyonlarca insanın sola kaymasına yol açtı. O on yıl boyunca, Yeni Sol’un (New Left) şemisye örgütü, Demokratik Toplum İçin Öğrenciler Birliği (SDS) üniversite kampüslerinde adeta mantar gibi birer birer ortaya çıkmaya başladı. Maurice Isserman şunları söylüyor:
1961 yılında, SDS’nin aidat ödeyen üye sayısı 300 dolayındaydı; 1968’e gelindiğinde, örgüt pek çok departmana sahipti. Örgütün muhasebe işleri karmakarışık olduğu için, ayrıca yerel örgütler ulusal merkeze aidat gönderme işini düzenli olarak yerine getirmedikleri için, Demokratik Toplum İçin Öğrenciler Birliği’nin 1968 yılındaki fiili üye sayısını kesin olarak söylemek çok zor, fakat, bunun 30.000 ile 100.000 arasında bir rakam olduğu tahmin ediliyor. Bu, 1950’lerin ya da 1930’ların standartlarıyla karşılaştırıldığında, muazzam büyük bir sayıdır.34
Amerikan SWP’sinin trajedisi, toplumda yaşanan bu radikalleşmenin sunduğu fırsatı kaçırmış olmasıydı. Partinin hanesine artı puan olarak yazılması gereken şey, partinin kendisini savaş karşıtı hareketin içine fırlatması ve ardışık yığınsal gösterilerin düzenlenmesinde anahtar bir rol oynamasıydı. Örneğin, SWP, 24 Nisan 1971’de Washington’da yapılan en büyük savaş karşıtı gösterilerden birini yaşama geçirmiş olan National Peace Action Coalition (NPAC, Ulusal Barış Eylemi Birliği)’nin itici gücü idi. Sorun, SWP’nin, yasal kitle gösterilerini biricik taktik olarak görmesi ve bunu bir fetiş haline getirmiş olmasıydı. 1960 ve 1970’lerde partinin önde gelen üyelerinden olan Peter Camejo, daha sonraları o yıllarla iligili olarak şunları hatırlar:
Her şeyin barışçıl yasal gösteriler gibi tekil bir meseleye indirgenmesi, temel bir dinsel doğma haline gelmişti. Bunun doğruluğunu sorgulayan insanların sayısı çok azdı. SWP içinde bütün dikkatimizi ve enerjimizi buna hasrediyorduk. Çünkü, anlaşılacağı üzere, bu, kitlelerle bağ kurmanın ve yeni üye kazanmanın en kestirme yolu haline gelmişti. Vietnam Savaşı karşıtı harekete yeni insanlar katıldığında, SWP’li aktivistler neden savaş karşıtlığının temel mesele olduğunu onlara anlatmaya girişirler, onları bu temelde örgüte katılmaya ikna ederlerdi.35
Amerikan SWP’sinin yasal kitlesel gösterilere bir saplantı boyutunda takılıp kalması, savaş karşıtı hareket içinde kitlesel sivil itaatsizliği savunan enerjik güçlere karşı güçlü bir düşmansı tavır geliştirmesine yol açtı. NPAC’ın kurulmasıyla hareketin bölünmesi tam da bu nedenden ötürüydü. Daha da kötüsü, SWP, bu tutumu yüzünden, esas olarak SDS (Demokratik Toplum İçin Öğrenciler Birliği)’nin önünü açtığı kimi zaman şiddeti de içeren doğrudan eylemlerle (direct action) gelişen politik radikalizasyonun uzağına düştü. Wolforth, Amerikan SWP’sinin savaş karşıtı faaliyetlerinden övgüyle söz etmekle birlikte, şunları itiraf ediyor:
SWP, enerjisini savaş karşıtı hareket üzerinde yoğunlaştırmayı seçmekle, SDS’nin bunun kadar önemli olan gelişimini gözardı etmeyi seçmiş oldu. Bu gözardı edişin kısmen eldeki sınırlı kaynakların bir sonucu olduğundan eminim; çünkü, SWP bu döneme girerken, bir dizi bölünmeler yüzünden ciddi biçimde kan kaybetmişti ve yaşlı, yorgun kadrolar partiden ayrılmışlardı. Parti, 1960’ların büyük bölümü boyunca 400 kadar üyeye sahipti ve 1970’lere kadar dikkate değer bir büyüme göstermedi. Ancak, enerjinin kitlesel savaş karşıtı hareket içinde yürütülen çalışmaya hasredilmesi, ayrıca partinin kişiliğinin bir sonucuydu. SWP, barışçıl kitlesel gösterilerde kendisinin sağında olan güçlerle politik olarak faaliyet yürütmeyi rahat buldu. Buna karşılık, parti, SDS gibi kendi solunda bulunan, daha kendiliğindenci ve yer yer maceracı faaliyet biçimlerini seçen guruplara yaklaşırken hiç rahat değildi. SWP, tıpkı İlerici İşçi Partisi (Progressive Labour)’nin yükselişine kayıtsız kalmış olduğu gibi, bu kez, gevşek üye sayısı çok geçmeden otuz bini bulacak olan SDS’e müdahaleden kendisini uzak tuttu. SWP, SDS çevresinden bir tek kişiyi bile kendi saflarına katamadı.36
Yaşanan radikalizasyonla kendini ilişkilendirme çabasında olan Marksist bir örgütün yokluğu, aktivistlerin kısır bir döngüye düşmesine yardımcı oldu: çok büyük kitlesel gösteriler ve bu gösterilere rağmen hala devam eden savaş yüzünden yaşanan ve bu gösterilerin ardından yaşanan moral bozukluğu dönemleri. Bu düşkırıklığı, savaş karşıtlarını, savaşa karşı çıkan Demokrat Parti’nin seçim kampanyalarına katılma ve terörizm gibi, kitle eylemi yerine ikame edilen faaliyet biçimlerinin kucağına itti.37 Yaşanmakta olan radikalleşmenin başta gelen örgütsel formu, mevcut durumun gerektirdiği politikayı sunmaktan tamamen aciz olduğunu kanıtlayan ve hızla yayılıp genişleyen Maocu guruplar oldu (bugün, Amerikan üniversiteleri, 1970’li yıllarda, üyesi oldukları Maocu sektin ‘sanayileşme’ stratejisinin bir gereği olarak birkaç yıl bir çelik ya da otomobil fabrikasında çalışmış profesörlerle doludur). Daha kötüsü, savaş karşıtı aktivistlerden bazıları, Weathermen’ler gibi, Amerikan devletine karşı beyhude, sonu hep felaketle sonuçlanan silahlı mücadele eylemlerine girişen guruplara katıldılar; bunların sonu ya ölmek oldu, ya da onyıllarca süren bir kaçak yaşamı. Nihai olarak güçlü bir Amerikan solunun temellerini yaratmış bir kuşak, böylece büyük ölçüde harcanıp gitmiş oldu.
Bir Amerikan trajedisi: International Socialist Organization (Uluslararası Sosyalist Örgüt)
Amerikan SWP’sinin başarısızlığının kökleri, partinin, Troçki’nin Rusya’nın yozlaşmış bir işçi devleti olduğu yolundaki çözümlemesinin kutsal bir dogma haline getirildiği İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem içinde -Dördüncü Enternasyonal çatısı altındaki diğer guruplarla birlikte- atmış olduğu yanlış adıma kadar gerilerde aranabilir. Uluslararası Sosyalist Akım (International Socialist Tendency), o kriz anından, özellikle de Tony Cliff’in geliştirmiş olduğu Troçki eleştirisinden ve devlet kapitalizmi teorisinden doğmuştur. Bize, sosyalizmin işçi sınıfının kendi öz kurtuluşu anlamındaki klasik Marksist sosyalizm kavrayışını muhafaza etme ve Ortodoks Troçkist program-üreticilerinin fantezilerinden değil proleter yaşamın gerçeklerinden yola çıkan bir parti inşası yaklaşımı geliştirme şansı vermiş olan şey de buydu.38
Ancak, sektercilik, yalnızca ortodoks Troçkizmin bir sonucu olmak zorunda değil. Şekilsel olarak doğru bir teorik çözümlemeye sahip olmak, sektercilikten bağışık olmanın güvencesi değildir. Yeni gelişen anti-kapitalist canlanış, solun önüne aşılması gereken görevleri gelip bırakmış, geleneksel yönelimleri kesen bir biçimde radikal sol içinde kutuplaşmalara yol açmıştır. Ortodoks Troçkistler, bu görevler karşısında gösterdikleri tepki açısından bölünmüşlerdir. Belki den sekter tepki, önde gelen Fransız Troçkist örgüt Lutte Ouvriére’den gelmiştir. LO, Seattle’daki N30 gösterileriyle dayanışmak için Fransa’da ülke çapında düzenlenen gösterilere katılmamış, bunları sol milliyetçilerle sağ kanat De Gaulle’cuların bloku olarak itham etmiş ve tüm anti-WTO hareketini yok sayan bir tutum takınmıştır:
Bugün, kapitalist devletlerin koruması altında ekonominin uluslararasılaşması, somut bir gerçekliktir. Buna, milliyetçiliğin çürümüş korunmacı fikirleri adına karşı koymak arzusu, açıkça gerici amaçlara doğru sürüklenme riskini göze almak anlamına gelir. Dahası, Üçüncü Dünya milliyetçilerinin ve 1980’lerde Japon otomobilleri kullanan Amerikalılara karşı cezalandırıcı kampanyalar düzenlemekte tereddüt göstermemiş olan Amerikan otomobil işçileri sendikası UAW’ın liderlerinin Seattle’da bir birlik oluşturmaları rastlantı değildir. Çünkü, bunların ekonominin uluslararasılaşmasına karşı çıkmalarının nedeni, halkın çıkarları ile kendi ulusal burjuvazilerinin çıkarlarını birleştirme arzusuna dayanan bir arayıştır.39
Geçtiğimiz günlerde, LO, tarımda genetik yollarla üretilmiş organizmaların kullanılmasına karşı doğrudan eylem yöntemini seçerek harekete geçen Fransız çiftçi lideri José Bové’ye karşı saldırıya geçerek, onu, bilimsel araştırmaların önünü tıkamak için Cumhurbaşkanı Chirac ve De Gaulle’cu sağ ile aynı ittifak içinde yer almakla suçlamıştır.40 Önde gelen diğer Fransız Troçkist örgütü ve Dördüncü Enternasyonal’in günümüzde ayakta kalan en önemli seksiyonu olan Ligue Communist Révolutionnaire (LCR), ilkesel açıdan bundan çok daha yapıcı bir tutum takınmıştır. Bu örgütün üyelerinden bazıları, ATTAC içinde önemli bir role sahiptirler. USFI yandaşları, ‘küreselleşme karşıtı hareket’in, ‘üretim, iletişim ve ticaret araçları üzerindeki mülkiyet biçimleri sorununu tabu olan bir mesele olarak görmeye son vererek’ toplumsal mülkiyet konusunu yeniden gündeme getirmesi gerektiğini ileri sürmek suretiyle, açık biçimde sosyalist bir çözümlemeyi hareketin önüne koyma çabası içinde oldular.41 Ancak, LCR, Prag gösterileri –hatta bundan daha büyük bir ayıbı teşkil etmek üzere- ve Nice gösterileri için kendi güçlerini ciddi biçimde harekete geçirmedi.
Ne yazık ki, anti-kapitalist hareketin yükselişi, 1977’deki kuruluşundan bu yana Uluslararası Sosyalist Akım (IS Tendency)’ın Amerikan örgütü olan International Socialist Organization’ın durumunun da gösterdiği gibi, Uluslararası Sosyalist Akımı da böldü.42 ISO, son derece dezavantajlı koşullarda ortaya çıktı. Radikal solun çöktüğü, Amerika’da Sivil Haklar Hareketi, Vietnam Savaşı ve getto ayaklanmalarının yol açmış olduğu politik radikalleşmenin itkisiyle yükseliş gösteren işçi sınıfı hareketinin yeniden gerileme içine girmiş olduğu bir konjonktürde doğdu.43
ISO, başlangıçta karşı karşıya bulunduğu güçlüklere rağmen, Amerikan radikal solunun büyük bölümünün çökerek soluğu Demokrat Parti’de aldığı Reagan döneminde, açık biçimde sosyalist bir politikayı inşa etmeyi becerdi. Gurubun dikkate değer ilk geniş ölçekli etkisi, 1991 Körfez Savaşı sırasında hissedildi; ISO, ulusal ölçekte savaşa karşı çıkan öğrenci birliklerinin ittifakının kuruluşunda önemli bir rol oynadı. Gurup, daha sonra, 1997’deki UPS grevi başta gelmek üzere, önemli kimi grevlere verilen destekte aktifti. Ölüm Cezasına Karşı Kampanya (CEDP)’nın geliştirilmesinde de itici güçtü. 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde, ISO, yaklaşık 1000 üyesi bulunduğunu söylüyordu. ISO, 1960’ların Amerikan SWP’si ile karşılaştırıldığında, politik ve örgütsel açıdan çok daha iyi hazırlanmış görünüyordu.
Ne var ki, mücadelenin düşük düzeyde seyrerttiği o uzun yıllar boyunca gurubun inşası sırasında kullanılmış yöntemler, nihai olarak, ISO’nun kendisini Seattle’da patlayan yeni hareketle ilişkilendirme yeteneğini geliştirmesinin önünde öldürücü bir engel haline geldi. Bunun ilk açığa çıkmaya başlaması, 1999 Balkan Savaşı sırasında oldu; ISO liderliği, İngiliz SWP’sinin savaşa karşı çıkış biçimini eleştirerek SWP Merkez Komitesi ile bir tartışmaya girişti. ISO Merkez Komitesi (Steering Committe), devrimcilerin ‘görevi’nin, savaş karşıtı koalisyonlar kurarken, kendilerini NATO bombardımanına karşı çıkan diğer unsurlardan ayırt etmek olduğunu ileri sürüyordu. Devrimciler, Birleşmiş Milletler’in NATO’ya karşı bir alternatif olabileceği yanılsamalarına, Sırp milliyetçiliğine yönelik sempatiye, Kosova’nın kendi kaderini tayin hakkı düsüncesine özellikle karşı çıkmalıydılar. ISO’nun bu argümanlardan hareketle vardığı çıkarsama şu idi: “Savaş karşıtı hareket içinde bu sorunları görmezlikten gelmek uygun olmaz.” 44 Bu tutum, ISO’nun –gurubun merkezinin bulunduğu Şikago başta gelmek üzere- Balkan Savaşı’na karşı çıkmada, on yıl önce Körfez Savaşı sırasında olandan daha etkisiz kalmış olmasına da açıklık getirir.
ISO’nun bu yaklaşımı, tüm güçleriyle savaşa karşı mümkün olan en geniş hareketi inşa etmeye çalışan Avrupalı kardeş örgütlerin amaçlarıyla dramatik bir karşıtlık içindeydi. Bu durum, SWP Merkez Komitesi’ni, ISO ile bu meselede hemfikir olmadığını dile getiren özel bir iletişim kurmaya zorladı. ISO liderliğine şunları yazdık:
Devrimcileri birleşik cephe içindeki diğer güçlerden ayıran argümanları öne çıkaran yanlış bir kavrayışa tavizler veriyorsunuz. Bizim kendi deneyimimiz.... bu sorun karşısında hareket içinde en dinamik ve en militan gücü oluşturarak kendimizi diğer güçlerden ayırt etmenin yeni insanları bize çektiğini gösteriyor. Elbette ki bu süreç kimi argümanların öne çıkmasına yol açıyor, ancak, bunlar, somut koşullardan doğup gelişen argümanlar, diğer herkesle farklı düşündüğümüze işaret eden soyut bir ‘görev’ kavramından yola çıkarak ortaya atılmış argümanlar değil. İngiltere’de savaş karşıtı hareketin inşasında bizim deneyimimiz tam da budur. 45
SWP önderliği olarak Amerikan önderliğinin yaklaşımının yanlış olduğunu düşünüyor, fakat kısa zamanda olayların Amerikan önderliğini Balkan Savaşına karşı olan diğer güçlere karşı takınmış oldukları sekter tutumdan vazgeçmeye zorlayacağını umuyorduk. Fakat bu tartışma bizi sarsmıştı da. Tartışmanın bu erken aşamasında bile, Marks’ın sekt tanımına uygun bir şekilde davranıyordu: bu tanıma gör bir sekt ‘varlık nedenini ve onurunu sınıf hareketiyle ortak olarak paylaştığı noktalarda değil, kendisini hareketten ayıran özel küçük ayrıntıda görür ‘. Bazen, devrimci bir örgütün olumsuz siyasi koşullarda varlığını sürdürebilmesi için kendini diğerlerinden ayırtetmesi can alıcı öneme sahiptir. Bu durum, 1980’lerin Reagan-Thatcher yıllarında geçerliydi. O yıllarda hem ISO hem SWP, toplumdaki sağ havaya ve solun çöküşüne karşı kendilerini koruyabilmek için Marksist geleneğe sığınmak/kapanmak zorunda kalmışlardı. Ancak, böylesi bir savunmacı (defansif) tavır, sınıf mücadelesindeki uzun düşüş dönemi 1990’ların ikinci yarısında sona ererken, artık gerekli değildi. 46
ISO’nun tutumunun maliyetinin ne olduğu, Kasım 1999’da patlak veren Seattle gösterileri sırasında açığa çıktı. Gösterilere katılan ISO üyelerinin sayısı yok denecek kadar azdı. Gurubun önde gelen üyelerinden Lee Sustar bu gösterilerden biri sırasında tutuklandı; fakat, Sustar’ın (daha sonra ISO’nun yayınlarında abartıya varan bir şekilde işlendi onun tutuklanışı) oynadığı rol, gurubun kendi güçlerini seferber etmede gösterdiği başarısızlığın yerini dolduramazdı. ISO Merkez Komitesi, bir noktada bu durumu kabul eder görünüyordu:
Seattle gösterilerindeki varlığımız küçüktü; ama, bu, soyut bir ölçüye göre değil, ISO’nun kendi standartlarına ve bugünkü gücüne göre bir küçüklüktü. Biz, bir ‘dönüm noktası’ olacağını düşünelim ya da düşünmeyelim, ulusal ölçekteki herhangi bir gösteriye bundan çok daha geniş bir üye sayısıyla katılıyoruz... Seattle’daki katılımımızdan hoşnut olduğumuz, ya da gösterilerin önemini yeterince kavramadığımız düşüncesi yanlış. Olandan daha çok sayıda üyemizle orada olmayı kim istemezdi? Bu, sizin Londra’da kelle vergisine karşı girişilen Trafalgar Meydanı ayaklanmasına küçük bir üye topuluğu ile katılmış olmanız gibi bir şey.47
ISO, Seattle için güçlerini seferber etmedeki başarısızlığını pratik nedenler göstererek açıkladı –özellikle de Seattle kenti ile Bay Bölgesi’ndeki en yakın yerleşim birimi arasındaki uzaklık. Çeşitli aktivist ağlarının Kuzey Amerika’nın (ve hatta dünyanın) genelinde sergilemiş oldukları mobilizasyon düşünülürse, bu gerekçenin inandırıcılıktan ne kadar uzak olduğu görülür.48 Kasım 1999’un ortalarında, ISO, Georgia eyaletinin Fort Benning kentinde Amerikan Okulları’na karşı düzenlenen bir protesto yürüyüşüne sadece East Cost ve Midwest’ten 200 üyesini götürmüştü. Fort Benning kenti, New York’tan 993.8 mil, Şikago’dan ise 831.2 mil uzaklıkta; bunların her ikisi de, Seattle ile San Francisco arasındaki 807.9 milden daha büyük uzaklıklar.
Gerçek şu ki, ISO liderliği Seattle gösterilerini öncelikli önemde görmedi. Gösterilere ekonomik korunmacılık yanlısı sendika liderlerinin damgasını vuracağını düşündüler, çabalarını, kendilerini güçlü ve etkin hissedebilecekleri çok daha küçük bir gösteri üzerinde yoğunlaştırdılar. Bir ISO üyesinin söylediği gibi:
Seattle’daki protesto gösterilerinin belkemiğini oluşturan ve bu olayı doğrudan işçi sınıfı ile ilişkili kılan şey, gösterilerdeki örgütlü işçilerin varlığı idi ve bu güç, 2000 yılı başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Gore’a destek vermek gibi bir saçmalık içindeydi. Diğer taraftan, Amerikan Okulları protestosu, ISO’nun hem sahip olduğu örgütsel büyüklük hem de kendi politikası açısından kesin bir etkiye sahip olabileceği bir gösteriydi –ve zaten böyle de oldu.
Aynı yazar, daha sonra, Seattle’ın ‘kapitalizme karşı savaş’ın başlangıcının işareti olduğu argümanına karşı saldırıya girişiyor:
Bu argüman, işçileri Seattle için harekete geçiren aynı sendikaların, gündelik yaşam içinde büyük şirketlerin dayattıkları sefil sözleşmelere karşı savaşta hemen hiçbir şey yapmamalarını açıklamakta başarısız kalıyor. Eğer savaş halihazırda başladı ise, işçi sınıfının bilincinde tayin edici bir değişimin işareti olmak üzere, neden çelik işçilerinin ya da makine işiçilerinin daha iyi ücretler için militan mücadelelere giriştiklerine tanık olmuyoruz? Nerede taban örgütleri, ve nerede sendikaları böyle mücadelelere sürükleyecek böyle bir savaşın diğer görünümleri?49
Bu argümanlar, gösterileri kendi liderlerinin politikasının gözlüklerinden bakarak yargılayan, bilinç dönüşümünü mekanik bir biçimde ekonomik sınıf mücadelesindeki dönüşümlere indirgeyen, derin biçimde kök salmış sekter anlayışın kanıtlarını oluşturuyor. Bununla birlikte, Seattle fırsatını kaçırmak kötü bir hata idi, ama mutlaka ölümcül ağırlıkta bir hata da değil. Devrimcilerin nesnel koşullardaki değişime uyarlanması, sık sık zaman alır. Bolşevik Parti’nin 1905 Devrimi’ne olması gereken tepkiyi göstermede yaşamış olduğu güçlükler bunun bir örneğidir. Lenin, o deneyimden hareketle, şunları yazmıştır:
Bir politik partinin kendi hatalarına karşı takındığı tutum, partinin samimiyetinin ve kendi sınıfına ve emekçilere karşı yükümlülüklerini pratikte nasıl yerine getirdiğinin sınanmasının en önemli ve en emin yoludur. Bir hatayı açıkça ve dürüstçe kabul etmek, bunun olası nedenlerini değerlendirmek, o hataya neden olan koşulları çözümlemek, o hatanın tekrarlanmasının koşullarını ortadan kaldırmak: ciddi bir partinin kalite işaretleri işte burada aranır; partinin kendi görevlerini yerine getirmesinin, kendi sınıfını ve kitleleri eğitmesinin yolu da bu olmalıdır. 50
Eğer ISO liderliği hatasını kabul edip gurup içinde gelişmiş olan sekter anlayışa karşı mücadele etmiş olsaydı, olayların gelişimi daha farklı olabilirdi. Ne yazık ki, bu yolu seçmediler. Seattle ile birlikte tantana yılı başladığında, gurup istikrarsız zigzaglar çizmeye başladı, kimi zaman yüzünü anti-kapitalist harekete dönse de, her zaman yine başlangıçtaki itkiyle geri çekilip sekterlik sığınağına geri döndü.
Amerika’da anahtar öneme sahip iki gelişme, ISO liderliğinin değişime ayak diretişinin göstergesi oldu. Bunlardan birincisi, Washington’da IMF ve Dünya Bankası toplantılarına karşı girişilen A16 protesto gösterisiydi. Merkez Komitesi, ilkin A16 için geniş ölçekli bir seferberlik için adımlar atma isteğinde göründü. Fakat, 2000 yılı Ocak ayı sonuna doğru, İlyonis eyaletindeki infazlara ilişkin bir moratoryum ilanında bulunarak, ağırlık merkezini Ölüm Cezasına Karşı Kampanya’ya verdi:
ISO, bu yeni hareket karşısında, ulusal düzeyde ağırlık merkezini değiştirmeli, ölüm cezası konusunda yürütülen faaliyeti öne almalıdır. Bunun anlamı, kaçınılmaz olarak, 16 Nisan’da Washington’daki IMF-WTO gösterisine hazırlık faaliyetlerinin ölçeğinin küçültülmesidir. Fakat, bu, söz konusu gösteri için faaliyetlerimizi durdurmamız anlamına da gelmiyor –büyük yerleşim birimleri ve üniversite kampüsleri gösteri için otobüs ayarlama vb. faaliyetlerini sürdürmelidirler; fakat, bu, özellikle kıt kaynaklara sahip küçük birimlerin, ölüm cezasına karşı kampanyayı öncelikli tercih olarak önlerine koymaları anlamına geliyor.51
Tony Cliff ve beni, ISO’nun Merkez Komitesi’ne gönderdiğimiz ve ISO liderliği ile SWP liderliği arasındaki görüş ayrılıklarını açığa çıkaran bir dizi mektuptan ilkini kaleme almaya iten karar, ISO liderliğinin yukarıdaki bu kararı oldu.52 Bizim müdahalemiz, ölüm cezası konusunun ve buna karşı yürütülen kampanyanın önemini yadsıyan herhangi bir ima içermiyordu. Bizim kaygı edindiğimiz şey, ISO liderliğinin ABD’de bir anti-kapitalist azınlığın ortaya çıkmış olmasının stratejik önemini kavramamış olması idi. Bu hareket yerine önceliğin Ölüm Cezasına Karşı Kampanya’ya verilmiş olması, bize, ISO’nun kontrol edebileceği tekil bir kampanyayı, birbirinden farklı güçlerden oluşan, giderek sistemin kendisine yönelen, kendi politikasının ve örgütlülüğünün geçerliliğini gösterebilmek için ISO’nun kendisini dönüşmek zorunda kalacağı genelleşmiş bir hareketin içine girmeye tercih etmesi anlamında, sekter bir tercih olarak göründü. ISO’nun tutumu, Amerikan SWP’sinin savaş karşıtı hareketin geliştiği 1960’lı yıllarda benimsemiş olduğu taktikle şaşırtıcı ve ürkütücü bir benzerlik içindeydi.
Sonuçta, ISO liderliği üyelerini A16 gösterisi için harekete geçirdi –bunun olası nedeni, Seattle’dan sonra şimdi ve Washington gösterisini kaçırmış oldukları suçlamasından kaçınabilmek düşüncesiydi.53 Fakat, yeni bir anti-kapitalist azınlığın doğmakta olduğu görüşünü yadsıdılar; bunun yerine, gösterilerin ‘reformist’, ya da ‘tekel-karşıtı’ bir ruh halini ifade ettiğini öne sürdüler. Cliff’in ve benim mektubumuzda da dile getirmiş olduğumuz gibi, bu tür bir formülasyon, tekelci küreselleşme karşıtı hareketlerin ‘gelişen bilinç düzeyindeki akışkanlığını gerektiğince kavrayamaz’; bu hareketler, tutarlı bir devrimci bakış açısı sunmazlar, ama, sistemin şu ya da bu yanını iyileştirme gibi bir hedefi aşıp bunun ötesine geçen bir bilinç düzeyini yansıtırlar.54
ISO liderliğinin, anti-kapitalist olarak nitelememekte direttiği harekete ilişkin bakış açısı, aşağıdaki şu bölümde açık ifadesini kazanır:
Birbirleriyle gevşek biçimde ilişkilenmiş bu yeni yeni filizlenen hareketler içinde, kendisini anti-kapitalist olarak gören bir bireyler topluluğu da var. Esas olarak genç öğrencilerden, çok büyük ölçüde beyazlardan ve geniş ölçüde orta sınıflardan oluşan bu azınlığın radikalleşmesi, giderek aktif hale gelen, bundan çok daha geniş sosyal katmanlardan oluşan kütlede yaşanan radikalleşme ile aynı kaynaktan doğmaktadır. Bütün bu sosyal katmanların radikalleşmesi, ABD’de ve dünyada sınıf ilişkilerinde yaşanan kutuplaşmaya yönelik bir tepkinin ürünüdür. Biz, kendisini anti-kapitalist olarak nitelendiren bu azınlık gurubun ortaya çıkmasını, heyecan verici bir gelişme olarak görüyoruz –fakat, bu, birden çok gelişme içinde sadece bir tanesidir. Anti-kapitalistler, bu gelişen hareketlerin öncü gücü durumunda değiller ve bu hareketlerin talepleri kesinlikle onların davasının talepleri değil... Bizim bu ayrımı yapıyor olmamız, bu radikalleşmenin önemini olduğundan küçük gördüğümüz anlamına gelmiyor. Aksine, sahip olduğumuz perspektif, gelişen politik ruh halinin açıkça tanımlanması ve çeşitli hareketlerle kendimizi nasıl ilişkilendireceğimiz meselesi üzerinde odaklaşıyor.55
Bu argüman, bir kez daha, ISO liderliğinin kendisi ile hareketi ayrı yerlere koyarak bu ikisini birbirinden ayırt etme güdüsünü açığa çıkarıyor –ISO liderliğinin anti-kapitalist aktivistleri beyaz, orta sınıf öğrenciler olarak hiçe sayması, Gerry Healy ve Pierre Lambert taraftarı ortodoks Troçkistlerin ‘küçük burjuva’ karakteri yüzünden öğrenci hareketine ve savaş karşıtı harekete katılmayı reddetmiş olmaları gibi, 1960’lı yılların en sekter sapmalarından bazılarını akla getiriyor. ISO’nun benimsemiş olduğu tavır, ABD’de gelişen radikalleşmenin yanlış bir değerlendirmesine dayanıyordu. Mektubumuzda yazdığımız gibi,
ISO liderliği, anti-kapitalist hareketi, diğer bir dizi hareketten biri olarak görüyor ve bunun özel bir öneme sahip olmadığını düşünüyor. Yoldaşlar, genelleşmeye başlamış olan, sistemin özgül görünümlerinden birinden çok sistemin kendisini hedef alan bir azınlık hareketinin doğuşunun stratejik önemini görmüyorlar. Yoldaşlar, kendilerini bu azınlıkla sistematik olarak ilişkilendirmek suretiyle niteliksel bir sıçramayı gerçekleştirebilirler –kendilerine bu olanağı tanıyan çoklukta yeni üye kazanarak kendilerini Amerikan solu üzerinde hakim eğilim olarak inşa edebilirler.56
ISO ile Uluslararası Sosyalist Akım’ın geri kalanı arasında 2000 yılı içinde yaşanan tartışmada, Amerikan örgütünün liderliği, Cliff’in, 1990’ların Avrupası’ndan hareketle söylediği, genel görünümün 1930’lardaki filmin ağır çekimde bir tekrarı çıkarsamasının ima ettiği çözümlemeyi de bir tartışma konusu haline getirdi. İlk olarak 1990’ların başlarında geliştirilmiş olan bu çözümleme, 1930’ların büyük sosyal çalkantılarını yaratmış olan aynı güçlerin bugün de var olduğuna işaret etmeyi amaçlıyordu: ekonomik ve politik istikrarsızlık, sınıfsal kutuplaşma, hem sola hem de radikal sağa doğru keskin kaymaların yaşanabileceği olasılığı. Bununla birlikte, biz, 1930’larla 1990’lar arasındaki farkların altını çizme konusunda oldukça dikkatliydik –özellikle, 1990’ların ekonomik krizinin (en azından ileri kapitalist ülkelerde) 1930’ların Büyük Bunalımı’ndan çok daha geri ölçekte bir şiddette yaşanıyor olduğu, burjuva demokrasisinin iki dünya savaşı arasında kalan dönemde olduğundan çok daha istikrarlı bir biçimde yerleşmiş olduğu konusundaki vurgular.57
ISO liderliği, çözümlememizin bu boyutlarını bir kenara iterek, onu, ekonomik yıkım kehaneti olarak karikatürize etti. Bu çarpıtma, (Uluslararası Sosyalist Akım’ın 8 Mayıs 2000 tarihli bir toplantısında ISO’yu temsil eden konuşmacı) Joel Geier’ın, bizi, dünyanın ‘kapitalizmin onyıllardır yaşadığı en büyük çöküş’ ile karşı karşıya bulunduğuna inandığımıza ilişkin suçlamasıyla en aşırı boyutuna ulaştı. Bu tür saçmalıklar, ISO liderliğinin tutarlı bir alternatif çözümlemeden yoksun olduğu gerçeğinin gözlerden saklı kalmasını sağlıyordu. ISO liderliği, 1990’larda Amerikan ekonomisinin yaşadığı genişlemeyi “1930’ların ağır çekimde tekrarı” çözümlemesini yanlışlayan belirleyici bir örnek olduğuna işaret ediyordu; fakat, söz konusu ekonomik genişlemenin kırılgan ve çelişkili bir karektere sahip olduğu gurubun kendi yazılarında da vurgulanıyordu, dolayısıyla, ISO’nun tam olarak neyi söylediğini anlamak güçtü. ISO liderliği şunu iddia ediyordu: “İngiliz SWP Merkez Komitesi’nin 1930’lara paralel bir konjonktür içinde bulunulduğu tezinde ısrar etmesi, SWP’yi, sanki ekonomik kriz her an sınıf mücadelesinde ani bir patlamaya yol açacakmış gibi bir yönelim içine soktu.” 58 Fakat, Amerikan ekonomisinin genişlemesinin son bulduğunun ilk gerçek işaretleri 2000 yılının sonlarına doğru gelmeye başladığında, ISO liderliği birden ağız değiştirdi, çok geçmeden gecekondulaşmanın, sefaletin diğer biçimlerinin ortaya çıkacağı öngürüsüyle tamamlanan bir ‘yıkım kapıda’ perspektifine kaydı.59
Bu görüş ayrılıklarında kimin haklı olduğunun sınandığı ikinci önemli gelişme, Nader’ın başkanlık kampanyası oldu. ISO liderliği, başlangıçtaki kararsızlık ve duraksamadan sonra, keskin bir U dönüşü ile kampanyanın inşasına yöneldi. ISO’nun önde gelen üyelerinden Geier, anti-kapitalist hareketin son derece olumlu bir değerlendirmesini sunduğu bir yazısında, ‘yeni solun doğuşu ve çok uluslu şirketlere karşı birden patlak veren seçim kampanyası’nı sevinçle karşılıyordu.60 Belki de, Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti’nin Temmuz ve Ağustos 2000’de yapılan parti kurultaylarına karşı düzenlenen büyük protesto gösterilerine ISO’nun da katılmış olması, Nader’ın gelişen muhalefet hareketlerine nasıl bir politik zemin hazırladığını ISO liderliğinin de sezmesini sağladı. Nader’ın seçim kampanyası, ayrıca, Amerikan solunda, Demokrat Parti’nin, özellikle Clinton-Gore liderliğinde, hala Cumhuriyetçi Parti’den ‘daha az kötü’ olup olmadığı tartışmasına da sağlıklı bir boyut kazandırmış oldu. Nader’ın, sonbahara doğru Amerika’nın bir ucundan diğerine pek çok yerde gerçekleştirdiği kitlesel gösterilerin büyüklüğü ve coşkusallığı, onun bu kampanyaya girişmekte ne kadar yerinde bir karar vermiş olduğunu doğruladı.
Ne var ki, ISO, bir adım ileri, iki adım geri atmayı sürdürdü. Bir örgüt olarak kendini diğerlerinden farklı bir yere yerleştirme güdüsü, ISO’nun kendisini Nader’ın seçim kampanyasının parçası haline getirme doğrultusundaki başlangıçtaki ilk tutumu üzerine galebe çaldı. ISO Merkez Komitesi şunu ilan etti: “Seçim komitelerinde radikalleşen ve ayrıca pek çok meselede Nader’ı eleştiren insanlara uzun dönemli politik bir alternatif sunmaya başlamak durumundayız.” Her ISO yerel örgütüne, 7 Kasım seçim gününden önce, yani kampanya faaliyetlerinin doruğa eriştiği bir dönemde, ISO’nun ‘Nader kampanyasında ve diğer aktivitelerinde örgütün etrafında yer alan ilişkiler’ açısından ‘Karl Marks’ın Devrimci Fikirleri’ üzerine halka açık birim toplantıları düzenleme yönergesi verildi.61 ISO’nun New York kentinden iki üye, bu tavırda içkin sekterciliğe işaret etmekte gecikmedi: “Nader’ı eleştiren insanlar ya iflah olmaz sekterler, ya da Gore yandaşlarıdır!” 62 “Herkes, seçim komitelerinde bu tür insanların gerçekten var olup olmadıklarını, neden Nader’e sempati ve coşkuyla yaklaşan ve kapitalist şirketlere karşı mücadeleyi seçimlerin dar sınırlarının dışına taşımak isteyen insanların tümünü değil de sadece bunları hedef almamız gerektiğini sorgulamak zorundadır.” 63
ISO’nun yaklaşımı, üyelerinin birbirlerine ortak faaliyet ile bağlandıkları bu gelişen ve giderek radikalleşen hareketin dinamiğini kavramaktan uzaktı. Devrimciler, ilkin ve her şeyden önce, ortak faaliyete kendi enerjik çabalarıyla katılarak ve kendi etkinlikleri vasıtasıyla böyle bir hareket içinde kendilerine yer açarlar. Politik tartışma önemlidir kuşkusuz, fakat, böyle bir tartışma, büyük olasılıkla, bir bütün olarak hareketin kendi faaliyetinden ortaya çıkacaktır –devrimcilerin yapay bir şekilde dışarıdan sundukları soyut konulardan değil. ISO, bundan farklı davranarak, Nader kampanyasını, ISO’nun dışarıdan gelip işgal edeceği, kampanyanın aktivistlerini kendi örgütsel aktivitelerine ve tartışmalarına çekeceği bir şey olarak gördü. Bu, San Francisco Körfez Bölgesi’nin aşağıdaki raporunda açıktır:
ISO bültenlerinin örgüte yeni insan kazanılması konusunda söylediklerini ciddiye alarak, bizi, Nadar taraftarlarının en geniş kitlesiyle politik tartışmaya uyugun bir ortamda ilişki içine sokacak bir çalışmaya giriştik... Kampanya çalışmasının olağan gündelik faaliyetleri çerçevesinde bile, sosyalist fikirlerin tartışılması için uygun bir iklimin yaratılmasını başardık.
Kampanyanın doruğuna eriştiği günlerde, bunu yapmak giderek daha da güçleşti. Muzzam bir başarıyla gerçekleşen Super Rally mitingi, çok daha fazla sayıda insanı kampanyanın içine çekti. Bu bir yandan daha çok sayıda insanla konuşmak, daha çok iş yapmak, ama, diğer yandan, daha çok sayıda insanın ‘kendini kampanyanın havasına kaptırması’ anlamına geliyordu. Kampanyaya ‘para, yığınlar tarafından görünürlük ya da oy’ getirmeyen her türden faaliyet eleştiriliyordu. Seçim bürosundaki tartışmalar fiilen sürüdürülemez hale geldi; insanlar ya telefonların başına geçiyorlardı, ya da propaganda için caddelere gidiyorlardı. Bu durum, seçim bürosu etrafında örgütlenmemizi bir süre için daha da güçleştirdi. Fakat, Super Rally mitinginde varlığımız hayli hissedilir durumda olduğu için ve kampanya süresince istikrarlı bir faaliyet yürüttüğümüz için, yoldaşlarımız kampanya ile öylesine özdeşleşmişlerdi ki, bizi bir kenara itmeleri mümkün olmadı...
Bütün bu koşturmacanın ortasında, Nader seçim bürosundan 4 aktivisti, bürodan birkaç blok ötede düzenlediğimiz “Karl Marks’ın Devirmci Fikirleri” toplantısına götürmeyi başardık. Kampanya faaliyetlerine doğrudan katılmamış yoldaşların yoğun çalışması, toplantının iyi bir şekilde düzenlenmesini ve hatırı sayılır bir insan topluluğu tarafından izlenmesini olanaklı kıldı. Toplantıya katılan insanlar, kendilerini ‘sanki bir derste imiş gibi’ hissetmek söyle dursun, konuşmalarla son derece ilgililerdi. Öyle ki, bayan bir katılımcı, konuşma devam ederken oturdugu yerde üyelerimizden birine doğru eğilerek, guruba üye olmak için ne yapması gerektiğini sordu. Katılımcıların pek çoğu, bir sonraki toplantımıza da gelmek istediklerini söylediler. Bütün bunlar seçimden dört gün önce, yani, ‘para, yığınlar tarafından görünürlük ya da oy’ getirmeyen her türden faaliyeti eleştirme eğiliminin doruk noktasına ulaştığı günlerde yaşandı.64
Bu rapor, iyi niyetle gerçekleştirilmiş bir faaliyete işaret ediyor; ancak, bu iyi niyet, onun son derece sakat bir anlayış çerçevesinde yaşama geçirilmiş bir çalışma olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 1980’li yıllarda, hatta 1990’ların başlarında, Marks’ın fikirlerinin anlatıldığı bir toplantıya dört insanın getirilmesi, hayatta kalmaya çalışan küçük bir devrimci gurup için gerçek bir başarıya karşılık düşerdi. Ancak, Nader kampanyasının inşası sürecinde (özellikle de kampanyanın doruğuna ulaştığı günlerde) önceliğin ISO’ya yeni üye kazanmaya verilmiş olması, devrimci Marksistlerin yaptıklarından ya da söylediklerinden bağımsız olarak kendi içi dinamiği ile radikalleşmekte olan bir hareket karşısında benimsenmiş sekter bir tavrın ifadesidir. Bu nedenle, başkanlık seçimleri biter bitmez ISO’nun Nader seçim komitelerini hemen bir yana atarak dikkatini George W. Bush’un hileli seçim zaferini protesto eden liberal demokratlara yöneltmiş olması şaşırtıcı değildir. ISO’nun New York kentindeki bir üyesinin (kendi bölge sorumlusu yoldaşının olumlayarak aktardığı) aşağıdaki ifadelerinin de ortaya koyduğu gibi, ISO’nun taktiğindeki bu doğrultu değişikliği, Nader yandaşlarının orta-sınıf insanlar oldukları savıyla meşrulaştırılmaktadır:
Nader’a oy veren insanlar, Gore için oy kullanmış olan binlerce Redeem the Dream aktivistinden, militan işyeri temsilcilerinden, taban örgütlerinde faaliyet yürüten militanlardan daha devrimci ve daha işçi sınıfına yakın insanlar mı gerçekten? Nader kampanyası, bütün dikkatimizi ve enerjimizi üzerinde yoğunlaştırmamız gereken olgunlaşmış bir Sosyal Demokrat partiymiş gibi gösteriliyor. Oysa ki, Nader kampanyası, kitlesel reformist partilerin içinde çoktan beri kök salmış oldukları işçi sınıfı içine nüfuz etmeye daha yeni yeni başlıyor. Bizim perspektifimize göre, Gore’a oy verenler arasında, en az az Nader kampanyasına katılanlar kadar ilerici olan milyonlarca siyah ve emekçi var ve biz, tam da sahip olduğumuz bu perspektif dolayısıyla, bu halihazırda mevcut işçi sınıfı köklerine daha yakın bir noktada bulunuyoruz. Nader taraftarlarının bize daha yakın oldukları düşüncesi, sadece bizi toplumun ezici çoğunluğundan koparmakla kalmıyor, fakat ayrıca, Nader kampanyası içinde, bu hareketi işçi sınıfı içine doğru nasıl genişletileceği gibi son derece önemli bir sorun karşısında bizi silahsız bırakıyor.65
Yukarıdaki metin, ISO üyelerinin koşullandırılmış oldukları sekter mantığın ne olduğuna işaret eden iyi bir örnek. Söz konusu mantık şu: Anti-kapitalist azınlığı oluşturanlar devrimci sosyalistler olmadıklarına göre, bunlar ancak reformist olabilirler, ve, dolayısıyla bunlar (ISO tarafından Nader kampanyasına çekilen birkaç işçi dışında) orta-sınıf insanlar olduklarına göre, politik açıdan, Gore’a oy veren siyah reformistlerle emekçi reformistler kadar ilginç ve önemsenmeye değer değillerdir. Bu bakış açısı, sınıfsal kökenleri her ne olursa olsun, giderek sistemin bütününe yönelen bir azınlık hareketinin ortaya çıkmasının yarattığı yeni ve farklı durumun değerlendirilmesi gerektiğini tamamen gözardı ediyor. ISO, giderek artan bir şekilde, dünyayı kendi sekter bakış açısından görüyor. ISO’nun Ulusalal Örgütlenme profesyoneli Sharon Smith, örgütün Aralık 2000 Kongresi’nde yaptığı konuşmada, ISO’nun sistematik olarak bu anti-kapitalist azınlık üzerinde yoğunlaşmak suretiyle diğer sol örgütlerin üzerinden atlayarak en öne geçebileceği fikrine saldırıyor, değişen nesnel koşullar ne olursa olsun, sınıf hareketinin gerileme içinde bulunduğu dönemde biçimlenmiş parti inşası yöntemlerinin geçerliliğini koruduğunu ileri sürüyordu: “Örgütün branşları, örgütün büyüklüğünün ne olduğunun ölçüsüdür ve ölçü her zaman bu olacaktır.” 66
Smith, burada, tam da Troçki’nin uyardığı yanlışa düşüyor –yani, özgül bir parti inşa yöntemini bir ilke sorunu haline getirme yanlışı. İngiliz SWP’si ve (ISO da dahil olmak üzere) onun diğer ülkelerdeki kardeş örgütleri, esas olarak genel politik tartışmalar yürütmek üzere haftalık olarak toplanan branş örgütlerinden oluşan rutin bir faaliyet temelinde, 1980’li yıllarda geliştiler. Bu, sınıf mücadelesi düzeyinin düşük olduğu bir duruma uygun düşüyordu ve son derce olumsuz koşullarda bir örgüt olarak ayakta kalabilmek için tek tek üyelerin Marksist geleneği olabilidiğince iyi kavramalarını esas alan bir yöntem kaçınılmazdı. Ne var ki, bu yapı, 1990’lı yıllarda, yani, genel olarak sınıf mücadelesinin düzeyinde ağır da olsa bir canlanmanın yaşandığı, politik radikalleşmenin, küçük aktivist branşların emekçi toplulukları içinde kendilerine yer edinebilmek için uğraş vermelerini gerektirdiği yıllarda, parti inşa sürecinin önünde giderek bir engel haline gelmeye başladı. ISO’nun, örneğin İngiltere ve Yunanistan’daki örgütlerin yaşama geçirmiş oldukları bu yönelim değişikliğini başaramamış olması, ISO’nun giderek daha sekter bir yörüngeye oturmuş olmasına açıklık getirebilir. Gerçekten, ISO’da, sekter bir örgütsel yapı, giderek kendisini Marksist politik bilinç üzerine dayatmaya başlamıştı.
ISO’nun Aralık 2000’deki kongresi, gurubun sekterleşme sürecinde niteliksel bir aşamaya ulaşmış olduğuna işaret ediyordu. ISO içinde, Uluslararası Sosyalist Akım’ın tümü tarafından benimsenen yeni bir anti-kapitalist ruh halinin gelişmekte olduğu çözümlemesini benimsemiş olan bir azınlık, iftira, gözdağı verme, yıdırma gibi örgüt içi demokrasiye aykırı düşen bir tutuma maruz kalmıştı. Aralık’taki kongreden sonra, ISO Merkez Komitesi, örgüt içindeki bu azınlığı disiplin altına sokmak üzere harekete geçti ve Ocak 2001’de bu azınlığın altı üyesini örgütten attı. Bu, ISO liderliğinin sürekli olarak kendisiyle İngiliz SWP’si arasında ‘ilkesel bir görüş ayrılığı olmadığını’ ileri sürdüğü, kendisi ile Akım’ın geri kalanı arasındaki fikir ayrılıklarının ‘ikincil önemde’ olduğunu iddia ettiği düşünülürse67, olağandışı bir adımdı. Oysa, ISO içinde politik tartışmanın zor yoluyla bastırılmasının belli bir sekter mantığı vardı. ISO liderliği, dış dünyada yaşanan değişimi görmezlikten gelmeye karar varmişti: Gurup içinde liderliğin yaklaşımının yanlışlığına işaret eden sesleri susturmak gerekiyordu.
Aynı sekter mantık, ISO’yu Uluslararası Sosyalist Akım’ın geri kalanı ile de çatışma içine sürükledi. Şubat 2001’de, Yunan Sosyalist İşçi Partisi (SEK)’nden küçük bir gurup ayrıldı. Bu örgütsel bölünme, SEK içindeki tutucu bir azınlığın, partinin Prag gösterilerine işçi sendikalarının da desteğini alarak büyük bir kitle ile katılmasına karşı yürüttüğü muhalif tavırdan doğdu. ISO liderliği, Prag gösterilerine ilişkin genelde olumsuz bir değerlendirmede bulunurken, SEK’ten, ‘iyi örgütlenmiş, özellikle etkileyici bir gurup’ olarak söz ediyordu.68 Ne var ki, hizip liderleri, Prag’da ilk olarak ISO’dan Ahmed Shawki ile ile ilişki kurduklarını ve Shawki’nin belgelerinin hazırlığı sürecinde kendilerine yardımcı olduğunu söylediler. Bunlar, SEK Merkez Komitesi’ne bir ültimatom vererek, yeni bir anti-kapitalist ruh halinin gelişmekte olduğu çözümlemesini benimsemediklerini bildirdiler ve partinin liderliğinde kendi hiziplerine temsil hakkı verilmesini istediler –aksi taktirde parti disiplinine riayet etmeyeceklerdi. SEK içindeki bu gurubun parti konferansı öncesindeki tartışmalar sırasında takındığı bu engelleyici tavır geri tepti; mevcut politik meseleleri tartışmayı reddeden bu hizip, SEK konferansından iki hafta önce gurup olarak partiden ayrıldı.
ISO’nun bu bölünmede oynadığı rol, 3 Mart 2001’de, Shawki’nin SEK’ten ayrılan hizibin “International Workers Left” (Uluslararası İşçi Solu) adı altında oluşturduğu yeni gurubun kurucu konferansının halka açık bir oturumunda yaptığı konuşmayla açığa çıktı. SEK liderliği ve SWP, buna, ISO ile bağlarını keserek ve Akım’ın diğer ülkelerdeki örgütlerine aynı tavrı göstermeleri çağrısında bulunarak tepki gösterdiler. ISO’nun –kendisini gelişen toplumsal hareketten koparan- bu sekterliği, şimdi, ISO’yu, bir zamanlar parçası olmaktan övünç duydukları Uluslararası Sosyalist Akımı içten yıkmanın yollarını aramak gibi talihsiz bir noktaya kadar getirmişti.
Sonuç
ISO’nun sekterleşip yozlaşması hiç kuşkusuz bir trajedidir. Troçki, bu tehlikeye şu sözlerle dikkati çeker: “Eğer hazırlık döneminde partinin öncü organları içinde atalet aşırı düzeye erişmiş ise, parti, kendisini onyıllar boyunca hazırladığı tarihin o yaşamsal anı gelip çattığında, liderlik görevini yerine getiremeyecektir.” ISO örneğinde, bazıları 1970’lerin ortalarından (hatta daha önesinden) beri politik faaliyet içinde olan samimi devrimciler, alışmış oldukları faaliyet içinde öylesine kemikleşmişlerdir ki, bu durum, onları, onyıllar boyunca gelişmesini bekledikleri yeni sol hareketle kendilerini ilişkilendiremez hale getirmiştir.
Bu üzücü durum, iki genel yanlışın değerlendirilmesini gerektirir. Bunlardan birincisi, uluslararası devrimci bir akımın içinde görüş ayrılıklarının nasıl çözüme kavuşturulması gerektiği meselesi ile ilgilidir. SWP ve onun diğer ülkelerdeki kardeş örgütleri, her zaman, uluslararası bir hareketin inşası konusunda Troçki ve onun takipçilerinin yanlışlarını tekrarlamaktan kaçınmaya çalışmışlardır; Bolşeviklere Komünist Enternasyonal’i dünya emek haraketi içinde bir çekim merkezi haline getirme şansı veren türden bir kitlesel işçi-sınıfı radikalizasyonu gelişmeden önce, kendi liderliği ve disiplini içinde, böyle bir tarihsel gelişmeye hazır olmaya çabalamaktadırlar. Biz, SWP olarak, Uluslararası Sosyalist Akımı, müşterek olarak paylaşılan politik bir gelenek etrafında birleşmiş özerk örgütlerden oluşan uluslararası devrimci bir akım olarak görüyoruz.
ISO liderliği, söz konusu tartışmalar boyunca, SWP’yi bu yaklaşımdan uzaklaşmış bir örgüt olarak göstermeye çalıştı. ISO, Lenin liderliğindeki Üçüncü Enternasyonal ve Troçki liderliğindeki Dördüncü Enternasyonal ile gerçeklikten uzak kimi karşılaştırmalar yaparak, SWP’yi, ‘en ufak bir eleştiriye bile katlanamayıp giderek bir ustabaşı gibi davranmak’la suçladı.69 Bu, gerçek durumun, onu tanınmaz hale getiren bir karikatüründen başka bir şey değildir. Uluslararası Sosyalist Akım, büyük ölçüde, kendi öncü örgütleri içindeki keskin politik tartışmalar sayesinde gelişim göstermiştir. 1987-88’de, SWP liderliği ile OSE (bugünkü SEK’in o yıllardaki örgütsel adı) liderliği arasında, Birinci Körfez Savaşı’nın sonlarına doğru ABD’nin savaşa İran’a karşı Irak’ın yanında müdahale etmesine devrimcilerin nasıl bir tepki göstermeleri gerektiği konusunda ciddi fikir ayrılıklarına sahiplerdi. İki örgütün liderlikleri arasındaki politik tartışmalar, Uluslararası Sosyalist Akım’ın 1991 İkinci Körfez Savaşı’na çok daha etkin bir tepki gösterebilmiş olmasında esaslı bir rol oynadı. Benzer şekilde, 1993-94’te, SWP ile OSE arasında, Almanya’daki kardeş örgütümüzün yaşadığı krizden çıkmasında kendisine nasıl yardımcı olabileceğimiz konusunda ciddi fikir ayrılıkları vardı –iki Almanya’nın birleşmesinin ardından Almanya’da sosyal ve politik bir kutuplaşma baş göstermişti ve buna etkin bir biçimde tepki gösteremeyen kardeş örgütümüz kendi içinde bir tıkanıklık yaşıyordu; bu örgütün mevcut koşullara yeniden uyarlanması, bugün Akım içindeki en güçlü örgütlerden biri durumunda olan Linksruck’un doğuşuna yol açmıştı.
Her iki durumda da, etkin bir eylem için varlığı kaçnılmaz olan bir netleşmeye ulaşabilmek için, keskin bir politik tartışma süreci zorunlu idi. Her iki olayda da tartışmalar politik bir temelde yürütülmüş olduğu için, SEK ile SWP liderlikleri arasında varlığını bugün de sürdüren yakın ilişki, o tartışmalar sırasında yara almadı. Anti-kapitalist hareketin ortaya çıkışı, mevcut koşullarda ortaya çıkan ve devrimcilerin görevlerinin açıkça tanımlanmasına yönelik bir tartışmayı gerektiren daha büyük bir değişimi temsil ediyordu. ISO Merkez Komitesi’nin, SWP liderliğinin bu tartışmayı sürdürme konusundaki kararlılığından yakınması, ISO liderliğinin, aynı uluslararası hareket içindeki farklı örgütler arasındaki ilişkileri, birbirini eleştirmemekte anlaşmış liderliklerin birbirlerine karşılıklı övgüler yağdırdıkları ilkesiz bir topluluk gibi algıladığına işaret eder gibiydi. Bizim böyle bir modeli reddediyor olmamız, SWP’nin kendi iradesini Uluslararası Sosyalist Akım’ın diğer örgütlerine dayatma hakkına sahip olduğunu iddia ettiğimiz anlamına gelmiyor. Her bir örgüt özerktir ve bu yüzden kendi politik kararlarını kendisi almalıdır. Ancak, bu durum, devrimci hareketin ulusal ve uluslararası düzeydeki gelişiminde politik tartışmanın merkezi bir yere sahip olduğu gerçeğini değiştirmez.
ISO ile Uluslararası Sosyalist Akım arasındaki tartışma, politik perspektifler alanında varlığını şu ya da bu düzeyde her zaman sürdürebilecek türden bir farklılıktan daha fazla bir şeydi. Bu, ISO’nun soysuzlaşması ve kendi içinde kemikleşerek bir sekt haline gelmesinin bir işaretiydi. ISO ile aynı çatı altında birlikte durmayı sürdürmek demek, Uluslararası Sosyalist Akım’ı örgütsel bir iki yüzlülük durumuna indirgemek anlamına gelecekti –bu türden bir iki yüzlülük, 1970’lerde USFI (Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreteryası) içinde yaşanmış, (Avrupa merkezli) Uluslararası Çoğunluk Eğilimi (International Majority Tendency) ile (Amerikan SWP’sinin öncülüğündeki) Leninist-Troçkist Eğilim, sözde bir örgütsel birlik görüntüsü altında, Dördüncü Enternasyonal’in her seksiyonunda birbirlerine karşı amansız bir savaşa girişmişlerdi. Böyle bir durum, ya bugün olduğundan çok daha ciddi bölünmelere yol açarak, ya da, Akım’ın bu kutuplaşmayı içselleştirmesine ve onun uluslararası politik tartışma ve işbirliği için etkin bir politik forum olarak varlığını ortadan kaldırıp içini boşaltmasına yol açarak, Uluslararası Sosyalist Akım’ı yıkıma uğratırdı.
Değerlendirilmesi gereken ikinci temel mesele şudur: Uluslararası Sosyalist Akım içindeki örgütler, ISO’nun başına gelen yazgıdan şimdiye kadar kaçınabilmiş olduklarına bakıp bir gönül rahatlığına ve rehavete kapılmamalıdırlar. Yukarıda göstermeye çalıştığım gibi, sekterliğe sürüklenme, devrimci örgütler için her zaman potansiyel bir tehlike olarak varlığını sürdürür ve bu tehlike, Lenin’in ‘tarihin akışında ani bir değişim’ olarak nitelendirdiği koşullar için özellikle geçerlidir. Uluslararası Sosyalist Akım’ın çok büyük bir bölümü ISO’nun yaptığı temel yanlıştan sakınmış, anti-kapitalist hareketin önemini kabul edip kendisini bununla ilişkilendirmenin yollarını aramış olmakla birlikte, Akım’ın örgütleri açısından bu doğru tutumu devam ettirmek hiç de kolay olmayacaktır. ISO’nun yeni koşullara uyarlanma yeteneğini yitirerek bir sekt haline gelmesi, Uluslararası Sosyalist Akım içindeki tüm örgütlerde var olan sekter bir eğilimin ulaştığı en uç noktadır. Bu eğilimin üstesinden gelmek için, bizim dışımızda filizlenen anti-kapitalist hareketin etkin bir parçası haline gelmek üzere kendimizi dönüşüme uğratabilmemiz için, sürekli savaşım vermek zorundayız.
Bu savaşım süreci halihazırda başlamış bulunuyor. Uluslararası Sosyalist Akım’ın Prag ve Nice kentlerindeki protesto gösterilerine planlı ve kitlesel katılımı, Avrupa’nın her yerinde sol üzerinde bir etki yaratmıştır. Danimarka Norveç ve (akıma yeni katılmış olan) Finlandiya’daki İskandinavyalı kardeş örgütlerimiz, ATTAC’ın bu ülkelerdeki ulusal branşlarının örgütlenmesinde aktif olarak yer aldılar, Gotherberg’teki Avrupa Birliği karşıtı protestoların inşasında etkin bir rol oynadılar. Cenova, yakında Uluslararası Sosyalist Akım’ın Avrupa ölçeğindeki yeni bir mobilizasyonuna tanık olacak.
Bu etkinliklerin önemi, sadece Akım’ın tek tek örgütlerinin hem üyelik hem de etki açısından büyümelerine olanak tanımasıyla sınırlı değil. Solun uluslararası düzeyde bir yeniden şekillenme içine girdiği giderek daha açık hale geliyor. Görmüş olduğumuz gibi, radikal solun ortaya çıkmakta olan anti-kapitalist harekete gösterdiği tepki, alışılagelmiş geleneksel teorik ve örgütsel sadakat sınırlarını aşıp geçen bir nitelik gösteriyor. İngiltere’de “Sosyalist İttifak”ın, daha önce Troçkist örgütlere şiddetle karşı çıkan reformist soldan ve geleneksel İşçi Partisi solundan devrimcileri son derece etkin bir ortak faaliyet içinde bir araya getirmiş olması, geleneksel ittifakların biçim bozumuna uğrayıp yeniden şekillenmelerinin halihazırda başlamış olduğuna işaret eder görünüyor. Bu, anti-kapitalist hareketin kendisini tanımlayan tipik özelliklerinden biri. Eski önyargılarını bir yana bırakarak değişme ve öğrenme yeteneğine sahip olan devrimcilerin önünde, yeni bir kuşağı devrimci Marksizme kazanma fırsatı uzanıyor.
Çeviren: Orhan Bulut
Notlar
(1) D. Montgomery, “For Many Protestors, Bush Isn’t the Main Issue”, Washington Post, 20 Ocak 2001.
(2) S. George, ‘Que faire à présent?’, 15 Ocak 2001’de Porto Alegre’de düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’na sunulmuş olan metin.
(3) Financial Times, 27 Şubat 2001.
(4) E. Said, ‘Palestinians under Siege’, London Review of Books, 14 Aralık 2000, s. 10.
(5) Bkz. J. Wolfreys, ‘Class Struggles in France’, 2.84 (1999).
(6) Guardian, 7 Kasım 2000.
(7) T. Harrison, ‘Election 2000: Infamy and Hope’, New Politics, VIII:2 (2001), s. 9.
(8) H. Hawkins, ‘The Nader Campaign and the Future of the Greens’, ibid., s. 19.
(9) F. Fukuyama, The End of History and the Last Man (New York, 1992), ve P. Anderson, ‘The Ends of History’, A Zone of Engagement (London, 1992) içinde. Bu tartışmaya çok farklı bir noktadan yaklaşan bir çalışma için bkz. A. Callinicos, Theories and Narratives (Cambridge, 1995), 1. bölüm.
(10) P. Anderson, ‘Renewals’, New Left Review, (II) 1 (2000), s. 17.
(11) Özellikle bkz. B. Kagarlitsky, ‘The Suicide of New Left Review’ ve G. Achcar, The “Historical Pessimism” of Perry Anderson’, International Socialism, 2.88 (2000).
(12) Walden Bello’nun şu önerisi, bu son eğilime bir örnek oluşturuyor: “Cunhuriyetçilerin IMF ve Dünya Bankası’nı eleştirirken sahip oldukları motivasyon, bunların serbest pazar ekonomisini ekonomik gelişmenin çözümü olduğuna ilişkin sahip oldukları inançtan kaynaklanıyor. Bu, IMF ve Dünya Bankası’nı Amerikan hegemonyasının bir aracı olarak gören ilericilerin anlayışıyla çakışmayabilir. Fakat, bu iki kesim, bu konuda aynı gündem etrafında bir araya gelebilir: Bretton Woods’un bu iki ikiz kurumunun gücünü radikal biçimde sınırlandırmak.” ‘Is Bush Bad News for the World Bank’, Focus on the Global South içinde, www.focusweb.org, January 2001. Anti-kapitalist hareketin eleştirel bir değerlendirmesi için, bkz. C. Harman, ‘Anti-Capitalism: Theory and Practice’, International Socialism, 88 (2000) (13) George, ‘Que faire à présent?’
(14) The Lugano Report on Preserving Capitalism in the Twenty-First Century, Susan George (London, 1999), pp. 82-3.
(15) Bkz. Callinicos, Theories and Narratives, bölüm 4, ve S. Smith, ‘Mistaken Identity’, International Socialism, 2.62 (1994).
(16) Business Week, 6 Kasım 2000.
(17) Financial Times, 30 Ocak 2001.
(18) Financial Times, 29 Ocak 2001.
(19) J. Lloyd, ‘Attack on Planet Davos’, Financial Times, 24 February 2001.
(20) P. Bourdieu ve L. Wacquant, ‘La Nouvelle vulgate planétaire’, Le Monde diplomatique, online versiyonu (www.monde-diplomatique.fr), Mayıs 2000, s. 4.
(21) B. Kagarlitsky, ‘Prague 2000: The People’s Battle’, metnin internet adresi www.greenleft.org.au.
(22) G. Monbiot, ‘Dissent is in the Air: Take to the Streets’, Guardian, 7 Şubat 2001.
(23) Varlığını hala koruyan Komünist Partileri –ki bunlar arasında Avrupa’da en büyük olanlar Fransız Komünist Partisi, Yunan Komünist Partisi ve İtalya’daki Rifondazione Communista’dır, Prag gösterilerinde göze çarpmadılar, buna karşılık, bazı küçük Stalinist örgütler –örneğin ABD’deki International Action Center adlı gurup- bunlardan daha etkindiler (24) Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. J. Rees, ‘Anti-capitalism, Reformism and Socialism’, International Socialism, 2.90 (2001).
(25) Troçki, ‘The Lessons of October’, The Challenge of the Left Opposition (1923-25) (New York, 1975) içinde, s. 205.
(26) T. Cliff, Lenin, I (London, 1975), 8. ve 16. bölümler (alıntı 171. sayfadan).
(27) Ibid., s. 263; genel olarak bkz. ibid., 14. bölüm.
(28) Letter to Bolte, 23 November 1871, Marx and Engels, Selected Correspondence (Moscow, 1965) içinde, s. 269.
(29) Letter to J.B. Schweitzer, 13 Ekim 1868, ibid., s. 213, 214.
(30) Ibid., pp. 214-15. Marks’ın Lassalle ve taraftarlarıyla ilişkilerinin arkaplanı için bkz. H. Draper, Karl Marx’s Theory of Revolution, IV (New York, 1990), 3. bölüm.
(31) T. Wolforth, The Prophet’s Children (Atlantic Highlands NJ, 1994), s. 86.
(32) Ibid., s. 91.
(33) M. Isserman, If I Had a Hammer … (New York, 1987).
(34) Ibid., s. 202.
(35) Qu., T. Wells, The War Within (New York, 1996), s. 18.
(36) Wolforth, Prophet’s Children, s. 156. Progressive Labour, 1960’ların başlarında Komünist Partisi’nden ayrılarak Maoist bir çizgiye yönelen, hızla gelişerek SDS içinde göçlü bir destek kazanan bir guruptu. Amerikan SWP’sinin daha sonraki gerilemesiyle ilgili olarak bkz. A. Callinicos, ‘Their Trotskyism and Ours’, International Socialism, 2.22 (1984).
(37) Bu kısır-döngü, Tom Wells’in savaş karşıtı hareketle ilgili (devrimci sola düşmansı bir bakış açısıyla yazılmış olmakla beraber) ayrıntılı ve aydınlatıcı bir çalışmasında çarpıcı bir şekilde anlatılırö bkz. The War Within, passim.
(38) Bkz. T. Cliff, Trotskyism after Trotsky (London, 1999), ve A. Callinicos, Trotskyism (Milton Keynes, 1990).
(39) F. Rouleau, ‘L’Ennemi, est-ce la “mondialisation” ou le capitalisme?’, Lutte Ouvrière, 3 Aralık 1999.
(40) ‘Un curieux front commun pour entraver la recherche scientifique’, Lutte Ouvrière, 16 Şubat 2001.
(41) F. Chesnais, C. Serfati ve C.-A. Udry, ‘L’Avenir du “movement ant-mondialiste”’, s. 6. Benzer bir argüman için bkz. B. Kagarlitsky, The Twilight of Globalization (London, 2000), 1. ve 2. bölümler.
(42) ISO, Shachtmancı hareketten türemiş olan International Socialists (IS) adlı örgütten ayrılan bir gurup tarafından kuruldu. Amerikan Troçkizminin tarihsel liderlerinden Max Shachtman, 1940 yılında Dördüncü Enternasyonal’den ayrıldı. Shachtman, SSCB’nin sınıflı toplumun yeni bir biçimini temsil ettiğini ileri süren ‘bürokratik kolektivizm’ teorisinin öndegelen savunucularındandı; zaman içinde sağa savruldu ve sonraları 1961’de Küba’ya karşı girişilen Amerikan destekli Domuzlar Körfezi çıkarmasını ve Vietnam Savaşı’nı destekledi, özellikle bkz.P. Drucker, Max Shachtman and His Left (Atlantic Highlands, NJ, 1994). IS, Shachtman’ın, onun sağa kaymasına karşı çıkan yandaşları tarafından kuruldu. Fakat, 1970’lerin ortalarına gelindiğinde, IS liderliği, özellikle o zamanlar Amerikan radikal solunda hayli yaygın olan ‘sanayileşme’ politikasını benimseyerek, sınıf ikameci politikanın kendi versiyonunu geliştirdi. Bu, eski öğrenci militanları fabrikalarda çalışmaya göndererek işçi sınıfı içinde örgüt inşa etmeyi amaçlayan bir ‘hızla zenginleş’ (get-rich-quick) taktiği idi. Deneyim, bu fabrikalarda barınmayı başarmış eski öğrenci militanların, ‘proleter’ kimliklerini kanıtlamak üzere kendilerini dar sendikal meselelere hapsettikleri için, örgüt içinde tutucu unsurlar olma eğilimi gösterdiklerine işaret ediyor. Söz konusu bu taktik, işçilerle doğrudan bağ kurarak onları sosyalist fikirlere kazanmak gibi zorlu bir görevin üstünden atlamanın yolunu arayan ikameci bir yaklaşımın ifadesidir. Bu son derece yanlış pratiğe karşı şıkan ve İngiliz SWP’sinin desteğini kazanan bir gurup IS üyesi, IS’ten atıldılar ve ISO’yu kurmaya giriştiler. İronik olarak, ‘sanayileşmiş’ IS’in tutuculuğu, bu stratejinin en önde gelen kuramcısı J. Geier’ın daha sonar ISO’ya katılmasına yol açmıştır ve Geier günümüzdeki ISO liderliğinin en aktif destekçilerinden biridir.
(43) 1960’ların sonlarıyla 1970’lerin başlarındaki toplumsal kabarışın uluslararası düzeydeki bir çözümlemesi için bkz. C. Harman, The Fire Last Time (rev. edn., London, 1998).
(44) ISO Merkez Komitesi’nin SWP M. Komitesi’ne gönderdiği mektup, 7 Mayıs 1999, SWP Internal Bulletin, İlkbahar 2000, s. 3, 4.
(45) SWP Merkez Komitesi’nden ISO M. Komitesi’ne mektup, 2 Temmuz 1999, ibid., s. 7.
(46) Batı Avrupa’daki bu sürecin genel bir değerlendirmesi için bkz. A. Callinicos, ‘Reformism and Class Polarization in Europe’, International Socialism, 2, 85 (1999).
(47) ‘ISO Merkez Komitesi’nin SWP’ye yanıtı’, 20 March 2000, SWP Internal Bulletin, İlkbahar 2000, s. 31. Bu itiraf, sonradan, ISO’nun Körfez Bölgesi örgütlenme sorumlusu tarafından geri alınmıştır, bkz. Todd C., ‘Did the ISO “Miss Seattle”? Of Course Not.’, ISO Pre-Convention Discussion Bulletin, no. 2, 27 Kasım 2000.
(48) Bkz. J. Charlton, ‘Talking Seattle’, International Socialism, 2.86 (2000).
(49) ‘Communication from Pranav J., Providence ISO, to ISO Steering Committee’, ISO Internal Discussion Bulletin, 20 Mart 2000, s. 20.
(50) Lenin, Collected Works, XXXI (Moscow, 1966), s. 57.
(51) ISO Notes, 11 Şubat 2000.
(52) Özellikle bkz. ‘Letter from Alex Callinicos and Tony Cliff to ISO Steering Committee’, 29 Mart 2000, SWP Internal Bulletin, İlkbahar 2000, mektup, Cliff’in 9 Nisan’daki ölümünden kısa bir sure once kaleme alınmıştır.
(53) Ne var ki, ISO liderliği, A16 gösterilerine ilişkin ayrıntılı bir değerlendirmesinde, gösterilerin zaafına saldırıyordu –örgütlü işçilerin ve siyahların yokluğu, bazı sendika liderlerinin sağcı demagog Pat Buchanan ile birlikte düzeniedikleri yürüyüş; ISO Notes, 4 Mayıs 2000.
(54) ‘Letter from Alex Callinicos and Tony Cliff to ISO Steering Committee’, 29 Mart 2000, s. 43.
(55) ISO Steering Committee, ‘Reply to the International Report’, 9 November 2000, SWP International Bulletin, Ocak 2001, s. 8.
(56) SWP Central Committee, ‘Comments on the ISO Reply to the International Report’, s. 13.
(57) A. Callinicos, ‘Crisis and Class Struggle in Europe Today’, International Socialism, 2.63 (1994), ve ‘Reformism and Class Polarization in Europe’.
(58) ISO Steering Committee, ‘Reply to the International Report’, s. 10.
(59) M. Bowler ve A. Callinicos, ‘Report on the ISO Convention, 1-3rd December in Chicago’, SWP International Bulletin, Ocak 2001. C. Harman’ın tartışmasıyla karşılaştırınız, C. Harman, ‘Beyond the Boom’, International Socialism, 2.90 (2001).
(60) J. Geier, ‘Nader 2000: Challenging the Parties of Corporate America’, International Socialist Review, August-September 2000, s. 17.
(61) ISO Notes, 13 October 2000.
(62) Brian C., ‘Grasping the Anti-Capitalist Mood’, ISO Pre-Convention Discussion Bulletin, no.1, 15 Kasım 2000, s. 18.
(63) Bilal E., ‘”Seattle was a fork in the road”’, ibid., s. 21.
(64) Brian B., ‘Assessing San Francisco Nader Work’, ISO Pre-Convention Discussion Bulletin, no. 2, 27 Kasım 2000, s. 14.
(65) Danny K., aktarıldığı yer Meredith K., ‘Combating the Magic Bullet Theory’, SWP International Discussion Bulletin, Ocak 2001, s. 39.
(66) Bowler ve Callinicos, ‘Report on the ISO Convention’, s. 57.
(67) ISO Steering Committee, ‘Reply to the International Report’, s. 12.
(68) ISO Notes, 4 Ekim 2000.
(69) ISO Steering Committee, ‘Reply to the International Report’, s. 13.