Joseph Choonara
Giriş
Kapital hakkında yazan ve konuşan bizim gibilere göre, iddialarımıza yönelik en yaygın itiraz Karl Marx’ın bahsettiği dünyanın uzun zaman önce ortadan kalktığı şeklindeki eleştiri olmaya devam ediyor. Sonuçta bu yıl Marx’ın doğumunun ikiyüzüncü yılı ve Kapital ya da en azından birinci cildi 150 yıl önce geçen sene yayınlanmıştı. Marx’ın tamamlamadan bıraktığı daha sonraki ciltler ise izleyen yıllarda dostu ve çalışma arkadaşı Frederick Engels tarafından yayına hazırlandı.1
Marx’ın betimlediği 19.yy tekstil atölyelerini, sefalet ve yoksulluk açısından, günümüz İngilteresi’ndeki iş yerlerinin çoğu ile doğrudan karşılaştırmak mümkün değil. Bununla birlikte, Küresel Güney’de, Marx’ın tarif ettiği acımasız koşulların aynısının hala geçerli olduğu alanlar var. Örneğin, Pakistan’da halı endüstrisinde, bazıları beş yaşında olan 200,000 çocuk tozlu ve tehlikeli binalarda günde on saat ya da daha uzun süre çalışıyor. Ancak, Marx’ın en büyük eserinin günümüz ile ilişkili olmasının nedeni, onun zamanının kapitalizmi ile günümüz kapitalizmi arasındaki yakın benzerlik değil. Böyle bir eleştiri, yazdıkları Marx’tan bir yüzyıl önce yayınlanan Adam Smith’in çalışmalarını ya da klasik ekonomi politiğe marjinal alternatifin temelini atan ve Marx’ın ölümüyle hemen hemen aynı zamanda, yani 1883’te yayınlanan çalışmaları da günümüz ile ilgisiz hale getirirdi – bu çalışmalar, Marx’ı eleştirenlerin, bu eserlerin yayınlandığı bağlamdan hiç bahsetmeden sıklıkla alıntı yapmayı çok sevdikleri çalışmalardır. Bunları bir kenara bırakarak Kapital’den almamız gereken ders şudur: kapitalizmin belirli hareket yasaları vardır ve bu yasalar insanları hep birlikte üretimin içine çeker. Zaman geçtikçe değişen bu hareket yasaları, şu anki evre de dahil olmak üzere, kapitalist gelişmenin farklı evreleri boyunca sürekli varolagelmiştir.
Bu hareket yasalarının en önemli unsuru ise, kapitalizme özgü “üretim ilişkileri”dir. Bu noktada ayrıntıya girmek gerekiyor. Üretim ilişkileri kavramı Marx’ın yazılarında 1840’lardan itibaren, Marx’ın kapitalizme meydan okuyacak bir güç olarak işçi sınıfına odaklanmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkar2. En kapsamlı şekilde ise, Kapital’in birinci cildinden sekiz yıl önce yayınlanan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde ele alınır. Marx burada, toplumun teknoloji yoluyla ortaya çıkan üretim kapasitesini ve kapitalizm tarafından geliştirilen iş yeri düzenlemelerini yansıtan “üretici güçler” ile daha geniş anlamda “üretim ilişkileri” arasında ayrım yapar3. Üretim ilişkileri iki önemli ilişki setinden oluşur. Her şeyden önce, sömürü ilişkileri vardır. Sınıflara bölünmüş her toplumda, kendisini üretme yükünden kurtarmış olan egemen sınıfın karşılığı ödenmemiş emeği üreticilerden almasının bir yöntemi olacaktır. Ücreti ödenmeyen bu emeğin üreticilerden alınması için kullanılan özgün yöntem, o toplumun ayırt edici özelliğini ortaya koyar ve ekonomik mantığını şekillendirir.
İkinci olarak, üretim araçlarının kontrolünü yöneten ilişkiler silsilesi vardır. Önceki bazı üretim tarzlarında köylü üreticiler, kolektif ya da bireysel olarak, bir arazi parçasına ya da bazı temel üretim araçlarına sahip olabiliyordu. Tam anlamıyla gelişmiş bir kapitalist sistemde böyle bir durum ancak istisna olabilir. Ayrıca, göreceğimiz gibi, sermaye sahipliğinin yapısı, belirli kapitalistlerin sermayenin belirli birimleri üzerinde etkin kontrole sahip olabildiği bir yapıdır ve bu da bize sistemin nasıl geliştiğine dair oldukça önemli ipuçları verir.
Bu üretim ilişkileri, üretici güçlerin içinde geliştiği çerçeveyi oluşturur – birincisi, ilk kapitalist toplumlar feodal seleflerinden doğduklarında, kapitalizm üretici güçleri ileriye doğru itmiştir. Daha sonra, yine kendisinin ortaya çıkarmış olduğu insani ihtiyaçları karşılama konusundaki devasa potansiyelin altını oyarak bu sefer aynı üretici güçleri geri çekmiştir. Üretim ilişkileri, aynı zamanda, insan gruplarının kendi içinde bulundukları duruma itiraz etme ve toplumu dönüştürme kapasitesini ve gücünü belirlemeye de yardımcı olur. Son olarak, üretim ilişkileri sistemin dünya çapında nasıl genişleyeceğini ve yayılacağını ve nasıl krize gireceğini belirler.
Ben burada Kapital’in günümüz ile bağlantısının büyük ölçüde, hala dünyayı şekillendirmeye devam eden bu üretim ilişkilerini betimleme biçiminde yattığını iddia edeceğim.
Kapital ve Sınıf
Kapital, işçilerle ilgili bir çalışmadır. Bazılarına göre bu fazla iddialı bir yorum olabilir. Ne de olsa, Marx’ın başyapıtındaki sorunların çoğunun onun, çalışmanın ilk taslağında belirtildiği gibi, “ücretli emek konusunda iddia edilir4. Fakat işçi sınıfı Kapital’de birkaç bakımdan açıkça ve güçlü bir şekilde görünürdür.
Birincisi ve en açıkçası, Marx bu kitabı işçiler için yazmıştır. Kendisi, kitabın “çok açık şekilde devrimci bir fonksiyona sahip olduğunu” söyler5. Kapital’in Fransızca baskısını tefrikalar halinde yayınlama planını kabul ettirmek için yayıncıya yazdığı mektupta şöyle der: “Böyle bir kitap işçi sınıfı için daha erişilebilir olacaktır ve bu her şeyden daha önemlidir”6. Ancak Kapital’in, bu işlevinin yanı sıra politik bir amacı da vardır. William Clare Roberts tarafından kısa süre önce yapılan çalışmanın da ortaya koyduğu gibi, Marx işçi sınıfının kendini özgürleştirmesi fikrini güçlendirmek için Uluslararası İşçi Birliği’nin içinde çalışırken, “Kapital’in, sosyalist hareket ve işçi hareketi içinde bu kendini özgürleştirme fikrini kalıcı kılmanın teorik temelini sağlayacağı varsayılıyordu”.7 Marx, işçi sınıfı içinde, özellikle Pierre Joseph Proudhon ve diğer sosyalist düşünürler gibi rakipleri karşısında, kendi yaklaşımının hâkim olmasını istiyordu.
İkincisi, Kapital argümanlarını geliştirmek için sıklıkla işçi hareketinin deneyimlerine başvurur. Bunu, en açık şekilde, İngiltere’de iş gününün uzunluğu konusunda verilen mücadeleyi anlattığı bölümde görmek mümkündür. Örneğin Marx kitapta, Londra inşaat işçileri tarafından yayınlanan bir manifestoyu yorumlar ve ondan sermayenin, işçilerin kendi emeklerini yeniden üretme yetilerini ortadan kaldırdığı ve onları sınırlarının ötesine geçmeye zorladığı sonucunu çıkarır. Marx bu manifestoyu çok iyi bilir çünkü bu manifesto 1859-1860’ta 20,000 inşaat işçisinin grevi sırasında yayınlanmıştır ve kendisi solcu bir Alman göçmen gazetesi olan Das Volk’da bu grevin haberini yapmıştır8. Daha genel olarak, zorlu giriş bölümlerini bir kenara bıraktığınızda, bütün Kapital açık şekilde işçilerin deneyimlerinden ve mücadelelerinden yansımalarla ve çıkarılan derslerle doludur. Marx, işgücünün kötüye kullanılmasını engellemeye çalışan fabrika denetçilerinin raporlarını dikkatlice incelemiş ve ayrıca İngiltere ve başka yerlerdeki işçi hareketleri içindeki önemli kişilerle sürekli iletişim halinde olmuştur. Bu durum, Marx’ın bütün bakış açısını şekillendirir ve ayrıca Kapital’de yanıtlamaya çalıştığı sorunların kaynağını oluşturur.
Üçüncüsü, Marx Kapital’de belirli bir bakış açısını, yani Georg Lukács’ın kendi başyapıtı olan Tarih ve Sınıf Bilinci’nde “proleteryanın bakış açısı” olarak adlandırdığı bakış açısını benimser.9 Zira Marx, Adam Smith ve David Ricardo gibi seleflerinden fazlasıyla yararlanırken, aynı zamanda, onları aşar. Örneğin, hem Smith hem de Ricardo, farklı şekillerde, metaların değerinin içerdikleri insan emeği miktarına dayandığını düşünüyordu. Ancak hiç birisi bu kavrayışı geliştirip nihai sonucuna erdiremedi.10 Bunu yapmak, sermayenin mantığı ile bağları tamamen koparmayı ve onun egemenliği altında çalışanlarla açık ve net bir şekilde ilişkilenmeyi gerektiriyordu. Bu sıçrayışı gerçekleştirmeden, en iyi klasik ekonomi politiğin bile Marx’ın “meta fetişizmi” – kapitalizmin, meta değiş tokuşu tarafından üretilen yanıltıcı yüzeysel görünümü - olarak adlandırdığı şeyi tam olarak kavraması mümkün değildi. Dolayısıyla, Ricardo zaman zaman emek-zamandan yola çıkarak değeri ölçmeyi denediyse de, onun ekonomi politiği “hiçbir zaman bu özün neden özellikle bu biçimi aldığını, yani, emeğin neden değerde ifade edildiğini ve emeğin zaman ile ölçülmesinin ürünün değerinin büyüklüğü ile ifade edildiğini sormadı.”11 Marx’ın selefleri hiçbir zaman kapitalizmin toplumsal ve tarihsel boyutlarını tam olarak kavrayamadılar. Ve tabii ki bunlar ekonomi teorisinin, geçmişte henüz kapitalizm kendisini küresel çapta egemen sistem olarak kurarken ve onun düşünürleri sistemin gerçek mantığını anlamaya çalışırken ortaya çıkmış olan en önemli unsurlarıdır. Kapital’in yayınlanmasından bu yana geçen bir buçuk yüzyıl içinde ekonomi teorisi toplumsal ve tarihsel ilişkilere yönelik zaten az olan ilgisini tamamen kaybetti12. Marx’ın çalışması ekonomiyi “basitleştirenlere” yönelik eleştirilerle ve zaman zaman da Smith ve Ricardo’nun çığır açıcı ancak kusurlu çalışmalarının eleştirel şekilde kabulü ile doludur.
Kapital’in birinci cildindeki temel argüman, işçi sınıfının kapitalizmde sömürülen çoğunluğu oluşturduğudur. Sömürü özünde yeni bir şey değildir ve aslında bütün sınıflı toplumlarda bulunur. Kapitalizme özgü olan ise, yukarıda da belirtildiği gibi, bu sömürünün aldığı biçimdir. Önceki toplumlarda, sömürü daha açık ve doğrudandı ve egemen sınıfın politik gücünün zorlamasıyla gerçekleşiyordu. Köle sahibi, Yunan ya da Romalı köle emeği ile geçimini sağlıyordu ve kölenin, ücreti ödenmeyen emeğini en acımasız biçimde çekip almak zorunda bırakılıyordu. Ortaçağ Avrupa’sında köylünün üretiminden pay alan ya da köylünün lordun toprakları üzerinde her yıl belirli sayıda gün çalışmasını talep eden ve bu talebi potansiyel ya da gerçek güç kullanımı ile destekleyen feodal lord, yine açıkça bir sömürücüydü.
Kapitalizm, farklı bir mantığa göre işler. İşçi ve kapitalist, emek pazarında eşitler olarak yer alır, biri emek gücünün alıcısı, diğeri ise satıcısıdır. Ancak, eşit gibi görünen bu değiş tokuş, sınıf farklılıklarının görünmeyen gerçekliğini, kapitalizmin üretim ilişkilerini gizler. Çünkü işçi sadece emek gücüne sahiptir, kapitalist ise üretim araçlarının birikimine. Ancak aslında bu üretim araçları, kapitalizmin tarihinde önceki dönemlerde işçilerin sarf ettiği emeğin ürünüdür. İşçi, çalışmak için emek gücünü bir kapitaliste satmak zorundadır. İşçi, “iki anlamda özgür olmak zorundadır; özgür bir birey olarak, kendi metası olan emek gücü üzerinde tasarrufta bulunabilir ve diğer yandan emek gücünden başka satacak hiçbir metası yoktur. Kendi emek gücünü gerçekleştirmek için gerekli olan her şeyden yoksundur”13.
Kapital’in birinici cildinin son bölümleri (bu bölümler muhtemelen kitabın en kolay okunan bölümleridir ve kitabın ilk bölümlerinde zorlananlar için iyi bir giriş noktasıdır), proletaryayı Marx’ın ifadesiyle, “kuş gibi özgür” (vogelfrei) hale getiren tarihsel süreci – yani proletaryayı topraktan, en önemlisi ise feodal toplumun “üretim araçlarından” koparan ve proleterya kasabalara ve şehirlere akın ettiğinde ise her tür işten kaytarma ve aylaklığı cezalandıran süreç – anlatır14. Bu süreçler işçi sınıfını pekiştirmiştir ve günümüzde de bunlara paralel süreçler Küresel Güney’in bazı bölümlerinde insanların sürekli olarak kırsal bölgelerden Çin gibi ülkelere gitmesi şeklinde yaşanmaya devam ediyor. Gerçekten de bu insan hareketliliği ile aynı düzeyde iş alanı yaratılamaması kitlesel yoksulluğa ve Londra’nın Doğu Yakası’ndaki gecekondu mahallelerinde görülen sefaletin küresel çapta çok daha büyük ölçüde ortaya çıkmasına neden oluyor15.
Mesele sadece bu değiş tokuşun böylesi eşitsiz koşullarda gerçekleşiyor olması değil, aynı zamanda, eşitsiz ve sömürücü bir sonuca yol açması. Sermaye ve emek arasındaki pazarlık koşullarında, işçi iş yerine gider ve böylece bu eşitlik alanını arkasında bırakır. Marx’ın dediği gibi:
“Emek gücünün alım satımının gerçekleştiği sınırların içindeki dolaşım alanı ya da meta takası, insanın ilk ortaya çıktığı andan itibaren var olan doğal hakkıdır… İnsanlar, kanun önünde eşit, özgür bireyler olarak anlaşma yaparlar... Bu basit dolaşım alanını terkettiğimizde… bazı değişimler gerçekleşir… Daha önce para sahibi olan kişi şimdi en önde kapitalist olarak yürür; emek gücü sahibi olan ise onu işçisi olarak takip eder. Biri kendini beğenmiş şekilde pişmiş kelle gibi sırıtırken işi konusunda azimlidir; diğeri ise tıpkı kendi postunu pazara getiren ve kırbaçlanmaktan başka hiçbir beklentisi olmayan biri gibi ürkek ve çekingendir.”16
O halde, kapitalist ve işçi arasındaki iş ilişkisi, iki farklı veçhenin birleşimidir. Bu ilişki, piyasa ilişkisi ile – emek gücünün emek piyasasında alım satımı – kapitalistin işçiye emir verdiği (doğrudan ya da daha yaygın haliyle yöneticiler ve danışmanlar hiyerarşisi yoluyla) yönetimsel ilişkiyi birleştirir.
Sömürünün mantığı
Yönetimsel ilişkiler kesinlikle despotiktir, fakat neden bu durum sömürüye yol açsın ki? Bunu anlamak, konudan ayrılarak değer dünyasına girmeyi – ve Kapital’in korkutucu giriş bölümüne yönelmeyi gerektirir. İnsanların Kapital’i okumaya başladıklarında zorlanmalarının nedeni, Marx’ın kullandığı kendine has yöntemdir. Bu yöntem en iyi şekilde “soyuttan somuta doğru” şeklinde betimlenebilir17. Tam olarak kapitalizmin karmaşık ve yanıltıcı yüzeysel görünümünden dolayı (bu görünüm Marx’ın seleflerinin kafasını çok karıştırmıştı), Marx sistemin bütün özelliklerini, en saf haline ulaşıncaya kadar birbirinden ayırmayı önerir. Dolayısıyla Kapital’in ilk bölümünde, sistemin en saf halinin özünde bulunan meta ve değere odaklanır. Marx, bütün somut, karmaşık yönleri soyup çıkardığı için zaman zaman bunun sonucunda ortaya çıkan tartışma aşırı derecede kuru ve felsefi görünebilir. Fakat bu tartışma, onu izleyen bölümler için çok önemlidir. Marx, metin boyunca ilerlerken geriye dönerek, daha önce gözden kaçırdığı – sistemin nasıl çalıştığını ve aynı zamanda kafa karıştırıcı yüzeysel görünümü nasıl yarattığını gösteren – daha somut kavramlar ve kategoriler ekler. Bu temelde, kapitalizmi “kaotik bir bütün kavramı” yoluyla değil de “çok sayıda belirleyenin ve ilişkinin zengin bütünselliği içinde” anlamak mümkün hale gelir18.
Yani Marx Kapital’e kendi değer yasasını geliştirerek başlar. Metaların, iki anlamda emeğin ürünü olduğunu iddia eder. Birincisi, somut olarak, bir metanın belirli bir özelliği (bu, kapitalist koşullarda satış için üretildiği sürece maddi bir mal ya da soyut bir hizmet olabilir) Marx’ın “somut emek” olarak adlandırdığı şeyin ürünüdür. Belirli, somut bir emek süreci belirli bir metayı ortaya çıkarır. Fakat, metalar değiş tokuş edildiğinde biz onların onlara özgü, özel kullanımlarını (Marx bunu “kullanım değeri” olarak adlandırır) değil, birbirlerine göre olan değerlerini karşılaştırırız. Marx, bir metada bulunan değerin soyut anlamda emeğin kendine özgü, maddi özelliklerinden feragat etmiş emeğin kullanımını yansıttığını ileri sürer. Bütün kapitalist metalarda bulunan toplumsal faktörü oluşturan genel olarak sadece ve sadece insan emeğidir. Ayrıca, soyut emeğin miktarı ölçülebilir – soyut emek miktarı, belirli koşullarda belirli derecede vasıf ve çaba ile bir metayı üretmek için gereken “toplumsal olarak gerekli emek zamanıdır.”19
Tabii ki kapitalizmde üretilen metalar sadece Marx’ın “yaşayan emek” (işçiler tarafından şimdi, şu anda harcanan emek) olarak adlandırdığı şeyi içermezler, aynı zamanda, geçmişte harcanan ve makinelerde ve diğer aletlerde ya da ham maddelerde kristalleşen “ölü emek” miktarını da içerirler. Nihai üründe birleşen toplam emek miktarı (yaşayan ve ölü) metaya geçer ve ona değerini verir.20
Yaygın şekilde karşılaşılan bir yanlış anlamayı düzeltmek için şunu belirtmek gerek; Marx hiçbir zaman, hiçbir aşamada kendi emek değer teorisini “kanıtlamaya” çalışmaz. Onun yerine, kendi teorisinden doğan ilişkilerin kendisinin kanıt olduğunu iddia eder - diğer bir deyişle, çalışmasının üç cildinde ortaya koyduğu sermayenin hareketine dair yasaların kendisinin kanıt olduğunu söyler. Marx bir eleştiriyi yanıtlarken şöyle yazar:
“Benim kitabımda ‘değer’ üzerine bir bölüm olsaydı bile talihsiz biri, yaptığım gerçek ilişkilerin analizinin, gerçek değer ilişkisini içerdiğini görmezdi. Değer kavramını kanıtlama gerekliliğinin saçma olmasının nedeni hem üzerinde çalışılan konunun tamamen görmezden geliniyor olmasından hem de bilim yönteminden kaynaklanıyor”.21
Kapitalist sömürü, emek gücünün alım satımını da resme eklediğinizde, doğrudan emek değer teorisi fikrinden ortaya çıkar. Marx sadece, emek gücünü bir günlüğüne kiralamak için geliştirilen değerin, bir iş günü içinde emek gücü tarafından yaratılan değer kadar büyük olmayabileceği fikrini ortaya atar. Ancak iş günü tam olarak ücretin karşılığı olan bölüm ve kapitaliste giden bölüm olarak bölünmemiştir. Bu anlamda, kapitalist sömürü feodal sömürüden oldukça farklıdır. Köylü, ürününün belirli bir miktarını toprak sahibine vermek ya da belirli bir zamanı toprak sahibi için çalışarak geçirmek zorunda olduğunu bilir. Kapitalizmde bütün yapılan işin ücreti ödeniyor gibi görünür, gerçekten de yapılan işlere genellikle saat başına para ödenir. Fakat, pratikte işçi tarafından yaratılan ve patron tarafından el konulan zenginlik işçinin aldığından çok daha fazladır. Bu bizi Marx’ın “artı değer” olarak adlandırdığı (ve işçi sınıfından alınan) çıkarıma götürür.
Bu sömürücü ilişki, üretim araçlarının kontrolünün yapılandırılma biçimi yoluyla daha da pekiştirilir ve yeniden üretilir. İşçiler, üretim araçlarına doğrudan müdahale şansından yoksun olduğu için, doğrudan kapitalistler için çalışmaya istekli olmadıkları sürece, yaşamak için kapitaliste bağımlıdırlar (en azından, refah devletinin bulunduğu yerlerde devlet tarafından karşılanan asgari geçim miktarının ötesinde bir gelire sahip olmak için). Bu sömürü süreci, kapitalist toplumsal ilişkileri sürekli yeniden üretir, işçi kitleleri ile küçük sömürücü azınlık arasındaki bölünmeyi pekiştirir22.
İşçilerin gücü
Ancak kapitalist ve işçi arasındaki ilişki, sadece işçilerin kapitalistlere bağımlı olmasından ibaret değildir. Bu daha ziyade, iki taraflı, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisidir. İşçileri, Amerikalı Marksist Hal Draper’in deyimiyle “özel bir sınıf ” yapan bu karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. Çünkü birincisi, “eski düzeni ortadan kaldıracak ve yeni bir toplumu inşa edebilecek ağırlığa ve güce sahip tek sınıf proletaryadır”. Bu şu anlamda doğrudur; gelişmiş kapitalist toplumlarda işçi sınıfı sayısal olarak çoğunluktur. Daha temelde ise, kapitalizmin üretim ilişkileri, onu, sadece işçi sınıfını yaratmak zorunda bırakmaz, aynı zamanda, “işçi sınıfının toplumun devamını sağlarken verdiği zorunlu hizmetlerden dolayı sahip olduğu stratejik rol nedeniyle ona bir güç vermiş olur”.23
Sömürüyü baskıdan ayıran, sermaye ile emek arasındaki bu karşılıklı bağımlılıktır. Cinsiyet, ırk, din ya da cinsellik temelinde sömürülmek, ezilene herhangi bir güç vermez; sömürü ise verir. İş durdurmalar, grevler ve iş yeri işgalleri işçi sınıfının bu gücü harekete geçirmesinin kanıtlarıdır. Sermayenin emeğe bağımlılığı, işçilerin malların ya da hizmetlerin üretimine katılıp katılmamalarından bağımsızdır. İkisinden biri, artı değer üretmek için (kârın kaynağı budur) ödenmeyen artık emeğe el konulmasını kapsayabilir. Marx, bunu özel eğitim ile ilgili olarak şöyle açıklar:
“Kapitalist üretim sadece metaların üretimi değildir, özünde artı değerin üretimidir… Eğer maddi üretimin dışından bir örnek verecek olursak, okul müdürü üretici bir işçidir, öğrencilerin başkanını pataklamaya ek olarak okul sahibini daha da zengin etmek için de çalışır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretme fabrikasına yatırmış olması bu ilişkiyi hiçbir şekilde değiştirmez”24.
Kapitalist gelişmenin ikinci sonucu proletaryanın kolektif bir sınıf olarak oluşmasıdır. Kolektifleşme iki biçimde gerçekleşir. Birincisi, kapitalizm büyük ölçüde bir şehir sistemidir, herkesi şehirlerde bir araya getirmeye yönelik sürekli bir basınç vardır. Paris ve Londra gibi şehirlerde “ayak takımı” korkusu endüstrileşmenin ilk zamanları kadar eski tarihe dayanır. Ancak, kapitalizmde şehirleşme dünya tarihinde ilk kez kural halini alır. Bu yoğunlaşma formu, daha temel bir form ile, yani işçilerin iş yerlerinde yoğunlaşmasıyla birleşir. Bu süreç, üretimin erken aşamalarında başlamış olsa da, üretimi kökten değiştiren şey makinelerin daha geniş çaplı olarak kullanmasıdır. Emek sürecinin mekanikleşmesi (Marx bunu Kapital’de25 detaylı şekilde açıklar), emeğin kolektifleşmesi üzerinde çelişkili bir etkiye sahiptir. İlk olarak, daha büyük miktarlarda sermaye seferber edildikçe ve üretimin ölçeği arttıkça ve şirketler rakiplerini yuttukça iş yerlerinde mobilize olan işçilerin sayısı artar. Ancak, mekanikleşme aynı zamanda makinelerin işçilerin yerini almasına yol açar. Bu durum otomatik olarak iş yerinin küçülmesine neden olmaz. Eğer sermaye, “organik yapısı”ndan (makinelere ve ham maddeye yapılan yatırımın emek gücüne yapılan yatırıma oranı) daha hızlı büyüyorsa, ya da sermaye giderek daha az sayıda kişinin elinde toplanıyorsa belirli bir endüstrideki iş yerleri hala büyüyebilir. Ancak eğer durum böyle değilse, o zaman belirli endüstrilerdeki iş yerlerinin küçülmesini bekleyebiliriz.
Gerçekten de üretimin birçok alanında yaşanan bu oldu. Ancak bu durum, çalışan işçilerin gücünde bir azalmaya yol açmadı. Aslında, “tam vaktinde” yönteminin bütün kıtalardaki üretim ağlarında kullanılması görece daha küçük işçi gruplarının stratejik bir güç elde etmesine yol açabilir. Belirli iş alanlarında yaşanan birikimin sonucunda oluşan “artı nüfus”, yeni üretim alanlarının açılmasının potansiyelini yaratarak ve işçileri bu alanlara çekerek “kapitalist birikimin manivelası olur.”26 Marx örnek olarak demiryollarını verir, fakat o günden bu yana geçen bir buçuk yüzyıl içinde, özellikle hizmet sektörünün İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana genellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde büyümesiyle birlikte, daha pek çok başka örnek bulunabilir.
Son yıllarda şaşırtıcı olan ise, bazı iş yerleri büyürken diğerlerinin küçülmesi değil, iş yerlerinin büyüklüğünün değişmemesidir. ABD’de 1980 ve 2007 arasında, 100 kişiden fazla işçi çalıştıran yerlerdeki işçilerin oranı sadece yüzde bir düşerek yüzde 46’dan yüzde 45’e indi27.
Üretim yapan çok sayıda iş yerinin küçülmüş olduğu göz önüne alındığında bu durum, büyük ve farklı alanlarda faaliyet gösteren bir hizmet sektörünün ve kamu sektörüne ait iş yerlerinin ortaya çıktığını gösteriyor. Günümüzde ABD’deki emek gücünün yarısı, 1830’lar ve 1840’lardaki büyük Çartist ajitasyon sırasında Lancashire’daki dokuma fabrikalarının (genellikle 100 ya da 200 işçinin çalıştığı) büyüklüğü ile karşılaştırılabilecek kadar büyük iş yerlerinde çalışıyor.
Kapitalizmin ortaya çıkışının üçüncü sonucu işçilerin sermayeye göre homojen bir pozisyon alması oldu. Şunun altı çizilmeli ki bu kesinlikle mutlak bir homojenlik değildir. İşçiler, iş sürecinde oldukça farklı pozisyonlarda ve birbirinden tamamen farklı iş süreçlerinde çalışabilirler. Neyse ki mutlak homojenlik olmazsa olmaz bir gereklilik değildir – onun yerine işçi sınıfı içindeki gerilimlerin üstesinden gelmek politik bir projedir. Fakat bu projenin temeli sermaye tarafından oluşturulur; sermaye işçi sınıfının, aynı düşman tarafından sömürülmek gibi ortak bir durum ile karşı karşıya olduklarını farketme potansiyelini yaratır.
Kolektifleşme ve görece homojenliğin kombinasyonu bireysel çözümleri devre dışı bırakır. Kabaca, köylüler ayaklanabilir, toprak sahibinin toprağını ele geçirebilir, onu bölebilir ve her bir köylü bir toprak parçasını ekip biçebilir. İşçilerin bir süpermarketi, araba imalathanesini ya da hastaneyi ele geçirmeleri ile köylülerin toprağı ele geçirmeleri arasında hiçbir paralellik kurulamaz. İşçilerin ayaklanmasının doğasında kolektif bir dinamik vardır ve gerçekten de işçi sınıfı işçi devriminin en zirve noktasında işçi iktidarının demokratik ve kolektif organlarını yaratma eğiliminde olmuştur.
Bu bizi dördüncü noktaya götürür: kapitalizm, mücadele etme eğilimi yaratır. Draper’in belirttiği gibi, bu eğilim bireysel olarak işçilerin sahip olduğu belirli bir toplum görüşüne dayanmaz. “İşçi sınıfı, Marksistler onlara mücadele etmeleri gerektiğini söyledikleri için değil, kapitalizm, ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız oldukça sınıf mücadelesine yönelir”. Nihai olarak bu mücadeleler kapitalist toplumun bağlarını koparır ve yeni bir toplum biçiminin doğuşunu müjdeler. Draper şöyle devam eder: “Proletaryanın örgütlü mücadelesinin ileri atılması, sürekli olarak burjuva kurumlarının ve fikirlerinin çerçevesinin ötesine geçme eğilimindedir”28. Bu, normal zamanlarda işçi örgütlerine, mücadeleleri kapitalizmin maliyetini karşılayabileceği sınırlar çerçevesinde sınırlandırmaya çalışan reformist liderler önderlik ediyor ve işçilerin çoğu da mücadeleye reformlar kazanma temelinde katılıyor olsa bile doğrudur. Çünkü işçilerin sahip olduğu arzular nihai olarak kapitalist toplumun sınırları içinde ettiği zenginlik ile bu zenginliği yaratanların giderek yoksullaşması arasında bir çelişki vardır ve durum yine kapitalizmdeki üretim ilişkilerinin sonucudur29.
Günümüzde sınıf
Marx tarafından Kapital’de geliştirilen kapitalist sömürü ve işçilerin (potansiyel) gücüne dair bu resimde çarpıcı olan şey artık modası geçmiş olması değil; tam tersine birçok açıdan günümüze Marx’ın zamanından daha fazla uyuyor olmasıdır. Çünkü Marx’ın doğumundan bu yanan geçen iki yüzyıl içinde ücretli emek gücü devasa ölçüde büyüdü. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yayınladığı verilere göre, 2013’te insanlık tarihinde ilk kez ücretli çalışanların sayısı (yaklaşık 1.6 milyar) küresel emek gücü içinde çoğunluk haline geldi ve küçük köylü üreticilerin sayısını geçti. Bu sembolik dönüm noktası Marx’ın Komünist Manifesto’daki “burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcısını yaratıyor” şeklindeki öngörüsünü doğruluyor30.
Tabii ki olası bir toplumsal devrimin öznesi olarak işçi sınıfı ile ilişkilenmek günümüzde tartışmasız kabul edilen bir olgu değildir. Birçok açıdan genel ideolojik iklim, işçi sınıfının kapitalizme meydan okuma kapasitesi konusunda oldukça şüphecidir. Marx’ın kapitalist sistemi ve bu sistemin kriz eğilimlerini analiz etmek konusunda Kapital’de başardıklarını hala takdir etmeye devam edenler bile onun devrimci içeriğinden kaçınırlar. Bunun nedeni, 1970’lerden bu yana birçok gelişmiş kapitalist ülkede işçi sınıfının örgütlenmesinde ve mücadelesinde yaşanan gerilemedir. Ellen Meiksins Wood’un ilk olarak 1986’da yayınlanan çalışmasında, yaşanan durumu, “sınıftan geri çekiliş” olarak adlandırması bu yenilgilerin ardından olmuştur31. Gerçekten de, postmodern bir yaklaşımla sınıfı ve Marksizmi reddetmeye yönelenlerin çoğu hayal kırıklığına uğramış “1968 kuşağı”na dahildi, 1960’larda ve 1970’lerin başlarında yükselen sınıf mücadelesi içinde şekillenen yeni solun üyeleri, bu hareketlerin kapitalizme meydan okuma konusunda başarısız olmaları ile yüzleşmek zorunda kalmışlardı32.Bu koşullarda işçi sınıfının potansiyel devrimci bir özne olarak tarih sahnesinden silindiği, işçi sınıfının kompozisyonunda meydana gelen objektif değişimin onu iktidarsızlaştırdığı sonucuna ulaşmak çok kolay. Üstelik bu tespit, işçi sınıfının yeniden örgütlenmesinin büyük ölçüde 1970’ler ve 1980’lerin başındaki yenilgi döneminden önce değil sonra gerçekleştiği sınıfın yeniden yapılanmasına dair özel bir tezi gerektirmiyor. Egemen sınıfa 1968 ile birlikte ortaya çıkan radikalliği kontrol altına alma konusunda yardımcı olanlar – hem sosyal demokrat hem de komünist gelenek ile bağı olan- reformist güçlerdi ve bu mücadeleler içindeki devrimci unsurlar ne yeteri kadar büyük ne de işçi sınıfı içinde reformist eğilimleri yenecek kadar güçlüydü. Bunun en açık şekilde görüldüğü yer Fransa idi. Fransa’da 1968’de yaşanan grev o güne kadar Batı Avrupa’da görülmüş en büyük eylemdi ve bütün kıtada yankılanmıştı. Alex Callinicos’un yazdığı gibi:
“Fransa Komünist Partisi’nin Mayıs-Haziran 1968’de genel grevi sonlandırmak üzere müdahale etmesi, 1974-79 yılları arasında İngiltere Sendika Kongresi ile İşçi Partisi hükümeti arasındaki Toplumsal Sözleşme mücadelesinden İspanyol komünistlerin ve sosyalistlerin Franco’nun kalıntılarına olan desteklerini gösterdikleri 1977 Moncloa anlaşmasına kadar başka pek çok durumda tekrarlandı. Bu tür sınıf uzlaşmaları Batı sermayesinin 1970’lerin ortasındaki ve 1980’lerin başındaki büyük durgunlukları bertaraf etmesini ve bunları yeniden yapılanmak ve rasyonalize etmek için fırsata çevirmesini sağladı”.33
Bu durum, ikinci sürecin, yani neoliberalizmin ortaya çıkışı ile birlikte yeniden yapılanmanın gerçekleşmesinin zeminini yarattı. Örneğin İngiltere’de üretim sektöründe çalışanların sayısında yaşanan büyük düşüş ve hizmet sektörü, kamu sektörü ve finans sektöründe çalışanların sayısında yaşanan artış, militan sınıf mücadelesi geleneğini çok bilmeyen bir grup yarattı. Bunlar yeni işçi grupları değil. Tony Cliff, 1979’da önceki beş yıl hakkında şunları yazıyordu:
“İşçi sınıfının kritik öneme sahip bölümleri – madenciler, mühendisler ve liman işçileri - genellikle uysaldı, özellikle Callaghan hükümetinin son döneminde [1976- 79] sınıfın diğer bölümleri öne çıkmıştı… Bunlar hastane işçileri, belediye işçileri ve beyaz yakalı işçilerdi. Ne yazık ki sınıfın bu bölümü grev kayıtları açısından bile sınıfın diğer kesimlerinin bıraktığı boşluğu dolduramadı”34.
Ancak, bu kesimler geçtiğimiz yıllarda militanlıklarını artırdılar ve günümüzde ortaya çıkan soru bu grupların Cliff ’in bahsettiği “boşluğu” doldurup dolduramayacağı. Beverly Silver, 1870’lerden bu yana işçi hareketlerini incelediği önemli çalışmasında, bu hareketleri anlamak için geniş bir tarihsel çerçeve önerir. Bu tarihsel çerçevede işçi mücadelerinin, hem coğrafi hem de sektörel olarak farklı yerlerde yeniden ve yeniden ortaya çıktığı görülür. Örneğin Silver, dünyadaki öğretmen gücündeki büyük artışın yanı sıra (“1950’lerde 8 milyon olan öğretmen sayısı 1990’da 47 milyona ulaştı”), 20. yüzyılın “ikinci yarısında eğitim endüstrisinin dünya çapında grevlere ve mücadelelere sahne olduğunu” belirtir. Gerçekten de “eğitim çalışanlarının mücadelesi, coğrafi olarak geçmişteki tekstil ya da otomobil çalışanlarının mücadelesinden çok daha yaygındı”35. Bu değişimin arkasında yatan güç, Marx’ın Kapital’de tarif ettiği eğilimlerin sonucunda ortaya çıkan işleyişti. Kapitalizm, kıpır kıpır, sınırsız ölçüde dinamik ve yayılmacı bir sistemdir. Belirli işleri kârdan, vasıftan ve benzersizlikten yoksun bırakan aynı süreçler, Marx’ın “farklı toplumsal işlevleri sırayla yapılan farklı aktivite modelleri olarak gören bütünüyle gelişmiş bireyler” olarak bahsettiği yeteri kadar eğitimli proletarya ihtiyacı nedeniyle eğitim sistemlerinin büyümesini gerektirir36. Dolayısıyla bu eğitim, proleterya yaşamının deneyimlediği bütün baskılara maruz kalan –testler, akademik üretimi ölçmek için tasarlanmış metrikler vs. - eğitim çalışanları tarafından giderek daha rekabetçi, metalaşmış bir ortamda verilir. Kapitalizmin bu tür değişimler yoluyla gelişimi işçi sınıfının oluşumunu da kapsar. Fakat, temel toplumsal üretim ilişkilerinin devamı, işçi sınıfının bu bölümlerinin, işçilerin tarihsel olarak sahip olduğu türde kapasite ve çıkara sahip olmasını sağlar.
Bu işçilerin bu gücün farkına varıp varmayacakları tamamen başka bir konudur – çünkü işçilerin kendilerine olan güvenlerini inşa etmeleri ancak mücadele deneyimi, örgütlenme ve nihai olarak kendilerini potansiyel devrimci öznelere dönüştürmeleri ile mümkündür. Hal Draper’in yazdığı gibi:
“Proleter devrimin sorunlarının çoğu işçi sınıfının hem farklı sektörleri hem de tek tek işçiler arasındaki bölünmelerden, orantısızlıktan ve uyumsuzluklardan kaynaklanır. Bu farklılıkların ve uyumsuzlukların üstesinden gelme süreci proleterya devrimine giden yolun önemli bir parçasıdır. Kişi bu süreci, bir olgunlaşma süreci olarak görebilir”37.
Rekabetçi birikim
İşçi sınıfının, daimi ve karakteristik kapitalist toplumsal ilişkiler dizisi temelinde gerçekleşen bu sürekli dönüşümü, kapitalizm dinamiği içindeki unsurlardan sadece biridir. Daha genel olarak, Kapital, özellikle ikinci ve üçüncü cildinde, sürekli hareket halinde olan bir sistem tarif eder.
Kapital’in birinci cildi, üretime odaklanır. Sermayeyi, sömürü ile bağlantılı bir şey olarak anlar çünkü artı değer emek sürecinde işçilerden çekip alınır. Sermayenin kendisi basitçe, bu artı değerin bir kısmını kendisine ekleyerek büyümek için harekete geçirilen bir değer olarak anlaşılır. İlk cilt aynı zamanda birikim kavramını, kapitalistlerin artı-değerlerini, özellikle makinelere ve diğer teknolojilere yatırım yaparak ve böylece kendi işçilerini rakiplerinin işçilerinden daha üretken hale getirerek üretimi büyütmek ve geliştirmek için kullanabilecekleri fikrini öne sürer. İkinci cilt, Marx’ın sermaye dolaşımı olarak adlandırdığı şey üzerinedir – belirli aralıklarla üretim araçlarını ele geçirme ve iş gücünü kiralama, metalar üretme ve sonra bu metaları pazarda satma süreci. Bu cilt, bu sürecin ortaya çıkarabileceği olası sorunlara değinir – ekonominin farklı sektörleri arasındaki dengesizlikler ve kapitalistlerin yeni bir üretim döngüsü başlatmak için paralarını harcamaktan vazgeçip biriktirmeleri durumunda sermaye dolaşımının ne şekilde kesintiye uğrayabileceği. Üçüncü cilt, bu iki unsuru yani üretim ve dolaşımı bir araya getirir – rekabetçi birikim kavramı işte tam olarak burada kapitalizme özgü bir itici güç olarak açık şekilde ortaya çıkar.
Kapitalizm tabii ki rekabet üzerine kurulu bir sistemdir. Sermaye kolektif olarak sahip olunabilen bir şey değildir – farklı sermaye birimlerine bölünmüştür. Rekabet, Marx’ın Kapital’in taslaklarında yazdığı gibi, “sermayenin, birçok sermayenin birbiriyle karşılıklı etkileşimi şeklinde tecelli eden içsel doğasıdır”38. Sermayelerin karşılıklı olarak birbirlerine uyguladıkları bu basınç, kapitalistlerin birikim yapmak zorunda olduğunu gösterir – eğer bu birikimi yapamazlarsa varoluşsal bir yarış olan rekabet mücadelesinde başarısız olurlar ve kapitalist olma potansiyellerini kaybedebilirler. Bunun mantığını anlamak için, hala 40 ya da 50 yıl öncesinin teknolojisini kullanmaya çalışan araba ya da tost makinesi ya da gazete üreticilerine bakmak yeterlidir. Dolayısıyla Marx’ın birikim ile ilgili yorumu onu bir tür sekülerleşmiş din gibi görür: “Biriktirin, biriktirin! Musa’sı da budur diğer tüm peygamberleri de!”39 Sermaye, kontrol edilemeyecek kadar büyür. İnsanlar, bu sonsuz birikim güdüsüne uyum sağlamak zorunda bırakılır.
Sermayenin ulusal çizgiye göre örgütlenmeye başladığı ve 1930’larda ve 1970’lerin başında birçok ülkede olduğu gibi devlet ile sıkı sıkıya iç içe geçtiği yerlerde ve devletin bütün üretime hakim olduğu uç bir örnek olan Sovyetler Birliği’nde bile bu rekabetçi dinamikler sürer. Sovyetler Birliği örneğinde bu, yeterince güçlü bir endüstriyel temel yaratmak için rekabetçi mücadele biçimini alır ve ordu buna dayanarak diğer devletlerle emperyalistler-arası rekabete girebilir. Ancak Soğuk Savaş emperyalizminin rekabetçi dinamiği Sovyetler Birliği’ne işçileri sömürmek için gerekenin aynısını dayattı ve Batı’da olduğu gibi birikim karşısında tüketimi ikincilleştirdi ve bu süreç Tony Cliff’in adlandırdığı gibi devlet kapitalizmi ile sonuçlandı.40
Kapitalizmin ayırt edici özelliği olan kaçınılmaz rekabetçi birikim dinamiğinin bazı önemli sonuçları vardır. Birincisi, kapitalizm kendi yıkılışının koşullarını hazırlar. Bunu, hem kapitalist toplumsal ilişkileri genelleştirerek hem de böylece, gördüğümüz gibi, gerçekten küresel bir proletarya yaratarak ve fakat aynı zamanda üretim araçlarının seviyesini prensipte kıtlığı yok edecek seviyeye çıkararak yapar. Kapitalizmde gerçekleşen bir toplumsal devrimin, daha önceki devrimlerin yaptığı gibi, yeni bir sömürü prensibi üzerine kurulu yeni bir sınıflı toplum ile sonuçlanması gerekmez. Aksine kapitalizm sınıfları tamamen ortadan kaldılaracak maddi temeli oluşturmaya yetecek kadar bolluk yaratır. Aslında Marx, Kapital’in sondan bir önceki bölümünde zamanda ileriye, “kapitalist özel mülkiyetin cenaze çanlarını çalar. Mülklerine el konanlar, mülklere el koyar” diye tarif ettiği zamana giderek tam da bunu anlatır41.
İkinci sonuç şudur; kapitalizm sadece işçilerin değil onların yöneticilerinin de kontolü kaybetmesini temsil eder. Marx, ilk yazılarında bu kontrol kaybından yabancılaşma süreci olarak bahseder ve bunun işçi sınıfı üzerindeki etkisine odaklanır42. Bu tür argümanlar Kapital’de, örneğin Marx’ın iş yerinde zihin emeği ile el emeğinin birbirinden ayrılmasından bahsettiği 13. Bölümde sık sık yüzeye çıkar. Bunun sonucunda, kapitalistte gömülü olarak bulunan bir bütün olarak üretim sürecinin bilgisi, “işçiye hükmeden” bağımsız bir “güç” olarak işçinin karşısına çıkar43. Böylece kapitalistlerin de kendi bireysel kontrolleri dışında bir dizi yasaya tabi oldukları giderek daha çok netleşir. Marx, kapitalistler için birkaç damla göz yaşı dökerken, kapitalizmin hareket yasalarının doğanın yasalarının – görünüşe göre insan varoluşunun sonsuz ve tartışmasız tasvir eder. Bunun önemli sonuçlarından biri, bizim için çok tanıdık olan ve kapitalizmin dürtüsünün doğasında bulunan ekolojik yıkımdır44. Daha genel olarak, kapitalist birikimi sınırlayan bir unsur olarak ortaya çıkan her şey – insan hakları, iş yeri koşulları, doğal çevre – sermayenin yönetiminde büyük bir baskı altındadır. “Etik kapitalizmi” komikleştiren işte bu dürtüdür. Nihai olarak, kişi ya ahlaklı bir kişi ya da kapitalist olmaktan feragat etmek zorundadır.
Rekabetçi birikimin üçüncü sonucu, kapitalizmin kendisini tekrar ve tekrar krize sokmasıdır ve gerçekten de 2008-9’da yaşanan küresel durgunluk Marx’ın çalışmasının yenilenmesi açısından çok önemli bir itici güçtür. Günümüzde Marksizm ve kriz üzerine devasa ve giderek büyüyen bir literatür var. Kapital’in ve özellikle üçüncü cildin bu tartışmalardaki konumu tartışmaya açıktır. Özellikle, Marx’ın ünlü “kâr oranlarının düşme yasası”nın45 rolü ile ilgili devam eden büyük bir tartışma var.
Marx’ın düşen kâr oranları ile ilgili açıklaması ve bunun günümüz kapitalizmi açısından sonuçları ile ilgili görüşlerimi daha önce yine bu dergide yayınlanan başka bir makalede anlatmıştım ve oradaki argümanımı burada tekrarlamayacağım46. Sadece şunu söylemek yeterli olacaktır: kar oranlarındaki hareketin krize neden olan unsurlardan biri olduğu konusunda güçlü kanıtlar var ve savaştan sonraki yıllarda kârlılıkta yaşanan uzun vadeli düşüş 2008-9’da küresel düzeyde patlak veren krizin zeminini hazırladı.
Bu dinamizmin dördüncü unsuru şu: kapitalizm, varolduğu süre boyunca bir dizi ortak toplumsal ilişkiye dayansa da tarihsel bir gelişim sergiler. Örneğin Marx, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi olarak adlandırdığı bir süreçten bahseder; bu süreçte birikim arttıkça sermayenin birimleri büyür ve rakipleri ile birleştikçe, şirket alımları ve devirleri gerçekleştikçe (merkezileşme), kredi ve finansın büyümesiyle birlikte devirlerin de devasa boyutta hızlanmasıyla daha hızlı genişler47. Bu süreç tabii ki Marx’ın ölümüyle son bulmaz. Bu eğilimin bir sonucu, 19. yüzyılın sonundan itibaren devletin giderek sermaye ile daha fazla entegre olması ve birlikte emperyalist bir rekabet sistemindeki jeopolitik ve kapitalist yarış içinde sıkışıp kalmalarıdır. Daha sonra gelen muhteşem Marksist kuşağın – bunların arasında Lenin, Lev Troçki, Rosa Luxemburg, Nicolai Bukharin bulunuyordu – analiz ve mücadele ettiği sistem işte bu sistemdir.
Onlar, Marx’ın Kapital’de kullandığı metodolojik çerçeveyi benimsemenin mükemmel bir örneğini ortaya koydular, fakat bu çerçeveyi sürekli değişim ve dönüşüm halinde olan bir dünyaya uyarladılar. Diğer bir deyişle, Marx’ın Kapital’deki yaklaşımına bağlı kalmak kutsal bir metnin önünde saygıyla eğilmek değildir, aksine Marx bize, üzerinde durabileceğimiz ve onun açıklamalarını geliştirerek ve bu açıklamaları yaratıcı bir şekilde günümüz kapitalizmine uyarlayarak ileriyi görebileceğimiz bir çift omuz sunuyor48.
Sonuç: Günümüzde Kapital
Günümüzde birkaç önemli alanda bu amacın peşinden gidilebilir. Bunların ilki, emperyalistler arasında gelişen rekabetin yeni biçimlerini ve dünya kapitalizminin çekim merkezinde Çin ve komşularına doğru yaşanan değişimin sonuçlarını anlamaktır.
Kapitalizm, Troçki’nin de söylediği gibi, eşitsiz ve birleşik şekilde gelişen bir sistemdir. Eski birikim merkezlerinin durgunlaşması ya da gerilemesiyle birlikte, eski rakiplerini atlayıp geçmek için güncel üretim biçimlerinden ve teknolojiden yararlanan yeni birikim merkezleri ortaya çıkar. Bu süreç genellikle başarısızlıkla sonuçlanır – yeni gelişen kapitalist devletler kendilerini travmatik şekilde küresel kapitalizmin döngülerine entegre etme sürecinin kendi ekonomilerine çok fazla baskı yaptığını ve en gelişmiş kapitalist devletlerin devasa maddi avantajlarıyla birleşmiş emperyalist yağmanın mirasının kendilerini geriye ittiğini düşünebilirler. Örneğin Sahra Altı Afrikası günümüzde küresel sistemde eskiden sahip olduğu ağırlığa sahip değil. Ancak zaman zaman dönüm noktaları olabilir. Almanya ve Japonya gibi ülkelerin yükselişi 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başında küresel devlet sisteminin güç dengesini bozmuş ve iki dünya savaşına yol açmıştı. Stalinist Sovyetler Birliği, vahşi devlet kapitalisti birikim süreci yoluyla bir süre ABD’nin hegemonyasına karşı çıkmıştı. ABD, İngiliz ekonomisini geçmeyi ve 20. yüzyıl boyunca küresel süper güç olarak İngiltere’nin yerini almayı başardı. Ve günümüzde Çin’in yükselişi dünya sistemi için önemli bir istikrarsızlık ve karmaşa kaynağı49. Marksist ekonomi politiğin bir diğer görevi de ekonominin bazı sektörlerinde gelişen ve giderek daha fazla küreselleşen üretim biçimlerini anlamak. Marx’ın ekonomi politiğinin ayırt edici özelliği uluslararası alana odaklanmasıydı – ve yeni gelişen küresel ekonomi fikri onun çalışmalarında önemli bir kaynaktı50. Fakat küresel üretim, ticaret ve finans şablonlarının düzenlenme biçimi, daha fazla teorik özeni gerektiren önemli bir alandır51.
Üçüncü bir ilgi alanı ise finans ve borcun devasa ölçüde büyümesi (bu durum günümüzdeki sistemin ayırt edici özelliğini oluşturur) ve bu “finansallaşma” sürecinin günümüzde yaşanan kriz açısından olası sonuçlarıdır. Marx, Kapital’in üçüncü cildi için yazdığı tamamlanmamış el yazmasında finansın işleyişine büyük önem verir. Finansal sistemin işleyişini ve onun daha geniş bir süreç olan değer üretim süreci ile bağlantısını analiz etmek için “faiz getiren sermaye” ve “simgesel sermaye” gibi bir dizi kavram üretir, ancak bu açıklamayı tamamlamak ve onu günümüzdeki küresel finansal sisteme uyarlamak için yapılması gerekenler var52.
Dördüncüsü, günümüzde işçi sınıfının kompozisyonu ve onun sisteme karşı verdiği mücadelenin işaret ettikleridir ki bunlara yukarıda değindim.
Sadece Kapital’i okumak bu soruları ya da bunlara eklenebilecek daha birçok soruyu yanıtlamaya yetmeyecektir, ancak böyle bir teoriyi geliştirmek Marksistler için en önemli başlangıç noktası olmaya devam etmektedir. Tüm bunlar bizi çok önemli bir sonuca götürüyor:
Kapital sadece akademisyenlere bırakılamayacak kadar önemli bir kitaptır. Kapital, Marx’ın 1840’lardan 1883 yılında ölümüne kadar ilişkilendiği sınıf mücadelesinden ayrı ele alınmayacak bir çalışmadır. Bu kitap, onun deyimiyle, “bugüne kadar burjuvazinin kafasına fırlatılan en korkunç mermidir”53. Egemenlerimizin kendi sistemleri hakkında yaptıkları saçma açıklamalara bir son verir, sistemin nasıl geliştiğini ve sürekli kesintiye uğradığını anlaşılır ve ayrıntılı biçimde açıklar ve günümüz dünyasına özgü özellikleri anlamak üzere bu teoriyi geliştirmek için kullanabileceğimiz yöntemi bize sağlar.
Uluslararası Sosyalist Akım geleneğinin kurucusu olan Tony Cliff yaklaşık yirmi yıl önce Marksist teorinin önemi üzerine kısa bir makale yazmıştı. Onun o makaledeki sözlerini yeniden tekrarlamaya değer:
“Tabii ki devrimci bir örgütte pratikte bilinç ve teori bilgisi düzeyinde eşitsizlik vardır. Fakat bu eşitsizlik giderilmelidir. Bir devrimci partiye verilebilecek en büyük zarar, proleter tutum adına parti içindeki entelektüellere saldırmaktır. Aslında böyle bir saldırı entelektüellerden ziyade parti içindeki işçilere yönelik olacaktır. Bu işçileri aşağılamaktır çünkü işçilerin teoriyi anlayamayacağını varsayar. Neden Marx’ın hayatının 26 yılını Kapital’i yazmaya harcadığını sanıyorsunuz…?”54
Enternasyonal Sosyalizm Sayı 2, Mayıs 2018
1 Marx’ın 1850’lerde ve 1860’larda hazırladığı Kapital el yazmalarına artık günümüzde erişebiliyoruz, örneğin 1864-1865 el yazmasının tamamı ilk kez İngilizceye çevrildi – Karl Marx, 2017, Marx’s Economic Manuscript of 1864-1865 (Haymarket).
2 Bkz. Joseph Choonara, 2018, “Class and the Classical Marxist Tradition”, Deirdre O’Neill ve Mike Wayne (der.), Considering Class (Brill).
3 Karl Marx, 1981, A Contribution to the Critique of Political Economy (Lawrence & Wishart), s. 20-21.
4 Michael Lebowitz, 1992, Beyond Capital (Macmillan).
5 Weydemeyer’e mektup, akt. August Nimtz, 2000, Marx and Engels: Their Contribution to the Democratic Breakthrough (SUNY).
6 Karl Marx, 1990, Capital, Birinci Cilt (Penguin), s. 104.
7 William Clare Roberts, 2017, Marx’s Inferno (Princeton University Press), s. 243.
8 Bkz. Marx, 1990, a.g.e., s. 342-343; Joseph Choonara, 2017, A Reader’s Guide to Marx’s Capital (Bookmarks), s. 85.
9 Georg Lukács, History and Class Consciousness (Merlin), s. 149.
10 Bkz. Isaac Ilyich Rubin, 1989, A History of Economic Thought (Pluto).
11 Marx, 1990, a.g.e., s. 174.
12 Bkz. Ben Fine ve Dimitri Milonakis, 2008, From Political Economy to Economics (Routledge).
13 Marx, 1990, a.g.e., s. 272-273.
14 Bkz. Marx, 1990, a.g.e., 26-31. Bölümler.
15 Bkz. Mike Davis, 2006, Planet of Slums (Verso).
16 Marx, 1990, a.g.e., s. 280.
17 Marx’ın yöntemine dair tartışmasız en iyi kılavuz Alex Callinicos’tur, 2014, Deciphering Capital (Bookmarks).
18 Marx, 1993, Grundrisse (Penguin), s. 100.
19 Daha detaylı bir tartışma için bkz. Choonara, 2017, A Reader’s Guide…, 1. Bölüm.
20 Tabii ki değerler ile fiyatlar aynı şey değildir. Her şeyden önce, piyasa fiyatları, arz ve talepteki değişime bağlı olarak değerler etrafında dalgalanır. Ayrıca, Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde gösterdiği gibi, fiyatlar sistematik olarak değerden sapar. Tartışma için bkz. Joseph Choonara, 2017, Unravelling Capitalism: A Guide to Marxist Political Economy, İkinci baskı (Bookmarks).
21 Marx, 2010, “Letter to Ludwig Kugelmann”, 11 Temmuz 1868, Marx & Engels Collected Works, 43. Cilt (Lawrence & Wishart), s. 67.
22 Marx, 1990, a.g.e., 25. Bölüm.
23 Hal Draper, 1978, Karl Marx’s Theory of Revolution, Volume 2: The Politics of Social Classes (Monthly Review Press), s. 46-47.
24 Marx, 1990, a.g.e., s. 644.
25 Örneğin, Marx, 1990, a.g.e., 15. Bölüm.
26 Marx, 1990, a.g.e., s. 784.
27 Bill Dunn, 2011, “The New Economy and Labour’s Decline: Questioning their Association”, M Serrano, E Xhafa ve M Fichter (der.), Trade Unions and the Global Crisis (ILO).
28 Draper, 1978, a.g.e., s. 42.
29 Karl Marx, 1990, a.g.e., s. 929.
30 Karl Marx, 1977, The Communist Manifesto, David McLellan (der.), Karl Marx: Selected Writings (Oxford University Press), s. 231.
31 Ellen Meiksins Wood, 1998, The Retreat from Class: A New “True” Socialism (Verso).
32 Alex Callinicos, 1989, Against Postmodernism (Polity), s. 164-168.
33 Callinicos, 1989, a.g.e., s. 168; 1968’den sonra Avrupa’yı istikrarlılaştırmakta reformizmin rolü üzerine ayrıca bkz. Chris Harman, 1998, The Fire Last Time (Bookmarks), s. 332-346.
34 Tony Cliff, 2002, “Ten Years’ On: 1969-1979”, Selected Writings, volume 2: In the Thick of Workers’ Struggle (Bookmarks), s. 371.
35 Beverly Silver, 2003, Forces of Labor (Cambridge University Press), s. 115. Tesadüfen bu satırları İngiltere’de üniversitede çalışanlarının ki ben de bunlardan birisiyim, emeklilik haklarını savunmak için gerçekleştirdikleri çok militanca grevin (bu grevin en önemli özellikleri taban aktivizmi, kitlesel grev gözcülüğü noktaları ve gösteriler) ortasında yazıyorum.
36 Marx, 1990, a.g.e., s. 618. Burada “tamamen gelişmiş”, günümüz kapitalizminin gerektirdiği görevleri yerine getirmeye uygun genellenebilir becerilerin oluşmasına işaret ediyor. Vasıfsızlaştırma üzerine bkz. Harry Braverman, 1974, Labor and Monopoly Capitalism (Monthly Review Press). Braverman burada Marx’ın emek sürecine dair tartışmasını geliştirmeye ve akademide emek süreci teorisi olarak bilinen teoriyi temellendirmeye yardımcı olmaya çalışır.
37 Draper, 1978, a.g.e., s. 52.
38 Karl Marx, 1993, Grundrisse (Penguin), s. 414.
39 Marx, 1990, a.g.e., s. 742.
40 Tony Cliff, 1988, State Capitalism in Russia (Bookmarks). Bu kitap, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği kategorileri temel alan bir başka çalışmadır.
41 Marx, 1990, a.g.e., s. 929.
42 Örneğin, Economic and Philosophical Manuscript of 1844.
43 Marx, 1990, a.g.e., s. 482.
44 Bkz, örneğin, Camilla Royle, 2016, “Marxism and the Anthropocene”, International Socialism 151.
45 Yasanın kendisi Kapital’in üçüncü cildinin üçüncü bölümünde bulunabilir. Marx ve kriz teorisi ile ilgili literatürün tamamı burada hepsine referans verilemeyecek kadar büyük. Ancak, bu konuda kılavuz olabilecek en önemli müdahaleler arasında şunlar sayılabilir: ChrisHarman, 1984, Explaining the Crisis (Bookmarks); Simon Clarke, 1994, Marx’s Theory of Crisis (Palgrave Macmillan); Joseph Choonara, 2009, “Marxist Accounts of the Current Crisis”, International Socialism
123; Joseph Choonara, 2012, “Round-up on Political Economy”, International Socialism 136; David Harvey, 2010, The Enigma of Capital (Profile Books); Michael Roberts, 2016, The Long Depression (Haymarket); Alex Callinicos and Joseph Choonara, 2016, “How Not to Write About the Rate of Profit: A Response to David Harvey”, Science & Society, Cilt 80, Sayı 4.
46 Bkz. Joseph Choonara, 2017, “Political Economy of a Long Depression”, International Socialism 158. Bu açıklamayı büyük ölçüde genişlettim, geliştirdim ve güncelledim.
47 Marx, 1990, a.g.e., s. 772-780, 929.
48 Bu yaklaşımı günümüze kadar getirme girişimleri için bkz. Alex Callinicos, 2009, Imperialism and Global Political Economy (Polity); Chris Harman, 2009, Zombie Capitalism (Bookmarks).
49 Bkz. Jane Hardy ve Adrian Budd, 2012, “China’s Capitalism and the Crisis”, International Socialism 133.
50 Bkz. Lucia Pradella, 2014, Globalisation and the Critique of Political Economy: New Insights from Marx’s Writings (Routledge).
51 Bkz. Jane Hardy, 2013, “New Divisions of Labour in the Global Economy”, International Socialism 137; Martin Upchurch, 2018, “Is Globalisation Finished?”, International Socialism 157.
52 Bkz. Joseph Choonara, 2009, “Marxist Accounts of the Current Crisis”, International Socialism 123; Ben Fine, 2010, “Locating Financialisation”, Historical Materialism, Cilt 18, Sayı 2; Tony Norfield, 2013, “Derivatives and Capitalist Markets: The Speculative Heart of Capital”, Historical Materialism, Cilt 20, Sayı 1; Costas Lapavitsas, 2013, Profiting Without Producing: How Finance Exploits Us All (Verso); Joseph Choonara, 2014, “Financial Times”, International Socialism 142; Joseph Choonara, 2018, “The Political Economy of a Long Depression”, International Socialism 158.
53 Marx, 2000, “Letter to Johann Philipp Becker”, 17 Nisan 1867, Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, Cilt 42 (Lawrence & Wishart).
54 Tony Cliff, 2000, Marxism at the Millennium (Bookmarks), 3. Bölüm.