Yeni bir sol hareketin doğuşu
Ralph Nader’ın sözleriyle ifade edersek, ‘Seattle, bir yol ayrımı idi’. Dünya Ticaret Örgütü’nün üst düzey yöneticilerinin bir araya geldikleri 1999 yılı Kasım ayı sonlarındaki zirve toplantısının çökmesine yol açan gösterilerden bu yana geçen zaman içinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, küresel kapitalizmi dünyadaki kötülüklerin kaynağı olarak gören, siyasal açıdan aktif bir devingenlik içinde olan bir azınlık hareketi, gözle görülür biçimde cisimleşmiş bulunuyor. Yanlışı bir bütün olarak sistemin kendisinde bulan söz konusu bu bütüncül kavrayış, bu yeni anti-kapitalist hareketi, özgül sorunlardan sadece biri üzerinde yoğunlaşan protesto kampanyalarından ayırt eden özelliği oluşturuyor. Yeni Amerikan Başkanı George W. Bush’un 20 Ocak’taki yemin töreni sırasında düzenlenen protestolara ilişkin olarak Washington Post gazetesinde yayınlanan bir haber yorum, hareketin bu yeni ve ayırt edici boyutuna işaret ediyordu:
“Peki, bunun [başkanın yemin töreni –ç.n.] IMF ve Dünya Ticaret Örgütü ile ne ilgisi var? Protesto gösterilerine katılanlar, uluslararası sermaye kurumları ve ticari kuruluşların, dünyayı ABD’nin politik yaşamını şekillendiren şirketler için bir kar kaynağı haline getirmek için faaliyet yürüttüklerini söylüyorlar. Bu işin yoksulluğu azaltma ya da ulusal paraya istikrar kazandırma maskesi altında yürütüldüğünü, gerçekte ise, pazarın belirlediği çözümlerin yatırımcıların çıkarlarını esas alan çözümler olduğunu ileri sürüyorlar.
Sorunların çerçevesinin bu şekilde çizilmesi, birbirinden hayli farklı amaçlara ve etkinliklere sahip aktivistlerin, ortak düşmana karşı birleşmelerine olanak sağlıyor. Örneğin, yağmur ormanlarının korunması için faaliyet yürüten aktivistlerle, üçüncü dünyada ilkel çalışma koşullarında çok düşük ücretlerle işçi çalıştıran şirketlere karşı mücadele eden aktivistler, kendi doğal kaynaklarını satışa çıkaran bir yoksul ülkede uluslararası sermaye yatırımlarının birden hatırı sayılır düzeyde artmasına yol açabilecek ticaret ve kalkınma politikalarına karşı birlikte tavır alabiliyorlar. Aktivistler, küresel kapitalizmin bu tür meselelerde adil ve sorun çözücü olmadığını söylüyorlar.”1
Anti-kapitalist hareket, dört boyuta sahip bir görünüm içinde kendisini ortaya koyuyor: (i) protesto hareketleri, (ii) politik iklimde geniş ölçekli bir değişim, (iii) yeni bir politik çevrenin oluşumu, (iv) entelektüel alanda yaşanan bir doğrultu değişikliği.
(i) Yeni bir protesto dalgası: Seattle’daki protesto gösterilerinden bu yana geçen zaman içinde, dünya, uluslararası kapitalizme karşı önemli kitlesel gösterilere sahne oldu: 16 Nisan 2000’de Washington, 30 Haziran 2000’de Millau, 11 Eylül 2000’de Melbourne, 26 Eylül 2000’de Prag, 6-7 Aralık 2000’de Nice ve en son 20 Ocak 2001’de yine Washington. Bunların yanısıra, her yılın Ocak ayı içinde İsviçre’nin Davos kasabasında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu toplantıları, hem 2000 hem 2001 yılında protesto edildi. Bu yılın yeni hedefleri, 14-16 Haziran’da Gothenburg kentindeki Avrupa Birliği zirvesi ile 20-22 Temmuz’da İtalya’nın Cenova kentindeki G-8 zirvesi. Bu protesto gösterilerini karakterize eden öğeler, geniş bir çeşitlilik gösteriyor. Seattle’da işçi sınıfının gösterilere örgütlü katılımı yüksek bir düzeydeydi; Washington’daki gösterilerin her ikisinde de zayıftı, Millau’da güçlü, Prag gösterilerinde yine zayıf (ancak yine de belli bir işçi sınıfı katılımı vardı Prag’da), Seul ve Nice gösterilerinde ise belirgin biçimde güçlüydü. Bu tür değişkenliklere karşın, hareketin dikkate değer bir boyuta sahip olduğundan kuşku duyulamaz. Susan George’un da belirttiği gibi, ‘Vietnam Savaşı’ndan bu yana geçen zaman içinde, bu düzeyde enerjik bir aktivizm patlaması yaşanmamıştı’.2
(ii) Anti-kapitalist bir ruh hali: Fakat, kimi açılardan bundan daha da önemli olan şey, politik iklimde ortaya çıkmış olan değişim. Söz konusu gösterilerin önemi, sadece bunların pratik olarak başarmış oldukları şeyden – Seattle gösterilerinin Dünya Ticaret Örgütü toplantılarının birer fiyaskoya dönüşmesine yardımcı olması, Prag’daki protestoların IMF’in yıllık genel toplantısını sekteye uğratması- ibaret değil. Bunların yanısıra, bu gösteriler, simgesel bir niteliğe de sahip olsa, önemi gözardı edilemez bir başka role de sahip oldular.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, son birkaç yıl içinde bile, Seattle’dakinden daha büyük gösteriler yaşanmıştı. Diğer ülkelerde de, kapitalist küreselleşmeye karşı daha önce protesto gösterileri düzenlenmişti: örneğin, Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarını görüşmek üzere Temmuz 1998’de ilkin Birmingham’da, onu takip eden yıl Köln’de toplanan G-8 zirvesine karşı düzenlenen gösteriler, Haziran 1999’da Londra’da J18 olarak anılan anti-kapitalist protestolar. Ne var ki, gerçekten de [Microsoft gibi dev kapitalist şirketlerin üssü durumunda olduğu için –ç.n.] ‘Yeni Ekonomi’nin başkenti görünümünde olan Seattle kentinde işçilerin, öğrencilerin, NGO olarak anılan devletten bağımsız örgütlerin aktivistlerinin kitlesel olarak bir araya gelmiş olmalarından ötürü, Seattle protestoları yeni anti-kapitalist ruh halinin kristalleştiği gösteriler oldu. Nitekim, Polonyalı eski Maliye Bakanı Grzegorz Kolodko, My Globalization başlıklı kitabında, Seattle’dan “küresel Radom” olarak söz ediyor ve Seattle gösterilerini, 1976 yılında Polonya’da rejime karşı girişilen, zor ve şiddetle bastırılmasına karşın 1980-81 yıllarında Polonyalı işçilerin ünlü Dayanışma Hareketi (Solidarnosc)’nin habercisi olan işçi gösterileriyle karşılaştırıyor.
Prag’daki gösteriler de, daha önce bundan daha büyük ve işçilerin daha geniş katılımlarıyla yer aldıkları gösteriler düzenlenmiş olmasına karşın, Seattle gösterileriyle aynı düzeyde olmamakla birlikte, aynı simgesel rolü oynadı. Prag gösterilerinin resimleri, Bolivya’nın önde gelen burjuva gazetelerde bile kendilerine yer buldu. Meksika’nın solcu günlük gazetesi La Jornada, Şubat 2001’de Karayipler’deki Cancun kasabasında toplanan Dünya Ekonomik Forumu’na karşı yapılan gösterilerin, Seattle, Washington ve Prag gösterilerinden ilham aldığını yazarken, Amerikan Financial Times gazetesi şu yorumda bulunuyordu:
“Geleneksel olarak her yıl İsviçre’nin Davos kasabasında toplanmaya alışmış Dünya Ekonomik Forumu örgütünün şansına bakın ki, örgütün bu yıl Meksika’daki toplantısı, kürselleşmeye karşı gelişen uluslararası hareketin ilham kaynağı haline gelmiş olan yerli halkların maskeli isyancılarının [Zapatistalar –ç.n.] Mexico City’e yaptıkları iki haftalık uzun yürüyüşün başlangıcı ile aynı tarihlere rastladı. Bu güne gelininceye kadar, Seattle, Davos ve Prag’daki kürselleşme karşıtı gösterilerde Meksikalılar dikkate değer bir rol oynamamışlardı... Ancak, aktivistler, geçen ay Brezilya’nın Porto Alegre kentinde düzenlenen Davos karşıtı ‘Dünya Sosyal Forumu’nun başarısından sonra, Latin Amerika’da bir kıpırdanmanın başladığını söylüyorlar.” 3
Seattle ve Prag, sisteme karşı insanların kolektif bir direniş gösterebileceklerine ilişkin inancın yeniden yeşermesini temsil ediyor. Bu, dünyada yaşanan her mücadelenin bu sözünü ettiğimiz anti-kapitalist ruh halinin bir ifadesi olduğunu ileri sürmek anlamına gelmiyor ve bu noktayı anlamak önemli. Örneğin, El Aksa kentindeki İntifada, itici gücünü, Siyonist İsrail devletinin baskısı altında ezilen Filistinlilerin bu baskıya, özellikle de West Bank ile Gaza’nın büyük bölümünün İsrail’in eline geçmesini sağlayan ve bu durumu meşrulaştıran ‘barış süreci’ne duydukları tepkiden alıyor. Filistinlilerin ezilmesi ile, Amerikan emperyalizmi görünümü altındaki küresel kapitalizm arasında bir ilişki var kuşkusuz, ancak, Filistinlilerin İsrail devletine karşı giriştikleri mücadelede bilinçlerinin merkezinde yer alan öğe, kapitalist sistemin kendisi değil. Fakat, her şeye rağmen, anti-kapitalist hareket itici gücünü bir başka şeyden alan mücadeleler için dahi bir referans noktası haline geliyor. Edward Said şunları yazıyor:
“Ancak, bir dünüm noktasına erişilmiş bulunuluyor ve Filistinlilerin giriştikleri yeni İntifada bu açıdan önemli bir gösterge niteliğinde. Çünkü, İntifada, Setif, Sharpeville, Soweto ve dünyanın başka yerlerinde dönem dönem görülmüş olan sömürge karşıtı ayaklanmalardan biri değil yalnızca. Bunun yanısıra, İntifada, Seattle ve Prag gösterilerinde sergilenen Soğuk Savaş sonrası dönemin (ekonomik ve sosyal) düzenine yönelik genel hoşnutsuzluğun bir örneğini oluşturuyor.” 4
(iii) Yeni bir politik çevrenin oluşumu: Anti-kapitalist ruh hali, kendi somut ifadesini, içinde yeni bir solun şekillendiği az çok örgütlü politik çevrenin ortaya çıkışında buluyor. Bu süreç, Fransa’da, 1995 grevlerinden sonra, Le Monde diplomatique ve ATTAC’ın neo-liberalizme karşı muhalefet için bir platform sağlamasıyla birlikte başladı.5 Bu girişimler, Avrupa çapında bir etki yarattı: Bugün, ATTAC, Norveç, Danimarka, İsveç ve İsviçre’de de örgütlenmiş durumda ve Le Monde diplomatique İngilizce, Almanca ve Yunanca da yayınlanıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, yeni anti-kapitalist bilince ifadesini kazandıran bir ittifaklar ve kampanyalar patlaması ortaya çıktı. Ralph Nader’ın başkanlık seçimleri için yürüttüğü kampanya, bu hareketlerin ulusal çapta bir odak haline gelmelerine yardımcı oldu. Nitekim, kampanyanın taraftarlarından biri şunu söylüyordu: “Nadar’a oy vermek, benim için, daha geniş bir harekete doğru giden yolda atılmış küçük bir adımdı, beni Seattle ve Prag’daki protestocularla ilişkilendiren bir eylemdi.”6 Thomas Harison, kampanyanın temel politik itkisini şu şekilde özetliyordu:
‘Plütokrasi’, ‘oligarşi’, Nader’ın sıkça kullandığı sözcüklerdi. Nader, bir sosyalist değil, hatta kapitalizme ve pazar ekonomisine karşı da değil. Kullandığı retorik, eski-moda Amerikan popülizmine ve Amerikan ilericiliğine çok yakın. Fakat, Nader’ın kampanyası, durmaksızın, dikkatlerin sınıf egemenliği sorununa çekilmesini sağladı. 1930’ların başkan adaylarından Norman Thomas’tan bu yana geçen zaman içinde, ilk kez önde gelen bir başkan adayı, bu sorunu gündeme getirmiş oldu ve insanlar bunun üzerine kafa yormaya zorlandılar. 7
Olağanüstü başabaş koşullarda geçen başkanlık seçiminin soldaki seçmenleri Demokrat Parti’ye oy vermeye zorlamış ve bu durum daha sonraki seçim kampanyalarında Nader’ın devlet desteği alabilmesi için gerekli olan yüzde 5’lik oy oranına erişmesini engellemiş olmasına karşın, Nader’ın adaylığı ülke genelinde bir kampanyayı harekete geçirdi. Kampanya sırasında Nader’a destek vermiş olan Yeşil Parti’nin önde gelen aktivistlerinden Howie Hawkins, şunları yazıyor:
Nader’ın kırk üç eyalette ve Columbia Bölgesi’nde seçimlerde aday olmasını sağlamak için 463.000 imza toplandı... Yeşil Parti’nin yerel ve ulusal çaptaki bilgisayar kayıtlarındaki veriler, ülke genelinde 150.000 dolayında insanın kampanyayı yürütmek için gönüllü olarak başvurmuş olduğunu gösteriyor. 25.000 gönüllü öğrenci, onbinlerce yeni seçmen kazandırdı. Yapılan anketler, kampanyanın, başlangıçta oy vermeyi düşünmediği halde kampanya dolayısıyla Nader için oy kullanmaya karar vermiş 1 milyona yakın yeni seçmenin varlığına işaret ediyor.
Kampanya sırasında, CD’de iki ve çeşitli eyaletlerdeki on dokuz seçim bürosunda görevlendirilmek üzere, yüze yakın insan ücretli olarak işe alındı ve her eyalette ücretli olarak çalışan en az bir tane alan koordinatörü (field co-ordinator) vardı. Bu profesyonel personelin yardımıyla, ülke genelinde sayısı 500’ü aşan yerel Yeşil Parti gurubu, 900 üniversite kampüsünde Yeşil parti öğrenci gurubu örgütlendi; broşür, bildiri türünden toplam 8 milyon yayın ve 1 milyon adet rozet, afiş vb. materyal dağıtıldı. Kaliforniya Hemşireler Birliği ve Birleşik Elektrik İşçileri sendikası olmak üzere iki sendika, Nader’a doğrudan ve aktif destek verdi. Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) ile Teamsters liderleri, kamuoyu önünde Nader ile flörtleşirlerken, [Demokrat Parti adayı –ç.n.] Gore’a sadece sendikalar sorunu ile ilgili bir mesaj göndermekle yetindiler.
Nader, 50 eyaletin hepsinde birden kampanya yürüten tek başkan adayı idi. Kampanyanın parçası olan açık hava mitinglerinin en kalabalık olanları, Nader için düzenlenen mitinglerdi: New York kentindeki Madison Square Gardens mitingine 10.000, Minneapolis kentindeki Target Center mitingine 14.000, Boston’daki Fleet Center mitingine 12.000, Şikago Pavilion, Portland Coliseum ve Washington MCI Center’daki mitinglerin her birine 10.000 insan katıldı.8
Bununla karşılaştırmalı olarak daha alçakgönüllü bir düzeyde olmakla birlikte, İngiltere’de Socialist Alliances ve Globalize Resistance konferansları, iki insan kütlesinin bir araya gelmesini sağladı: Küreselleşme karşıtı hareketten ilham alarak hareketlenmiş olan insanlarla, Tony Blair hükümeti deneyimiyle birlikte düşkırıklığı yaşayarak partinin niteliği konusunda yanılsamalarından kurtulmuş olan İşçi Partisi taraftarları. Bu durum, Batı Avrupa’da, reformizmin, 1990’ların ikinci yarısında iktidara gelmiş olan sosyal-demokrat hükümetlerin uyguladıkları politikalar sonucu daha da yoğunlaşan krizinin, yığınlar arasında yayılan anti-kapitalist ruh halinin başlıca kaynaklarından biri olduğu gerçeğine işaret ediyor.
(iv) Kapitalizm eleştirilerinin yeniden ortaya çıkması: Yaşanmakta olan entelektüel değişimin boyutunun ne olduğunu ölçmeye çalışırken, Stalinist rejimlerin 1989-1991’deki yıkılışının ardından dünyaya egemen olan sol çöküntünün boyutlarını hatırlamak zorundayız. O koşullarda, Francis Fukuyama, kendinden emin bir şekilde, Tarihin Sonu’nun geldiğini ilan edebiliyordu: Liberal kapitalizm, kendisine alternatif olarak ortaya konmuş tüm sistematik alternatiflere karşı nihai zafere erişmişti ve, liberal kapitalizm, ne olacağı bugünden kestirilmesi mümkün görünmeyen bir nedenden ötürü bir barbarlığa geri dönüş yaşanmadığı sürece, sonsuza kadar egemen sistem olarak yaşamaya devam edecekti. Entelektüel soldan Perry Anderson, rakibinin üstünlüğünü kabullendiğine işaret eden hayli saygın bir dille, Fukuyama’nın ‘muhtemelen haklı olduğunu’ söylemişti.9 Kısa bir zaman önce New Left Review’un editörlüğünü yeniden üstlenmiş olan Anderson, Seattle gösterilerinden sonra bile bu bakış açısını hala koruduğunu gösterdi ve neo-liberalizmin rakipsiz durumda olduğunu ileri sürdü: “Reformasyon’dan [Batı’da 16. yüzyıldaki dinsel reform hareketi –ç.n.] bu yana geçen bütün bir zaman içinde, Batı’nın düşünce dünyasında ilk defa olarak, sistematik dünya görüşü anlamında kaydadeğer muhalif düşünceler yok ve, artık miyadını doldurarak işlevini yitirmiş görünen dinsel doktrinleri bir yana bırakırsak, aynı şey dünya geneli açısından da büyük ölçüde geçerli.”10 Fakat, bu kez, Anderson, hemen bu bakış açısına karşı çıkan yazılarla karşı karşıya kaldı.11
Anderson’ın karamsarlığı, son yıllarda kapitalizmin sistematik eleştirisini sunan çeşitli çevrelerden isimlerle karşıtlık içinde kalıyor. Bu isimler arasında en başta gelenler, Walden Bello, Pierre Bordieu, Susan George, Noami Klein ve George Monbiot. Marksistlerin, bu insanların geliştirmiş oldukları kapitalizm eleştirilerinin neden ve hangi noktalarda sınırlı kaldığını tespit etmeleri güç değil –örneğin, düşmanın küresel kapitalizm mi yoksa sadece neo-liberalizm mi olduğu konusundaki belirsizlik, bunların, sık sık küçük ölçekli kapitalizmi (petty capitalism) çokuluslu dev şirketlere karşı bir alternatif olarak gördüklerinin işaretini veren kimi yanılsamalar içinde olmaları, uluslararası kapitalist kurumlara karşı zaman zaman tutucu sağ ile ittifaklar kurmaya istekli görünmeleri gibi.12
Bunun yanısıra, küreselleşme karşıtı hareket içinde, “Congos” ya da “Seçilmiş Hükümet-Dışı Örgütler” (Co-opted Non-governmental Organizations) olarak anılan ve bir ‘diyalog’ beklentisiyle IMF ve Dünya Bankası ile işbirliğine istekli olan güçlerle, buna karşı çıkan, Bello’nun ifadesi ile söylersek, bu tür uluslararası kurumların ‘meşruluk krizini yoğunlaştırmak’ isteyen güçler arasında bir farklılaşma süreci yaşanıyor. Davos Zirvesi olarak anılan ve patronları geleneksel olarak her yıl bir araya getiren toplantılara bir alternatif olarak bu yıl Ocak 2001’de Porto Alegre’de toplanmış olan Dünya Sosyal Forumu (The World Social Forum, WSF), Le Monde diplomatique ve ATTAC liderliği başta olmak üzere, hareket içinde reformist bir gündemi öne çıkarmak isteyen güçlü unsurların varlığını ortaya çıkardı.
Susan George, Avrupa Parlamentosu’nun uluslararası mali spekülasyonlara kısıtlamalar getiren Tobin Vergisi’ni destekleyen bir karar metni leyhine oy kullanmamış olan radikal soldaki Fransız üyelerini eleştirmekte haklı olmakla birlikte, Porto Alegre’de şunları söyleyebiliyordu:
Üzülerek söylüyorum, 21. yüzyıl başında ‘kapitalizmin devrilmesi’türü ifadelerden ne anlamak gerektiği konusunda artık bir fikre sahip olmadığımı itiraf etmeliyim. Belki de, düşünür Paul Virillo’nun ‘küresel kaza’ olarak isimlendirdiği şeye tanık olacağız. Eğer böyle bir şey gerçekten yaşanırsa, bu durum, hiç kuşkum yok, insanların muazzam boyutlarda sıkıntılar içine düşmesine neden olacak. Eğer bütün mali pazarlar ve borsalar aynı zamanda çökerse, milyonlarca insan bir anda işsizlik ödeneği ile geçinmeye çalışan yoksul insanlar durumuna düşer; bankaların batması, hükümetlerin ekonomik yıkımları önleme yeteneklerini olağanüstü boyutta erozyona uğratır, kendini güvensizlik içinde hissetme, suç gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelir, ve, kendimizi, herkesin herkese karşı savaştığı o Hobbesgil cehenneme doğru sürüklenirken buluruz. Dilerseniz, beni bir ‘reformist’ olarak isimlendirin, ama, ben, neo-liberal bir gelecek arzulamadığım gibi, böyle bir gelecek de arzulamıyorum.13
Ne var ki, bu tür ifadelere bakarak, hemen bunları yerleşiklik kazanmış reformist bir bakış açısının dışavurumları olarak ilan etmek de ciddi bir yanılgı olur. Örneğin, Susan George, aynı konuşmasında, ‘anti-küreselleşme’ terimini reddederek, “bizler, ‘küreselleşme yanlısı’ insanlarız, çünkü, dostlukların, kültürlerin, dayanışmanın, zenginlik ve doğal kaynakların ortak paylaşımından yanayız” diyor ve sermayenin yıkıcı mantığına ilişkin net bir kavrayışa sahip olduğunu gösteriyor:
Çokuluslu şirketlerin ve zengin ülkelerin, hepimizin üzerinde yaşadığı bu gezegeni yıkıma uğratacaklarını nihayet anladıklarında tavırlarını değiştireceklerini düşünmek, hiç gerçekçi değil. Bence, bunlar isteseler bile, hatta kendi çocuklarının geleceği hatırına bunu isteseler bile, duramazlar. Kapitalizm, durduğu taktirde devrilecek, bu yüzden de sürekli gitmek zorunda olan şu ünlü bisiklet gibi; bu anlamda, şirketler, hızla duvara çarpıp duvarın dibine düşmeden önce kimin daha hızlı pedal çevirdiğini görmek için yarışıyorlar.
George, bir başka yerde, postmodernizmin altın çağını yaşadığı 1980 ve 1990’larda akademik ‘kültürel sol’da moda haline gelmiş olan ‘kimlik politikaları’na karşı da keskin eleştirilerde bulunuyor. Diğer şeylerin yanısıra, ‘nüfus azalmasına yol açan guruplararası düşmanlıkları’ kışkırtan bir kapitalist strateji tasarımından hareketle, şunları yazıyor:
Bu amaçlar için bu güne kadar geliştirilmiş en yararlı psikolojik araç, Batı’da ‘kimlik politikası’ olarak anılan şeydir. [Egemenler açısından –ç.n.] ideal durum, her ülkede tek tek insanların, kendilerini güçlü bir biçimde etnik, cinsel, dilsel, ırksal ya da dinsel bir alt-gurupla özdeşleştirmeleridir -ulusal bir kimlikle, toplumsal bir sınıfla ya da mesleki bir örgütle ve özellikle dünya ölçeğindeki insan topluluğu ile değil. Her birey, kendini, ilk olarak dar bir gurupla özdeşleştirmeli, kendini sadece ikincil olarak bir işçi, bir anne ya da baba, bir ulusun ya da uluslararası topluluğun yurttaşı olarak hissetmelidir.14
Bu sözler, kimlik politikasının neden kapitalistlerin böl ve yönet stratejisine uygun geldiği konusunda devrimci Marksistlerin geliştirdikleri eleştiriden15 daha da sert bir eleştirinin ifadesidir. Anti-kapitalist teorinin kendi içinde taşıdığı belirsizlikler, kapitalizm karşıtı hareketin entelektüel ve politik alandaki tartışmaların seyrini değiştirme konusunda sahip olduğu etkiyi azaltmıyor. “Global Capitalism: Can It Be Made to Work Better?” (Küresel Kapitalizm: Daha iyi işlemesi sağlanabilir mi?) başlığını taşıyan özel bir raporda, Business Week dergisi şunları yazıyor:
Son birkaç yıl içinde Seattle, Washington, Columbia ve Prag’da tanık olduğumuz şamatayı görmezlikten gelmek çok büyük bir hata olur. Bu protestolara öncülük eden radikaller, politik açıdan aktif kişiler değiller belki. Fakat, bunlar, kısa bir süre öncesine kadar sadece akademik seminerlerde ya da danışmanlık hizmeti veren uzman örgütlerin gözlerden uzak odalarında dile getirilen küreselleşme üzerine yeniden kafa yorma fikrini, hükümetlerin, önde gelen ekonomistlerin ve şirketlerin gündemine sokacak denli etkili olan bir hareketin ilk itkisini kazanmasında önemli bir rol oynadılar.16
Uluslararası kapitalist kurumlara karşı girişilen eleştirel saldırılar, bu kurumları savunmaya çekilmeye zorladı. Hem Prag hem de Porto Alegre’de, W. Bello, küresel kapitalizmin önde gelen temsilcileri ile tartışan ekiplere öncülük etti; her iki konferans sırasında, hazır cevaplığıyla bilinen George Soros ile Prag’da IMF ve Dünya Bankası’nın başkanlarının bizzat kendilerinin de bu tartışmanın içine çekilmekten sakınamamış olmaları, dikkate değerdi. Dahası, söz konusu eleştirmen guruplar, hem Alegre hem de Prag toplantılarındaki tartışmalarda, bunları köşeye sıkıştırmasını bildiler. Öyle ki, Dünya Bankası başkanı James Wolfensohn, bir keresinde ne söyleyeceğini bilemez hale düşüp kekelemeye başladı: “Ben ve meslekdaşlarım, her sabah işe gitmekten hoşnutluk duyuyoruz.”
Bello’nun, Davos zirvesi sırasında, uydu aracılığıyla televizyonlara aktarılan görüntülerde patronlara dünya için yapabilecekleri en iyi şeyin bir rokete doluşup bir daha dönmemek üzere uzayda bir yerlerde kendilerine yeni bir mekan bulmak olduğunu söylemesinden sonra, Financial Times dergisi, Soros’tan şu şekilde söz ediyordu: “Bu tür can sıkıcı deneyimler, onun hasmını zor duruma düşüren hazır-cevaplık yeteneğini geçici olarak felce uğratmış görünüyor.”17 Soros ise şu itirafta bulunuyordu: “Bu protesto hareketi, varlığını her yerde hissettirmeye başladı. Bunların başvurdukları yöntemler, çizmeyi aşan yöntemler de olsa, etkili yöntemler –toplantıları sekteye uğratma yoluyla, dikkatlerin kendi söyledikleri üzerine çekilmesini sağlamış oldular.18 Tony Blair’in bir yalaka köşe yazarı dahi şunu kabul etmek zorunda kalıyordu: “Porto Alegre’de, Davos’un artık yitirmiş olduğu birşey vardı: Bir hareketin parçası olma duygusu vardı.”19
Hiç kuşkusuz, bir tartışma sırasında patronları sözcüklerle köşeye sıkıştırmak bir şey, gezegenin kontrolünü bunların elinden çekip almak çok daha başka bir şey. Bununla birlikte, kendilerini küresel kapitalizme karşı politik bir mücadele girişmiş insanlar olarak gören ve etkisi giderek artan bir aydınlar gurubunun doğuşuna tanık olduğumuzu belirtmek gerekir. Bourdieu’nin son zamanlarda kaleme almış olduğu yazılar, keskinliği giderek artan anti-kapitalist bir niteliğe sahiptir. Nitekim, Bourdieu (Loïc Wacquant ile birlikte) şunları yazıyor:
İleri sanayi ülkelerinin uzun dönemdeki evriminin amprik analizi, ‘küreselleşme’nin kapitalizmin yeni bir aşaması değil, hükümetlerin mali pazarların taleplerine boyun eğmelerini haklı göstermek için başvurdukları bir ‘retorik’ olduğuna işaret ediyor. Sanayisizleşme (deindustrialization), eşitsizliklerin giderek büyümesi, sosyal politikaların daraltılması, sık sık ve defalarca söylendiği gibi giderek artan yabancı ticaretin kaçınılmaz sonuçları değiller, aksine, bunlar, ulusal hükümetlerin sınıflararası ilişkilerde sermaye sahipleri yararına olan politikaları bilinçli olarak tercih etmelerinden kaynaklanıyor.20
Aydın çevrelerdeki bu radikalleşme, sadece akademi ile sınırlı da değil. Prag’daki protesto gösterilerini izleyen Boris Kagarlitsky, şunları yazıyordu: “Walden Bello, Ekim’deki Lenin’i andırıyor. Görnen o ki, Seattle’dan bu zamana kadar yapılan gösteriler, bir akademisyeni gerçek bir lider haline dönüştürmüş.”21 Gerçekte, Bello’nun önünde ikinci bir Lenin olabilmesi için kat etmesi gereken hayli yol var. Fakat, bir aktivist olarak doğrudan politik bir müdahelede buulnma anlamında bugün üstlenmiş olduğu rolün, bir seminerde akademik bir tezi okumaktan çok farklı olduğu da kuşkusuz. Aynı şey, 1995 grevlerinden sonra, Raisons d’Agir adlı küçük bir politik örgütün oluşumuna varan inisiyatif geliştiren, Avrupa ölçeğindeki bir girişim olan “Estates-General of the Social Movement” hareketine ilk itkisini kazandıran Bourdieu için de geçerli.
Bütün bunlar, uluslararası düzeyde yeni bir solun doğuşuna işaret eden olgular. George Monbiot, “Globalize Resistance” (Direnişi Küreselleştirelim) konferanslarının ardından şunları yazmıştı:
Nihayet yaşanmaya başladı. Atlantik’in iki yakasındaki neo-liberaller evrensel zaferlerini ilan ederlerken, karmaşık öğelerin bir bütünü niteliği taşıyan radikal bir muhalefet hareketi ortaya çıkmaya başlıyor. Bu hareket, karmaşık, kendi içinde çelişkiler barındırıyor, daha önce hiç görmediğimiz bir şeye benziyor. Ama, 14 yılı bulan bir kampanya boyunca, ilk kez, artık durdurulamaz olan bir şeye tanık olduğumu hissediyorum.22